Felaketler çağında toplumsal dirençlilik
İster risk toplumu ister felaket kapitalizmi isterse çoklu krizler dönemi olarak adlandırılsın, dünya bir felaketler çağı yaşıyor. Kaynaklarını doğru kullanan, kurumsal yapılarında katılımcılığı öne çıkaran, bilgiye odaklanan ve teknolojiyi kamu yararına kullanan toplumlar felaketler karşısında daha dirençli kalıyor.
Bütün dünya sıklığı ve etkisi artan toplumsal ve ekolojik risklerle karşı karşıya kalıyor. Gerçekleşen afetlerin yanı sıra gerçekleşmesi muhtemel riskler toplumların bu tür durumlara karşı hazırlıklı olmasını gerektiriyor. Geçtiğimiz hafta Ankara’da Türkiye Belediyeler Birliği bünyesinde düzenlenen 6. Uluslararası Dirençlilik Kongresi, Sürdürülebilir Güçlü Gelecek teması altında toplumsal dirençliliğin farklı boyutlarını ele aldı. İçerik olarak oldukça geniş kapsamlı bu organizasyonda toplumsal risklere ve dirençliliği artıran mekanizmalara yönelik ana akım yaklaşımların ötesine geçen birçok başlık ele alındı. Bu çerçevede öncelikle felaketler çağında ne tür risklerle karşı karşıya olduğumuzu doğru anlamalı, toplumsal dirençliliği geliştirmenin yollarını da çok boyutlu bir biçimde ele almalıyız.
TOPLUMSAL RİSKLERDEN NE ANLIYORUZ?
Toplumsal riskleri tanımlarken 1980’lerin ortasından itibaren sosyolojik yaklaşımlarda öncü rol oynayan Ulrich Beck’in “risk toplumu” kavramına geri dönmek anlamlı bir başlangıç noktası olacaktır. Beck, risk toplumunun sanayi toplumunun sonrasında yeni bir modernleşmenin geldiğine dikkat çeker ve bunu düşünümsel modernleşme (reflexive modernization) olarak tanımlar. Bu yeni modernleşme biçiminde risk üretimi ve refah üretimi arasındaki ilişki tersine döner. Geç modernleşme çağında risk, refahtan bağımsız olarak gelişir, gözle görülmez ve bilgi akışları içinde sosyal olarak inşa edilir. Bir başka ifadeyle, refah sahibi olmak ya da belli bir sınıftan olmak riskin etkisini ortadan kaldırmaz, riskler sınıf ve statünün ötesinde etki gösterirler. Örneğin COVID-19 pandemisinin neden olduğu risk ortamı dikkate alındığında, toplumun sınıfsal olarak ayrıcalıklı kesimlerinin dahi virüsün yayılımında mutlak bir korunma sağlayamadığı görülür. Elbette bazı insanlar, diğerlerine kıyasla, sosyal, ekonomik veya mekânsal gerekçelerle riske daha yakındır ve bu durum sistemik düzeyde belli risk pozisyonları yaratır, ancak bu ayrımlar riskin artık münferit, istisnai bir durum olmaktan çok yapısal bir durum olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bir başka açıdan bakıldığında riskler kapitalist gelişmeden kopuk değildir, risklerin ekonomik olarak sömürülmesi, bazıları için kayıpken başkaları için kazanç sağlar. Deprem riski inşaat sektörünü besler, ekolojik riskler bir takım ekolojik duyarlıkların metalaşmasına, bu alanda belli mal ve hizmetlerin aşırı değerlenmesine ve başlı başına bir piyasa haline gelmesine yol açar. Kapitalizm bir taraftan endüstriyel üretim, çevresel maliyet ve enerji tüketimiyle riskleri artırır, diğer taraftan bu riskleri topluma pazarlayarak kendisine yeni kâr alanları yaratır. Bu da riskin yeniden ve yeniden üretimine imkân tanır. Sonuç olarak risk toplumu bir felaketler toplumudur, istisnai olanın kural haline geldiği, politik olmayanın politize olduğu ve felaketlerin politik potansiyelinin ortaya çıktığı bir durumdur.
TOPLUMSAL DİRENÇLİLİK NELERİ KAPSIYOR?
Toplumsal risklerden söz ederken akla ilk olarak deprem, sel, heyelan gibi doğal afetler geliyor. Oysa bunun yanı sıra orman yangınları, küresel ısınma ve iklim değişikliğinden kaynaklanan aşırı hava olayları, deniz suyu seviyesinin yükselmesi, aşırı sıcak gün sayısının artması, kuraklık gibi riskleri de dikkate almak gerekiyor.
Çevresel risklerin ötesinde ekonomik ve politik koşullardan kaynaklanan riskleri de toplumsal dirençlilik çerçevesinde değerlendirmek çok boyutlu bir yaklaşım için kaçınılmaz. Türkiye 2013’ten bu yana adı konulmamış, bu nedenle de doğru bir biçimde ele alınmamış bir ekonomik kriz durumuyla karşı karşıya. Defalarca uygulamaya konan palyatif tedbirler de gelir ve refah dağılımındaki derin kutuplaşmanın, dolayısıyla ekonomik risk altında yaşayan nüfustaki artışın önüne geçemedi. Kitlesel boyuttaki yoksulluk ve sefalet de başlı başına bir risktir. İkinci olarak, siyasi kutuplaşma, toplumsal çatışma, kurumsal çöküş, kitlesel göç ve buna karşılık bir göç yönetiminin olmaması da toplumun tamamını etkileyen politik risklerdir. Sonuç olarak riskler basitçe çevresel faktörlerden kaynaklanan ve maddi koşullara yansıyan olasılıklar değil, sistemik sorunların yayılım etkisiyle toplumun tüm kademelerinde olumsuzluklara yol açan dinamik süreçlerdir.
Toplumsal risklerin doğru tanımlanması sonrasında üç temel alanda kapasite geliştirilmesiyle toplumsal dirençlilik artırılabilir. İlk olarak riskin gerçekleşmesinden önce riski önleme, riske karşı dayanıklılığı artırma ve başa çıkma yönünde kapasite artırımı gerekir. Aşağıda görülen Türkiye deprem haritası, uzmanların periyodik olarak yaptığı uyarılar ve önceki deneyimlerde öne çıkan sorunlar deprem riski karşısında kapasite artırımının önemini göstermektedir. Türkiye’nin deprem riski İstanbul’la sınırlı değildir, bu nedenle Türkiye’nin hızlı bir biçimde tüm deprem bölgelerini kapsayan bir dirençlilik inşasına yatırım yapması, tüm toplumsal gruplara yönelik farkındalık geliştirmesi, düzenli tatbikatlar, eğitimler ve programlarla konuyu gündemde tutması gerekir.
İkinci olarak, toplumsal risklerin gerçekleştiği durumlarda iyileşme, kendi kendine yetme ve toplumsal işlevlerin sürekliliğini sağlayacak bir kapasite inşası için maddi kaynaklar ve insan kaynağı seferber edilmelidir. AFAD’ın bu alandaki çalışmaları dikkate değer olmakla birlikte, Kahramanmaraş depremlerindeki risk yönetiminin ne kadar sorunlu olduğunu, aktörler arası koordinasyonun zayıf olduğunu, risk planlamasının eksikliğini, kurumsal imkanların beklenenin altında kaldığını da görmek gerekir. Toplumsal bir risk örneği olarak Türkiye’ye yönelik göç akını, son on yılda Türkiye’nin dünyanın en büyük göçmen kitlesine ev sahibi olmasına yol açtı. Göç İdaresi Başkanlığı’nın Aralık 2024 verilerine göre geçici koruma kapsamındaki Suriyeli sayısı 2.933.205’tir. Ancak on yılı aşkın bir süredir devam eden bu kitlesel göç, maddi koşulların ve altyapının yetersizliği, kurumsal kapasitenin sınırlı olması ve değişkenlik gösteren politik yaklaşımlar nedeniyle iyi yönetilmedi ve hem toplumsal çatışmaya hem de gündelik hayata yansıya yoksulluk, sefalet gibi sorunlara yol açtı. Sonuç olarak biri doğal afet diğeri toplumsal risk olan iki durumda risk yönetimi yetersiz kaldı.
Son olarak, toplumsal dirençlilik için geçmiş deneyimlerden ders çıkarma ve yeni risklere hazırlanma büyük önem taşır. Sıklıkla olası İstanbul depremine yönelik risk değerlendirmeleri yapılmakla birlikte mevcut hazırlık seviyesi kriz anında hızlı ve yerinde müdahale öngörüsünden uzaktır. 6 Şubat 2023’te yaşanan Kahramanmaraş depremleri, 17 Ağustos 1999 depreminden gereken dersi çıkarmadığımızı ortaya koydu. Her yıl İzmir’de, Antalya’da yaşanan sel ve su baskınları, Karadeniz bölgesinde yaşanan heyelanlar yine bu alandaki farkındalığımızın ne kadar sınırlı olduğunun diğer kanıtları. Söz konusu risklerin süreklilik göstermesi ve yapısal bir boyutta etkili olması yine makro ölçekte politika yapımını ve dinamik bir risk analizini, risk yönetimini gerekli kılıyor. Ancak kurumsal yaklaşımlar mevcut haliyle toplumsal dirençliliği artırmaya yetmiyor. Bu nedenle çok boyutlu ve farklı aktörleri de kapsayan bir risk yönetişim anlayışı inşası toplumsal dirençliliği artırmak için kaçınılmaz görünüyor.
AKTÖRLERİN ÜSTÜNE DÜŞEN GÖREV DAYANIŞMAYI GENİŞLETMEK
Yönetişim kavramı sıklıkla kamu sektörü ve özel sektör işbirliğine dayalı ve proje temelli örgütsel yaklaşımları kapsıyor, bu çerçevede sivil toplum örgütleri de bir taraftan tabandaki talepleri temsil etme diğer taraftan da projeler aracılığıyla sosyal politika, koordinasyon, izleme ve değerlendirme işlevlerini karşılıyor. Her ne kadar aktörler arasında maddi destek, karar alma süreçleri ve uygulamalar açısından bir işbölümü olsa da bunun her zaman etkin bir biçimde yürütüldüğünü ve toplumsal faydayı öne çıkaracak, örneğin afet sonrası iyileşme ve kendi kendine yetme hedeflerini gerçekleştirecek düzeyde olduğunu söylemek zor. Belki bu noktada dirençli dayanışmacı yaklaşımları devreye sokarak afet süreçlerinin öznesi ve nesnesi olan yerel dinamikleri daha fazla içermenin yolu aranmalı.
Dirençli dayanışmacı bir model için öncelikle yerel düzeyde var olan formel ve enformel dayanışma pratiklerinin bir envanteri çıkarılmalı ve haritalaması yapılmalı, böylelikle en küçük yerleşim alanında dahi bir acil durum birliği saptanmalı. Yeni dayanışma birimleri kurmak yerine var olan kapasitenin değerlendirilmesi insan kaynağının yönetimi açısından etkinlik sağlar. İkinci olarak, risk yönetimine uygun mekânsal düzenlemeler yapılmalı. Bugün bir kısmının akıbeti belirsiz olan afet toplanma alanlarına ek olarak afet dayanışma alanları belirlenmeli, temel dirençlilik alanlarında risklere uygun ihtiyaç tespiti ve buna yönelik dayanışma altyapısı, örneğin sosyal mutfaklar, acil durum envanterinin depolanması, koruyucu ekipmanların hazırlanması ile sağlanmalı. Kahramanmaraş depremlerinde giden yardımların her zaman koordineli bir biçimde dağıtılmadığını, bazı kesimlere çok yardım giderken diğerlerinin yoksun kaldığını defalarca gördük. Oysa afet öncesi yapılacak bir envanter çalışması ve planlamayla, bu tür destek akışlarının yönü ve miktarı, nüfusa uygunluğu ve zamanlaması önceden yapılabilir. Üçüncü olarak, fiziksel ve sanal ortamda örgütlenmeye imkân tanıyacak dayanışma platformları şimdiden hazırlanmalı. Yerel yönetimler farklı işlevler için dijital platformlardan yararlanıyor, askıda fatura uygulamaları ya da hemşeri iletişim birimleri yaygın olarak kullanılıyor. Benzer dijital altyapılar risk yönetimi için de hazırlanmalı, risk altındaki kesimlere altyapı erişimi, bilgi akışı ve gerekirse kaynak aktarımı için zemin yaratmalı. Son olarak, sıklıkla kriz masası olarak ifade edilen anlık ve geçici müdahale alanları yerine katılımcılık, yönetişim, sürekli iletişimi sağlayacak ortak alanlar, ortak kanallar, ortak etkinlikler düzenlenmeli. Dirençli dayanışmacı bir model kriz öncesi dayanışma altyapısının kurulması, kriz anında dayanışmanın korunması ve kriz sonrası dayanışmanın geliştirilmesi ile toplumsal dirençliliği sürdürülebilir kılacaktır.
İster risk toplumu ister felaket kapitalizmi isterse çoklu krizler dönemi olarak adlandırılsın, dünya bir felaketler çağı yaşıyor. Kaynaklarını doğru kullanan, kurumsal yapılarında katılımcılığı öne çıkaran, bilgiye odaklanan ve teknolojiyi kamu yararına kullanan toplumlar felaketler karşısında daha dirençli kalıyor. Bu dirençlilik yalnızca politika yapıcıların ve karar alıcıların yukarıdan aşağı inşa edeceği bir durum değil, ancak ve ancak toplumun doğrudan katılımı ve farkındalığıyla hayata geçirilmesi mümkün bir hedef. Dayanışma, bu bilinç ve katılımcılık için kilit önem taşıyor.