YAZARLAR

Faydacı ahlakın cinsiyet temelli şiddet komisyonu hali

15’inci komisyona bir erkek başkan seçilince anlaşılıyor ki erkek şiddetine karşı mücadele konusunda bile kadınlar değil erkekler karar verici olmalı, ki kadınlar eşit oldukları “zannına” kapılıp “hadlerini” aşmasınlar şeklinde özetlenebilecek bir politik aşamaya gelmiş iktidar.

İnsanlık onuru, doğan her insanın eşitliğini kabul ile anlamını bulur. Eşitlik, amasız, fakatsız, takısız-tokasız, istisnasız her insanın doğuştan sahip olduğu temel haktır. İnsanların eşitliğinin kabulü, hayata geçirilmesi, yaşanılır kılınmasıdır, insanlık onuru. En önemlisi insan onurunu gözeten yaşam düsturuna sahip kişiler onurlu davranışları kâr-zarar hesabı gözetmeden gerçekleştirenlerdir ki ender insanlar diyebiliriz. İnsan çoğunluğu insanlık onurunun gerektirdiği erdemli yaşam yerine iyiliği kendisine faydalı olacağı hesabıyla yapar. Cennete gitme umudundan tutun makam, mevki elde etmeye kadar geniş bir skalada kâr hesabı yapılır. Yanı sıra bir de zarar hesabı var. Mahallenin, patronun, iktidarın tercihlerine aykırı ama insanlık onurunun gerekli kıldığı davranışları sergilerse dışlanmaktan hapis cezasına kadar geniş bir skalada başına gelecekleri düşünerek, iyilik yapmaktan kaçınma hali. Buna faydacı ahlak diyoruz ki ülkemizde çok yaygın. Geleneksel din yorumlarıyla tahrif edilmiş İslam’ın yaşandığı her yerde faydacı ahlakın tek ahlak anlayışı olduğunu, yöneticiden sıradan yurttaşa kadar çok geniş kesimleri esir aldığını, insanlık onuru doğrultusunda tutum takınanların ender olduğunu söylemek zorundayız.

İnsanlık onurunun gerektirdiği davranışların başında başka insanların onurunu kıracak eylem ve söylemden itinayla kaçınmak gelir. Ki başkalarını incitecek davranış ve sözler, karşısındakinin değil bu eylemi yapan kişinin kendi onurunu zedeler. Felsefenin etik alanında uzmanlaşmış filozofumuz İonna Kuçuradi işkence örneğini verir bu konuda. “İşkence, insanlık onuruna aykırıdır” ilkesinin bu eyleme maruz bırakılanı işaret etmediği görüşündedir. İnsanlık onuruna aykırılık ilkesi, işkence yapanı işaret eder. Bu felsefi açıklama ışığında bizler de işkence yapan kişinin birey olarak kendi onurunu çiğnediği gerçeğini yadsımadan sorumlu/sıralı amir silsilesi gerçekliğini göz ardı etmeyen bir yorum geliştirebiliriz. Bu durumda insanlık onuruna aykırılık ilkesinin, işkence emri verilmesini mümkün kılan sistemin kurucularını, yöneticilerini işaret edeceğini düşünmek mümkün. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele gününde kolluk eliyle kadınlara uygulanan devlet şiddetinin ne anlama geldiğini bir de bu açıdan düşünelim. 

Yukarıdaki bakış açısı bağlamında cinsiyet temelli şiddetin de işkence olduğunu dikkate almak gerekir. Kadınların yerlerde sürüklenmesi, barışçıl eylemlere katılan kadınların suçsuz yere, ibreti alem için gözaltına alınıp, tutuklanması işkencedir. Çünkü kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Ama İçişleri ve Adalet Bakanlarının emri ya da onayı veya göz yumması ile gerçekleştirilen bu işkence ideolojik fayda gerekçesiyle yapıldı. Aynı bakanlar ideolojik fayda gerektirdiğinde kadına şiddete karşı oluşturulmuş komisyonda şiddetle nasıl mücadele ettiklerini gerine gerine anlatırlar. Yönetenlerin faydacı ahlak anlayışı ile cinsiyet temelli şiddetle mücadele politikaları arasında böyle bir ilişki her zaman var oldu. Ceza Kanunu m.95 işkence suçunu düzenler. Gerekçesinde işkence olarak nitelenen eylemlere yer verilir. Bu eylemler kamu görevlisi tarafından gerçekleştirildiğinde işkence adıyla m.95 ile düzenlenmiş; sivillerin aynı eylemleri gerçekleştirmesi durumu ise eziyet adı verilerek m.96 ile düzenlenmiştir. Yani devlet yaptığında işkence, erkek birey yaptığında eziyet oluyor kadına şiddet sistematik olduğu için..

Nitekim Adalet Bakanı Yılmaz Tunç Kadına Yönelik Şiddetin ve Ayrımcılığın Araştırılması için kurulan TBMM Komisyonuna yaptığı sunumda Eziyet Maddesinde kadın lehine yapılan değişikliği övünerek örnek gösterdi. Bireylerin eziyet suçunu aile bireylerine yönelik işlemesi durumunda nitelikli suç kapsamında ele alınarak ceza arttırımı yapılmıştı eski halinde. Son yıllarda yapılan değişiklikle nitelikli kapsama ‘boşanılmış eş’ ibaresinin de eklenmesini kadın lehine yapılan iyileştirme olarak takdim etti komisyona. Oysa ayrımcılık yapıldı bu düzenlemeyle. Resmi nikahsız birliktelikler, söz, nişan, flört aşamaları ve tek taraflı ısrarlı takip şiddetiyle dijital şiddet, nitelikli eziyet suçu kapsamına alınmadığı için kadınlara yeni bir ayrımcılık getirilmişti. Adalet Bakanı ayrımcılık içeren düzenlemeyi şiddet ve ayrımcılığın araştırılması komisyonunda başarılı bir iyileştirme olarak savunabildi. Neden? Çünkü cinsiyet eşitliğini dikkate almıyor. Failin fiilini tanımlayan maddeye o fiile maruz kalan kadının faille ilişki düzeyine ve toplumsal konumuna odaklanarak yorum getiriyor iktidar. Adalet Bakanı da bu yoruma dayalı konuşuyor.

Cinsiyet temelli şiddetin tanımı yapılıp tüm biçimleriyle cinsiyet eşitliği arasındaki ilişki bağı açıklanmadan kadına yönelik şiddet ve ayrımcılıkla mücadele mekanizmaları kurulup, işletilemez. Tunç’un dile getirdiği ender doğrulardan birisi "kadına yönelik şiddetin önlenmesi topyekun mücadele gerektirir" tespitiydi. Ki İstanbul Sözleşmesi topyekun mücadelenin yolunu, yöntemini, ilkelerini belirleyip devletin bu alandaki yükümlülüklerini sıralamıştı. Sayın Bakan yeni bir şey keşfetmiş değil. Bilinen doğruları inkar ederek Sözleşme’den hukuka aykırı çekilme kararı veren iktidarın hata yaptığını itiraf etmiş oldu aslında. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ise TBMM Kadına Karşı Şiddeti ve Ayrımcılığı Araştırma Komisyonu üyeleri ile yaptığı görüşmede “KADES, tek tuşla şiddetin karşısında kadınların yanında olmaya devam ediyor. KADES uygulamasını bugüne kadar 7 milyon 648 bin 264 kişi indirdi." dedi. Bu sayı ülkemizde şiddete uğrama endişesi yaşayan kadınların toplam sayısı değil. Bu çok yüksek rakam 85 milyonu aşmış nüfusun yarısı oluşturan kadınlar arasından şiddete uğrama endişesi yaşayanlar içinde akıllı telefona, uygulamayı kullanma kapasitesine ve internet erişimi imkanına sahip olan kadınların sayısı olabilir ancak. 85 milyonun yüzde 10’unu, kadın nüfusunun yüzde 20’sini aşan cinsiyet temelli şiddet ihtimalinden söz edildiği ortada. Ancak cinsiyet eşitliğinden söz eden yok. Eşitlik kavramını kullanırken fırsat eşitliği, kanun önünde eşitlik, haklar bakımından eşitlik gibi takılar kullanmak cinsiyet eşitliğinin dolaylı yoldan inkarıdır. Cinsiyet eşitliğinin inkarı ise kadınların insanlık onurundan dışlanması anlamına gelir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini toptan reddederek, her türlü resmi metinden ve söylemden çıkaran siyasi irade adına yapılan her konuşmada eşitlik kavramının, haklar, fırsatlar gibi takılarla kullanılması, kadınların “insanımsı” varlık sayıldığı izlenimi veriyor. Erkekler insan, kadınlar ise bazı yönlerden insana benziyormuş gibi bir siyasi yaklaşım anlaşılıyor. Bu yaklaşımın faydacı ahlakla ilişkisi ise kadınlara bir kısmı kağıt üstünde kalan bazıları da kısıtlı şekilde hayata geçirilmesi gereken bir takım haklar tanınması, esas itibariyle toplumun, ailenin düzenini yani aslında egemen erkekliğin konforunu garanti altına almanın adı oluyor. Eşitsizlikten kaynaklanan cinsiyet temelli şiddet, salt kadın olarak doğduğu için uygulanan ataerkil şiddet ise devletin, erkekler lehine kurduğu konfor düzeninin sürdürülmesini zorlaştırdığı ölçüde bizim iktidarın sorunu haline geliyor. Neden böyle düşünüyorum derseniz bu konuda kurulan 15’inci komisyondan söz ettiğimizi hatırlatayım. Önceki komisyonlar raporlarıyla toplam 1248 öneri geliştirmişler. TBMM Başkan Vekili ve CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, derlediği bu çözüm önerilerinin yüzde 10’unun bile hayata geçirilmediği tespitini sosyal medyada yayınladı. Cinsiyet temelli şiddet sorununun çözümü için sunulan somut önerilerin çok azı iktidar tarafından kabul edilmiş ve uygulamada yer verilmiş olmasına rağmen yeni bir komisyon kurulması, kadınlar lehine bir sonuç çıkarmayacaktır.

Üstelik 15’inci komisyona bir erkek başkan seçilince anlaşılıyor ki erkek şiddetine karşı mücadele konusunda bile kadınlar değil erkekler karar verici olmalı, ki kadınlar eşit oldukları “zannına” kapılıp “hadlerini” aşmasınlar şeklinde özetlenebilecek bir politik aşamaya gelmiş iktidar. O komisyonda erkeklerin yönetici olması kadın üyelerin, iktidarın belirlediği sınırlar içerisinde kalmasını sağlayacak bir nevi gardiyanlık konumu ile açıklanabilir.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.