YAZARLAR

Fay değil, akıl tutulması hatları

99 depremini Kocaeli'nde yaşadığında 14 yaşındaydı. Arama kurtarmacılara duyduğu büyük hayranlık hayatının akışını belirledi. Özgehan Günaydın, bugün kurtarmacı güvenliği üzerine yoğunlaşmış tecrübeli bir kurtarmacı. Mesleğini de uzaklaşmadan seçmiş, aynı zamanda iş güvenliği uzmanı. Yaşadığı İstanbul'da büyük bir deprem beklemenin ruh halini anlatıyor, ekipler arası rekabetten tekbirlere, İzmir depreminden kimi sahneleri yorumluyor.

Depremle belirsizliğe savrulan, sonra da değişen bir hayattan konuşmak... İzmir'de bir dolu hayat sadece rant hırsı, devletin üzerine düşeni yapmayışı ve insan hayatına verilen kıymetsizlik yüzünden sonlanmışken, yüz binlerce hayat kendine yeni yollar ararken...

Özgehan Günaydın'ın hikâyesini anlatmaya 17 Ağustos 1999'dan başlamalı. Hayatına yön veren gün. Kaydı hızlı sararsak, eğer Covid-19 karantinasından Ege Depremi'nden birkaç gün önce çıkmamış olsaydı, arama-kurtarma ekibinin parçası olarak enkazda bulunacaktı Özgehan. İlk görüşmemizde geçmişin fay hatlarından geleceğinkilere geçmiştik ve artık yaşadığı kent olan İstanbul'da beklenen büyük deprem daha yakın görünüyordu. Bir büyük deprem atlattıktan sonra bir büyük deprem beklenen kentte yaşamak; bundan da konuşacaktık uzun uzun.

Kocaeli, Derince'deki evlerinde 17 Ağustos depreminin sarsıntısıyla uyandığı zaman 14 yaşındaydı Özgehan. Çok net değil o geceden zihninde kalanlar. Şimdi hiç doğru bulmadığı bir şey yapıp artçı ilk sarsıntıda daireden çıkmaya çalışırken eşiğin altında durduğunu hatırlıyor. Daha önce benzerini ne ailesinden, ne komşularından kimse yaşamadığı için, evden uzaklaşmayı başardıklarında, bomba mı patladı, yoksa kıyamet dedikleri bu mu, diye konuşulduğu kalmış aklında bir de. Dışarıda büyük bir kargaşa, panik, korkulu bir belirsizlik. Arabaya gitmeyi akıl ediyorlar sonra, radyoyu açıyorlar. Ama depremin asıl etkisini güneş doğduktan sonra fark edecekler. Mahalleyi gezince, yıkılan binaları görünce, tanıdıklardan ölenleri duydukça, televizyon izledikçe.

Özgehan'ın, annesi, babası ve abisiyle yaşadıkları apartman, o depremde bütünlüğü bozulacak bir hasar almadı. Evde devrilen büyük eşyalar hiçbirinin üzerine denk gelmedi. Kendilerini şanslı hissettiler. Apartmanlarının bahçesi uygun olduğundan, küçük bir çadır-köye dönmüştü. Depremden sonra uzunca zamanı, bundan sonra ne olacağını bilemeden çadırda geçirdiler.

“Sonra deprem benim gençliğimi de, yetişkinliğimi de etkiledi” diyor Özgehan. O gece yaşadığı korkunun tüm hayatına egemen olduğu bir travmadan değil, belki hiç farkında olmadan üzerine gidilmiş bir korkunun, hayatın akışını değiştirmesinden söz ediyor aslında. Depremi takip eden günlerde bakmaktan gözlerini alamadığı bir görüntü var: Enkaz altından insanların, hayvanların çıkarılması için uğraşan arama kurtarmacılar... Çadırlarda elden ele dolaşan gazetelerde, hep birlikte karşısına geçilen televizyonlarda hep onları izliyor ve o 14 yaşındaki çocuk bir karar veriyor: “18 yaşına geldiğimde ben de onlardan olacağım”.

KURATARANLARIN GÜVENLİĞİ 

Özgehan hakikaten 17 yaşında bir yerel kurtarma ekibine katılıyor, 18'inde de gerekli eğitimleri alarak AKUT'un bir parçası oluyor. Sonrası bugüne kadar yurt içinde ve dışında, kentlerde ya da doğada sayısız arama kurtarma operasyonu. İzleri 14 yaşının o tahayyülünde aranabilir belki de, Özgehan'ın yıllar içinde uzmanlaştığı alan kurtarıcı güvenliği. Özellikle gönüllü kurtarmacılar için kritik olan bu konuda Türkiye'de teorik bilgi eksiklik olduğunu düşünüyor; yurt dışında da çeşitli eğitimler almış bu yüzden.

Depremin hayatındaki yönlendiriciliği aslında bu kadarla kalmıyor. AKUT'taki yıllara yayılan gönüllü faaliyeti dışında, eğitimini aldığı, geçimini sağladığı başka bir işi var: Özgehan iş güvenliği uzmanı. Tercihlerini belirlerken neyin ne kadar etkili olduğunu o zaman çok fark etmese de, aslında çok uzak olmayan bir alanda çalışıyor. Yıllardır işi farklı sektörlerde çalışanların sağlığını önceleyerek denetimler yapmak, eğitim ya da danışmanlık hizmeti vermek.

Çalışanların sağlığını öncelemek, Türkiye gibi ülkelerde bir idealden söz etmek oluyor, hele meslek hayatının büyük kısmında tersanelerde çalıştığı düşünülürse. Tüm işletmeleri aynı kefeye koymadığını, her şeye rağmen titiz davrananlar bulunduğunu söylüyor. Fakat sürekli işverenler lehine dönüştürülen iş sağlığı mevzuatından da yakınıyor. İşverenin ihmalinden kaynaklanan kazalarda anında “günah keçisi” ilan edileceğinin de farkında. Her adımı, her imzayı bunu aklında tutarak attığını söylüyor. Fakat dinledikçe seziyorsunuz ki, bunu yargılanma korkusundan çok, onu bu yola iten “kurtarıcı” rol modelinin de etkisiyle “kurtaramama” endişesiyle yapıyor. Gıda ve inşaat sektörlerinde de deneyimi var; mutlak bir ölümlü kazayı engellediğini düşündüğü hadiseler anlatmasını istiyorum. En çok tersanelerden geliyor hikâyeler. Gemi onarımlarından, tank boyamalardan. “Manevi tatmininden” söz ediyor mesleğinin.

TEKBİRLER, İTİŞLER, KAKIŞLAR 

Çok kısa bir süre önce Covid-19 atlattığından, bağışıklığının bu kadar zayıf olduğu bir döneme denk gelmeseydi Özgehan da İzmir'de enkazda olabilirdi. “Uzun yıllar birlikte eğitim aldığım, birlikte eğitim verdiğim, hayat kurtarma üzerine yıllarca fikir yürüttüğüm arkadaşlarım katıldı İzmir depremi operasyonuna. Bir de ekibimin kurtarmacı güvenliğiyle ilgili kurallarını yazanlardan biri olduğum için, o kuralların sahada uygulanması bile katkıda bulunduğumu hissettiriyor” diyor. Arama kurtarma çalışmaları, yıkımın neden yaşandığını unutturan bir siyasi gösteriye dönüştürülse de kurtarmacının enkazda bir canlının daha nefes aldığını keşfedişi tarife ihtiyaç duyan bir an. Çok yoğun bir duygu değişiminin yaşandığı bu anı kelimelere dökmek Özgehan açısından da kolay değil, “Yorgunluk, stres, gerginlik gibi hislerden birden mutluluğa, rahatlamaya geçersiniz. O gurur ve işe yaramış olmanın verdiği huzur, hem psikolojik, hem sosyolojik açıdan gerçekten incelemeye değer bir şey bence” diyor. 

Bizzat İzmir'de bulunmasa da tecrübesiyle yanıtlayabilir. Özellikle dört yaşındaki Ayda Gezgin'in enkazdan çıkarılmasının ardından, kurtarmacılar arasında sedyeyi taşıyan olmak için yaşanan kargaşa çok kişinin dikkatini çekmişti. Yıkım alanında ekipler arası bir tür rekabet mi yaşanır? Sedyenin başında gördüğümüz bu irkiltici sahne tam olarak neydi?

Özgehan Günaydın

“Başarıya birlikte imza atmış, birlikte ter dökmüş insanlar arasında böyle bir barbarlığı daha önce ne duydum ne de gördüm. Hiç alışılmış bir durum değil. Kızcağız zaten olabilecek en zor durumdan kurtarılmış. Bu ortamın oluşmasının arkasında öncelikle olay yerinin ve insan kaynağının doğru yönetilmemesi var. Hele bir de salgın hastalık söz konusuyken yüzlerce insanın o şekilde alanda bulundurulması sonucunda böyle olaylar kaçınılmaz olur. Bu operasyonda birçok insanın, kurumun emeği var. Müşterek operasyonlarda kazazedeyi kim taşıyacak sorusu illa akla gelir. Oradaki herkes de o kızı taşımaya katılmak ister. Bu doğal ve masum bir istek. Ama bir kurtarmacının, sırf kendi taşısın diye kazazedeyi taşıyan başka bir kurtarmacının elini kolunu çekmesinden ciddi dersler çıkarmak gerekiyor.”

Aynı görüntülerin üzerinden bir daha gidelim, Ayda'nın o sedyede sarsılarak ambulansa taşınmasından evveline. 91 saati bir binanın yıkıntısı altında geçirmiş bir çocuk gün ışığını gördüğü ilk anda dışarıda tekbirler yükseliyor. Bu nasıl bir sahne?

“Çok sıradan bir durum değil. Öncelikle oradaki kurtarmacıların 91 saat enkaz altında kalan kız çocuğunun psikolojik durumunu düşünerek hareket etmesi gerekir. Kazazedenin başında her ne sebeple olursa olsun yüksek sesle bile konuşulmamalıdır. Sakince, korkutmadan, sarsmadan müdahale edilir. Kurtarma sonrasında insanların coşkulanması, bu başarıdan gurur duyması, inananların yaratıcılarını yüceltmesi doğal şeyler olabilir. Fakat öyle bir anda bu hasletlerin ifadeleri mutlaka bir ölçü içinde olmalı.” 

DEPREMİ BEKLEMEK... 

Ailesi hâlâ Darıca'da yaşıyor, Özgehan ise beş yıl önce İstanbul'a taşındı. Büyük bir tane atlatmışken, en az onun kadar bir depremin beklendiği bir şehirde yaşama tercihi, herkese çok anlaşılır gelmiyor tabii ki. Kocaeli'nden bir arkadaşının ona misafirliğe gelişini, bir gece zor dayanıp ertesi gün döndüğünü anlatıyor.

“Ben de korkuyorum, ciddiyetin, hangi problemler olabileceğinin farkındayım ama bununla yaşamaya alıştım. Tarihi yarımadada oturuyorum, olağan zamanlarda bile bazı sokaklarına ambulansın, itfaiyenin girmekte zorlandığı bir yer. Daha yakında şahit oldum, hâlâ betonun içinde deniz kabuğu görülebiliyor bu ülkede. Bazı binalar depreme gerek kalmadan yıkılacak nitelikte. Bu zamana kadar hazırlık yapılmamış olması tedirgin ediyor. Zaten huzurlu olabilmek için bu konuda cahil olmak gerekir. O zaman neden burada yaşadığımı sorabilirsiniz. Ben iş için taşınmadım İstanbul'a. Klişe gelebilir belki ama sadece bu şehirde yaşamayı çok seviyorum.”

İstanbul tarihine özel ilgisiyle de gelişmiş bir sevgi söz ettiği. Örneğin en fazla özlediği şey olduğundan pandemi dolayısıyla evde geçen haftaların ardından ilk iş bütün kara surlarını takip ederek, tüm tarihi yapılara tek tek girerek saatlerce yürüyüşlere çıkmış. Roma, Osmanlı, sonra birden 80'lerden bir gecekondu, bu katmanlarla birlikte yaşamanın onu çok etkilediğini söylüyor. Belki ben böyle dinlemeye yatkınım, tarihin enkazında “canlı” kalanlarla kurduğu bir ilişkiyi çağrıştırıyor tarif ettiği sevgi.

Bir deprem ülkesinde yaşarken, yakın zamanda onlarcasıyla sınanmış, dünyanın depremde en fazla kayıp verenlerinden olmuşken, hâlâ bunu bir belirsizlik gibi yaşamak ancak politik ve toplumsal gerekçelerle mümkün. Özgehan, afet hazırlığıyla sınırlı kalmayan, aslında fay hatları dışında ülkeyi sarmış akıl tutulması hatlarından söz ediyor.

“Yoğun bir sosyokültürel yozlaşma var. Üzerine maddi kaygılar, ekonomik belirsizlikler de eklenince ciddi bir tektipleştirme, sorgulamama, fikir söyleyememe hali çıkıyor ortaya. Bu duruma gelmemiz doğal bir toplum evrimi. Plansız olduğunu da zannetmiyorum, bu tektipleştirme özellikle yönlendiriliyor. İstediğini ifade edemeyen, hakkını arayamayan, verilenle yetinen, onlarca kanaldan canlı yayınlarla beyinlerine fikirler enjekte edilen insanlar isteniyor. Farklı seslerin sürekli bastırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Kafalar tam çalışmadığı, algılar açılmadığı için insanlar haklarını da aramamaya başlıyor. İş kazalarına da, doğaldır, yaptığımız işin fıtratında bu var, dendiği zaman, 'Hayır öyle değil' diyecek akıl kalmıyor. Deprem kadar bu akıl tutulması tehlikeli geliyor bana. Bu düşünmeme, ses çıkarmama, konuşmama hali...”

99 depremiyle birlikte “çaresizliği yaşamanın” hayatını şekillendirdiğini söylüyor Özgehan. 10-11 yaşlarından itibaren karikatürler çizermiş, o sıra “büyüyünce” mizahla ilgileneceğini düşünürmüş. 14 yaşından sonra içinden çizmek pek gelmemiş. Hayat bambaşka bir yöne gitseydi yaşanabileceklere dair ara ara insanın içini gezinen, bugünden hiçbir cevapla da tam aradığını bulamayacak o merakla anıyor bunu.

Sırada: Belirsizlikten hayat kurmak/ Suriyeli şair Ahmed Jundi

Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.