Fars Dünyası: Aksa Tufanı ve ABD’den İran’ın nükleer kapasitesine blokaj

İran Hamas’a verdiği desteği yüksek perdeden dile getirse de savaşa müdahil olmaya istekli değil ve bu konuda hala geçerli gerekçelere sahip.

Google Haberlere Abone ol

Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin El Kassam Tugaylarının 7 Ekim’de düzenlediği Aksa Tufanı operasyonunun ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları sürüyor. İran destekli Lübnan Hizbullahı, İsrail’in kuzeyinde dikkat dağıtıcı manevralarda bulunsa da artan kayıplarına rağmen henüz yeni bir cephe açmaya meyilli değil. Öte yandan hareketin Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın bu hafta yaptığı konuşmasında, “8 Ekim’den bu yana Hizbullah’ın zaten savaşa müdahil olduğunu” belirtmesi, Lübnan’ın pozisyonunu anlamamıza yardımcı oluyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 31 Ekim’de ateşkesi reddederek kara harekâtının genişletilmesiyle üçüncü aşamaya girdiklerini açıklaması, uzun vadede Hizbullah’ın çatışmaya tam anlamıyla dahil olarak yeteneklerini ortaya koymasıyla sonuçlanabilir.

Ancak İran’ın savaşa doğrudan dahil olmayacağını defaatle belirtmesi, Hizbullah’ın Hamas’a verdiği desteği minimize ederek İsrail’e sınırlı hava saldırılarıyla karşılık vermeye devam etmesi, Irak, Suriye ve Yemen’deki Şii direniş gruplarının savaşın gidişatını istenen düzeyde etkileyememesi; Hamas’ın ve Filistin İslami Cihat Örgütü’nün güç aşınımına uğramasına ve tıpkı Rusya-Ukrayna savaşında olduğu gibi savaşın uzamasıyla, şiddet sarmalına girilmesine, can kayıplarının, savaş suçlarının ve zorunlu göçün artmasına ve uluslararası kamuoyunun Gazze’de yaşananlara ve daha geniş bir perspektifle “Filistin davasına” olan ilgisinin azalmasına neden olabilir. Bu bağlamda İran’ın hem vekil güçleri hem de Suudi Arabistan başta olmak üzere Orta Doğu’daki Sünni cephe ile ilişkileri kayda değer bir önem taşıyor. İran Hamas’a verdiği desteği yüksek perdeden dile getirse de savaşa müdahil olmaya istekli değil ve bu konuda hala geçerli gerekçelere sahip.

ABD Temsilciler Meclisi’nden Hamas ve İran’a yönelik yeni caydırıcı kararlar

İran’daki reformist Şark gazetesinin haberine göre hem ABD Senatosu hem de Temsilciler Meclisi’nde, 7 Ekim’deki Hamas saldırılarını İran’ın ABD ile yaptığı esir takası ve bloke edilen 6 milyar dolar değerindeki varlığının serbest bırakılmasıyla ilişkilendirenler var. Dolayısıyla Müslüman ülkelerden aldığı destekle nüfuzunu ve operasyonel kapasitesini arttırdığı düşünülen Hamas’a karşı İsrail’e destek olmak ABD için elzemdi. İran, ABD Kongresinin biraz da bu eşitsizliği gidermek üzere devreye girdiğini düşünüyor. Neticede 2 Kasım itibarıyla ABD Temsilciler Meclisinde, 196 “hayır” oyuna karşı 226 “evet” oyuyla İsrail’e sağlanacak 14,3 milyar dolarlık yardım paketini içeren yasa tasarısı (H.R.6126) onaylandı. Tasarının yasalaşması için hem Temsilciler Meclisi’nden hem de Senato’dan geçmesi ve Biden tarafından imzalanması gerekiyor.

Bu karardan bir gün önce ise ABD Temsilciler Meclisi Hamas’ı ve İran İslam Cumhuriyeti’ni cezai yaptırımlarla hedef alan bir yasayı (H.R. 340) da onayladı. Hamas ve Diğer Filistinli Terörist Grupların Uluslararası Finansmanını Önleme Yasası, “Hamas’a mali destek sağlayan ya da Hamas liderlerini barındıran ülkeler arasında İran, Katar ve Türkiye de var” sözlerini sarf eden Temsilciler Meclisi üyesi Cumhuriyetçi Brian Mast tarafından meclise sunulmasının ardından 46 aleyhte oya karşılık 363 lehte oyla kabul edildi. 46 aleyhte oyun biri Cumhuriyetçi diğer 45’i Demokratlara aitti.

Öte yandan çatışmanın yayılması ve İran’ın savaşa dahil olması durumunda, savunma kapasitesini arttırmak için nükleer silaha ihtiyaç duyabileceğine dair yapılan analizler, şu sıralar Batı basınını epey meşgul ediyor. Temsilciler Meclisi’nden çıkan bir başka karar da bu bağlamda değerlendiriliyor. Meclis Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Michael McCaul, son yaptığı konuşmasında nükleer sahibi bir İran’ın asla kabul edilemez olduğunu vurguladı ve bu tehlikeye karşı ABD’li yetkilileri uyardı. İran’ın nükleer programını kınayan McCaul’un sunduğu üç sayfalık yasa (H. Res. 559) 53 aleyhte oya karşılık 354 lehte oyla kabul edildi. Böylece İran’ın hiçbir koşulda nükleer silah elde edememesinin, ABD’nin vazgeçilmez bir politikası olduğu ve bunun için tüm tedbirleri alacağı ilan edilmiş oldu.

Ancak hatırlayalım; Amerikalı ve İsrailli yetkililer, İran’ın bu saldırıyla doğrudan bağlantılı olduğuna dair ellerinde herhangi bir kanıt bulunmadığını söylemiş hatta Amerikan istihbaratına bağlı bazı kaynaklar İranlı yetkililerin saldırı karşısında şaşırdığını dahi belirtmişti. Elbette Tahran’ın bunu büyük bir zafer olarak gördüğüne şüphe yok. Tahran, İsrail istihbarat birimlerini şoka uğratan, böylesine büyük çaplı bir operasyonda “muzaffer” olduğunu düşündüğü Hamas’a güçlü desteğini gizlemiyor ve saldırıları gerçekleştirenleri kamuoyu önünde överek niyetini açıkça belli ediyor. Ama yine de temkini elden bırakmıyor ve kendisine karşı yöneltilen suçlamalara, “Hamas’a olan desteğini” değil lakin “savaştaki dahiliyetini” reddederek yanıt veriyor. Savaş süresince Rehberlik makamından yapılan itidalli açıklamalar da bunun bir göstergesi oldu. Üstelik bu politikasını, İsrail’in kademeli ve kara hattı boyunca genişleyen manevraları karşısında da sürdürdü. Zira Tahran’ın bu savaşa dahil olmamak için önemli bagajları var ve bunlardan biri de nükleer müzakereler. Bu açıdan Aksa Tufanı operasyonunun başlamasının, Biden yönetiminin İran’la perde arkasında yürüttüğü nükleer müzakereleri ve diğer diplomatik süreçleri marjinalleştirdiğini düşünenlerin sayısı hiç de azımsanacak cinsten değil.

Operasyonla hedeflenen taraflardan biri Filistin meselesini gündeminden çıkarmaya çalışan Suudi Arabistan oldu

Bazı Batılı uzmanlara göre Aksa Tufanı operasyonuyla hedeflenen taraflardan biri, Filistin meselesini gündeminden çıkarmaya çalışan Suudi Arabistan oldu. Ancak İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesini kısa vadede de olsa etkileyen Hamas-İsrail savaşına rağmen Muhammed bin Salman’ın hâlâ İsrail ve İran’la eş zamanlı ilişkiler kurmanın yollarını aradığına dair iddialar var. İsrail ile görüşmelerin, kapalı kapılar ardında ve eskisinden daha sessiz de olsa devam edeceği ancak artık Suudilerle ilişkilerin normalleşmesi için İsrail’in ödemek zorunda olduğu bedelin daha da yüksek olacağı söyleniyor. Zira 7 Ekim öncesinde İsrail, Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye hazır görünüyordu, savaş tüm bu ilerlemeleri durdurdu. Bu durumdan son derece memnun olan İran için bölgede mevcut statükoyu sürdürmenin olağan hale geldiği söylenebilir. Suudi Arabistan ile yedi yıl aranın ardından normalleşen ilişkiler, Filistin meselesi de dahil birçok konuda Riyad ile eş zamanlı olarak ortak politikalar üretmeyi mümkün kılabilir. Ancak Yemen’deki İran destekli Husilerin (Ensarullah Hareketi) Hamas’ın yanında hizalanması, ilişkilerinin kırılgan bir zeminde sürdürülmesine neden olabilir. 5 Kasım’da Husilerin İsrail’i roket ve insansız hava araçlarıyla hedef aldığı saldırıların Suudi Arabistan’ın hava savunma sistemleri tarafından engellenmesi bunun açık bir göstergesi. Husilerin İsrail’e karşı “üçüncü cepheyi” resmen açtığını ilan etmesi Tahran-Riyad hattında yeni gerilimleri beraberinde getirebilir.

Nasrallah’ın konuşmasının İran kamuoyuna yansıması

Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırıdan sonra yaptığı ilk konuşma, İran’daki resmi medya kuruluşları, gazeteler ve hükümete yakın çevrelerde de geniş yankı uyandırdı. Devrim Muhafızları Ordusu ile iltisaklı Tesnim Haber Ajansı ve müesses nizama bağlı Cam-e Cem gazetesi, Nasrallah’ın bu çıkışını “akıllı bir strateji” olarak değerlendirdi ve İran ile Lübnan’ın İsrail’e karşı sürdürdüğü politikalardaki paralelliğe dikkat çekti. Bu bağlamda Nasrallah’ın bir yandan İsrail saldırılarına şiddetle karşılık verirken diğer yandan çatışmaların kontrol altına alınması için uğraş vermesi, bu uğraşı Müslüman devletlere İsrail ile ilişkilerini kesmeleri, gıda ve petrol ihracatını durdurmaları konusunda yaptığı çağrıyla desteklemesi, İran’ın savaşın durdurulması için gösterdiği diplomatik çabayla özdeşleştirildi. İran’ın çatışmaların başladığı tarihten bu yana Irak, Lübnan, Suriye, Katar ve Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaretler, New York’ta kurulan temaslar ve 5-6 Kasım’da önce Hamas’ın Siyasi Büro Şefi İsmail Heniye’nin, ardından da Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Devrim Rehberi Ayetullah Ali Hamaney tarafından ağırlanması diplomasi trafiğinin hız kesmeden devam ettiğini gösteriyor.

Reformist Şark ve Sazendegi gazeteleri Nasrallah’ın “saldırıların tamamen Filistinli komutanlar tarafından gerçekleştirildiği” ve “Hizbullah ile İran’ın operasyona dahil değil operasyondan haberdar dahi olmadığı” iddialarına vurgu yaparken diplomasi trafiğiyle ilgilenmeyen ve savaşın tırmanacağını düşünen, bu açıdan İsrail ile birlikte bölgedeki ABD mevzilerinin de hedef haline geleceğini savunan şahinler savaş çığırtkanlığı yapmaya devam etti. Genel yayın yönetmeni Devrim Rehberi tarafından atanan Keyhan Gazetesi, Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Cevan gazetesi ve Kudüs Gazetesi, Gazze’ye yönelik saldırıların durmaması halinde Hizbullah’ın tüm kabiliyetiyle savaşa dahil olacağını ve bölgenin “geniş çaplı bir savaş” ile karşı karşıya kalacağını savundu. Sosyal medya ve Telegram kullanıcıları ise ikiye bölünmüş durumda. Kimileri Nasrallah’ın açıklamalarını Lübnan halkı için akılcı ve pragmatik bulurken kimileri konuşmanın beklentiye oranla daha cılız bir etki yarattığı görüşünde. Devrim Muhafızları Ordusuna yakın Telegram kanallarından Cevangerân’da bir kullanıcının, “Konuşma, geçtiğimiz hafta boyunca çeşitli haber ajansları tarafından yapılan reklam ve bundan doğan beklentilerle örtüşmüyor” şeklindeki paylaşımı, İran içinde de yeterli konsolidasyonun sağlanamadığını gösteriyor.

Savaşın devam etmesi çözümü kısa vadede neredeyse imkânsız birçok krize neden olabilir

Her ne kadar şu an için olası görünmese de uzmanlara göre, Şii milislerin kontrolsüz saldırıları karşısında İsrail’in İran ile olası bir bölgesel savaşa sürüklenmesi Orta Doğu’dan Avrupa’ya ciddi bir mülteci akınına, bölge genelinde aşırılıkçı, köktenci hareketlerin artmasına ve uluslararası petrol piyasasında meydana gelebilecek büyük aksaklıklar da dahil olmak üzere çözümü kısa vadede neredeyse imkânsız birçok krize neden olabilir. Bu açıdan savaş, İran’a nükleer kapasitesini arttırması için hem bir fırsat hem de güçlü bir gerekçe sağlayabilir. Zira bu çalkantılı ortamda sistematik olarak savaştaki sorumluluğunu reddeden İran, Batı ile müzakerelerinin meyvesi olarak, Reisi hükümetinin hanesine yazılacak diplomatik bir başarı dahi kazanmış ve kendisine uygulanan balistik füze ambargosunun kaldırılmasını sağlamıştı. Üzerinde baskı hisseden, bölgesel düzlemde ABD üsleri ve İsrail yayılmacılığıyla karşı karşıya kalan İran’ın zamanla daha rijit ve daha radikal bir tutum sergilemesi beklenebilir. Yine de ambargolar ve uluslararası izolasyonla mücadele eden İran için, Filistin meselesinden meşruiyet devşirmek artık eskisi kadar kolay ve kullanışlı değil. Bu bakımdan Tahran cephesinden Filistinlilere verilen desteğin dini, ahlaki ve siyasi düzlemde tutulması daha faydalı bir opsiyon olarak görülüyor olabilir.