Faili meçhul cinayetler yüzyılı

Yüzyıl boyunca koca ülke faili meçhul cinayetlerle yaşadı. İkinci yüzyılda bunlardan kurtulmak mümkündü ancak dizayn edilen güvenlik rejimi, cezasızlık politikalarını bu yüzyıla da taşımış görünüyor.

Google Haberlere Abone ol

Gökçer Tahincioğlu

Türkiye’nin, Cumhuriyet'in ikinci yüzyılına başlarken, “nasıl bir devlet?” sorusuna da yanıt bulması ya da en azından araması bekleniyordu. Ancak son on yılda yaşananlar, ülkeyi son on yılda yaşananlara taşıyan süreç, çok sesli bir arayışın istenmediğini, bu soruya çok önceden bir yanıt bulunduğunu ve bunun yaşama geçirilmesi için her türlü enstrümanın kullanıldığını açıkça gösterdi.

Buraya geleceğiz… Ancak nereye gittiğimizi görmek için kuşkusuz geride bıraktığımız yüzyıla dikkatlice bakmakta fayda var. Olumlu taraflarına, bizi bugün Ortadoğu’daki birçok ülkeden ayıran yönlere değil, en olumsuz olana odaklanarak… Zira elimizde kazanım olarak bugün hala tutabildiğimiz başta laiklik olmak üzere değerleri muhafaza etmenin hesaplaşmaktan korkmamak ve hesaplaşılması gereken kimi yöntemlerle bu değerleri de çalmaya çalışanlara karşı mücadele etmekten başka bir yolu yok.

FAİLİ MEÇHUL BİR BAŞLANGIÇ

20. yüzyılın başında modern devlet olmanın gereklerinden biri de kuşkusuz, bulunan yeni yönetim modellerinde bile elde sıkı sıkıya tutulan şiddet kullanma tekelini sınırları da aşarak kullanabilmek yeteneğiydi.

Peki modern devlet nasıl oluyor da bir taraftan insan hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak ortaya çıkarken diğer taraftan bu hak ve özgürlükleri ihlal edebiliyordu ve ediyor? Daha da önemlisi bu ihlaller nasıl oluyor da sadece devlet tarafından değil toplumun büyük bir bölümü tarafından da meşru görülüyordu ve görülüyor?

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde büyük bir iktidar istenciyle devleti yönetmeye başlayan İttihat ve Terakki’nin “faili meçhul cinayetler” konusundaki büyük şöhreti bugüne ışık tutabilir.

Modern devlet olabilmek iddiasıyla ilan edilen meşrutiyetin azılı muhalifleri, sadece siyaset alanında mücadele vermiyordu. Bir de hayatta kalmaları gerekiyordu.

İttihat ve Terakki’nin ilk faili meçhul-belli cinayetlerinden biri, Serbestî gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Hasan Fehmi'nin 1909’da öldürülmesi oldu. Galata Köprüsü üzerinde vurularak öldürülen Hasan Fehmi’nin cenazesine katılanların büyük öfkesi, 31 Mart Vak’ası olarak bilinen gelişmelerin yolunu açtı.

Ancak cinayetler durmadı. Ahmet Samim, Zeki Bey gibi tanınmış gazete yazarları da benzer yöntemlerle öldürüldü.

Cumhuriyet'in öncesi ve sonrasında da bazı “alışkanlıklar” değişmedi. Bugün bile tam anlamıyla aydınlatılmamış olan Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de 28 Ocak 1921’de katledilmeleri en temel örneklerden birisi.

Tutulan listelerde 1909’dan 2010’a kadar sadece gazeteciler arasından 112 ismin öldürüldüğü görülüyor.

33 kurşun-Muğlalı olayı gibi örnekler, kişilerin özel olarak hedef alınarak yok edildiği bu listelerde yok. Oysa bu olayların da çok sayıda örneği var.

EGEMENLİĞİN PARADOKSU

Aynı soruya geri dönelim. Nasıl oluyor da modern devlet, bir taraftan insan hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak ortaya çıkarken diğer taraftan bu hak ve özgürlükleri ihlal edebiliyor?

Burada modern devletin olmazsa olmazı “hukukun” geri çekildiği ancak devletin bütün kudretiyle baki kaldığı anlara odaklanmakta fayda var. Bütün bunlar sadece Türkiye’de yaşanmıyor elbette. Yazının başındaki ifadenin nedeni bu. Modern devlet olmanın gerekleri bunlar!

Giorgio Agamben’in ifadesiyle “meşru şiddet” kavramı aydınlatıcı. Agamben, meşru şiddetin, hukukun geri çekildiği ancak devletin baki kaldığı anlarda ortaya çıktığını söylüyor. Egemen ile şiddet arasındaki temel ilişkiye dikkati çekiyor. “Egemenliğin paradoksu” olarak isimlendirilen tartışma, bütün bu konuşulanların çerçevesini de çiziyor.

Bu noktada bir dizi temel önerme var.

Modern devlet, adalet ve şiddet arasındaki bağı silikleştirmek için çabalar.

Modern devletin hukuk kurallarına bağlı olduğu, insan haklarını ve uzlaşmaya dayalı toplumsal sözleşmeyi sonuna kadar desteklediği konusunda ısrarcıdır.

Vatandaşlar için geçerli hukuk kuralları, devlet ve devlet adına yetki kullananlar için de geçerlidir.

Bu önermelerin tamamını anlayabilmek için “egemenliğin paradoksu” kavramını anlamak mühim. Bu paradoksu anlamak için de iktidarın ölüm ve yaşam üzerinde sahip olduğu karar verme hakkına bakmak ufuk açıcı. Çünkü egemenliğinin kaynağı tam da bu karar vermek hakkında yatıyor.

HOMO SACER

Max Weber’e göre devlet yeryüzündeki en yüksek güç olmakla kalmaz aynı zamanda yine bu sebepten dolayı yaşam ve ölüm üzerinde söz hakkına da sahip olur. Devlet, egemenliğini korumak ve yeniden üretmek için yurttaşlarının ölümüne karar verebilir. Egemenliğin paradoksu üzerine yaptığı tartışmalarla öne çıkan Carl Schmitt de devletin bu özelliğine savaş olgusu üzerinden vurgu yapar. Düşünüre göre devlet savaşma olasılığını ve böylelikle insanların yaşamları üzerinde açıkça tasarrufta bulunma yetkisini elinde bulundurur. Çünkü insanların yaşamları üzerinde sahip olunan bu yetki egemenliğin kaynağıdır.

Michel Foucault da bedenin, iktidarın nesnesi olarak nasıl kurulduğunu tartışmaya açarak iktidar ve beden arasındaki ezeli ilişkiyi açığa çıkartır.

Agamben’in homo-sacer kavramına ilişkin yürüttüğü tartışmalarda paradoks açığa kavuşur. Çıplak hayat homo-sacer kavramına denk gelir: Öldürülmesi cinayet sayılmayan kimse…

Başka bir ifadeyle meşru şiddetin nesnesi olan özne. Bir kimsenin homo-sacer olarak konumlanması, egemenin egemenliğini tehdit etmesi ile mümkündür. Bu aşamada çalışmanın temel sorularından birini tekrar hatırlayalım: Peki nasıl oluyor da yurttaşını korumakla yükümlü egemen, şiddet kaynağı oluyor ve kendi koruması altındaki yurttaşını bir homo-sacer olarak konumluyor? Schmitt şöyle yanıtlıyor:

“Egemen, hukuk düzenin aynı anda hem dışında hem içindedir. Eğer egemen gerçekten hukuk düzeninin, kendisine istisna durumunu belirleme ve dolayısıyla da yürürlükteki düzeninin gerçekliğini askıya alma yetkisi verdiği kişi ise, o zaman, “egemen hukuk” düzenin dışında bulunmasına rağmen düzene aittir; çünkü, bu durumda anayasanın askıya alınıp alınmayacağına karar vermek bu kişiye düşer.”

HUKUKUN ÜSTÜNDE, HUKUKTAN MUAF

Açıkça görülüyor ki egemen, kendini hukuk kurallarının üzerine yerleştirerek, hukuktan da özgürleşmiş hale gelebiliyor. Homo sacer hukuktan dışlandığında ise egemenin kurallarından kurtulmuş olmuyor. Aksine, hukuk tarafından düzenlenmeyen ve her türlü şiddete ve ihlale açık olan bir dizi kuralsızlığın nesnesi haline geliyor.

Daha kolay anlaşılması için olağanüstü hal dönemlerine bakılabilir. Olağan koşullardaki yasaların askıya alındığı, tamamen yeni bir hukuk düzeninin hızlı biçimde inşa edilebildiği olağanüstü hal dönemlerinde yapılan eylemler, bir biçimde yasal kılıfa büründürülür. 12 Eylül dönemi bunun tipik bir örneği.

Yasa ihlal edilmiş olmaz, bir süreliğine askıya alınan yasanın yerine yenisi zaten vardır. Bir hukuki düzen sürmektedir ve meşruiyet alanı çok geniştir.

Egemen için olağanüstü hal dönemleri yine de hukuki bir çerçeve oluşturur. Kendi çizdiği bir çerçeve. Ancak bu geniş yetki alanı aynı zamanda şunu da söyler. Herhangi bir olağanüstü hal kuralı olmasa da zaman zaman hukuk kurallarının dışına çıkılabilir ki zaten toplumun da buna rızası vardır. En azından egemenin rıza üretme kapasitesi ona bu yetkiyi sağlar. Bu yönüyle uygulanan şiddet de diğer şiddet eylemleri de meşrudur.

Egemenliğinin tehdit altında olduğunu düşünmek egemenliği tehdit eden insanlara yönelik tüm şiddet türlerini meşru hale getirir. Hukuk çekilir, devlet baki kalır.

İKİ CİNAYET

Bu çerçeve ne yaşadığımızı göstermesi açısından mühim. Böyle bir çerçevenin çizilmiş olması elbette modern devletlerin uygulamalarından kaynaklanıyor ve Türkiye de bu devletlerin tipik ve sivri örneklerinden birisi…

İki cinayeti örnek göstermek anlamayı kolaylaştırabilir.

Tek partili dönemde sosyalist kimliğini gizlemeden, devlet kadrosunda çalıştığı dönemler dahil, muhalif yazı, öykü ve romanlarıyla dikkati çeken Sabahattin Ali cinayeti ilk örnek.

Sabahattin Ali, Nihat Atsız’ın ihbar mektupları ve kamuoyu açıklamalarıyla hedef haline gelip, devlet kadrosundan çıkartıldıktan sonra Aziz Nesin ile Markopaşa’yı çıkarmaya başladı. Markopaşa, her iki ismin beklemediği derecede ilgi gördü. Devlet de kayıtsız kalmadı elbette. Kısa sürede yasaklama kararları çıktı, davalar açılmaya başlandı. Sabahattin Ali, cezaevine giriyor, çıkıyor ve hemen yeniden hedef haline geliyordu. Artık nefes alamaz hale gelmişti. Ailesini bile geçindirmekte zorlanıyordu. Bir kamyon kiralayarak nakliyeciliğe başladığında, son yolculuğu da başlamış oldu.

1948, Türkiye açısından kritik bir yıldı. ABD ile yakınlaşmaya çalışan Türkiye, Sovyetler Birliği ve sosyalizmle arasına kalın bir çizgi çizdiğini kanıtlamak istiyordu. Yaşanan birçok gelişme de bunun kanıtıydı.

Sabahattin Ali, iddiaya göre, Bulgaristan’a kaçabilmek için Ali Ertekin adlı, ordudan atılan bir insan kaçakçısı ile anlaştı. Ertekin, sınıra yakın bir noktada dinlendikleri sırada Sabahattin Ali’yi kafasına vurarak öldürdü. Cinayet, aylarca gizli kaldı. Aylar sonra Ertekin, aniden ortaya çıkıp cinayeti itiraf etti. Hakkındaki dava hızlı biçimde bitirildi. Milli Emniyet ve polise muhbirlik yaptığı ortaya çıkan Ertekin, “milli hislerinin galeyana gelmesi” gerekçe gösterilerek sadece dört yıl ceza aldı ve bunun sadece iki yılını yatarak çıktı.

Faili belli olmasına rağmen neden faili meçhul Sabahattin Ali?

Zira Ertekin’in bu cinayeti işleyip işlemediği yıllarca tartışıldı. Sabahattin Ali’nin Ertekin tarafından tuzağa düşürüldüğü, yakın bir noktada sorgulandığı, işkencede öldüğü iddia edildi ancak buna ilişkin somut kanıt da yoktu.

Yıllar sonra, Sabahattin Ali’nin adım adım takip edilerek fişlendiği belgelerle açığa çıktı.(1) Fişlenme belgeleri ile ortaya çıkan diğer belgeler, Sabahattin Ali’nin ormanda, bir kuytuda öldürülerek gömülmüş olamayacağını ortaya koyuyordu. Ali Ertekin’in rolünü de…

FAİLİ MEÇHULLER

Bu cinayetten yaklaşık 60 yıl sonra, bir başka yazar, gazeteci Hrant Dink, 2007’de, İstanbul’un orta yerinde vurularak öldürüldü.

Cinayet, birçok açıdan Sabahattin Ali cinayetine benziyordu.

Sabahattin Ali gibi, Hrant Dink de öldürülmeden önce hedef haline getirilmişti. Hakkında bir toplumsal nefret uyandırılmak istenilmiş ve kısmen başarılı olunmuştu. Yargıtay tarafından “Türklüğü aşağılamak” suçundan mahkûm edilmiş, Sabiha Gökçen ile ilgili haberlerinden dolayı da hedefe konulmuştu.

Milliyetçi çevrelerde, Hrant Dink bir nefret nesnesiydi artık. İstanbul’un orta yerinde Dink’i arkasından tek kurşunla öldüren Ogün Samast yakalandığında, Türk bayrağı önünde gururla poz vermesini sağlayan polisler de aynı atmosferi solumuşlardı.

Cinayet, “milliyetçi çevrelerin hassasiyeti”, “bu hassasiyetle büyümüş sokak çocuklarının eseri” gibi gösterilmek istenildi.

Elbette böyle değildi ve böyle olamaz zaten. Doğası gereği olamaz.

Önce Ogün Samast’ı yönlendiren, keşif yapmaya götüren, eline silah verenlerin kimliği ortaya çıktı. İğneyle kuyu kazıldı… Yasin Hayal ve Erhan Tuncel adlı azmettiricilerin hem polis, hem jandarmayla bağlantıları olduğu anlaşıldı. Hrant Dink’in öldürüleceği yönündeki istihbarat bilgisinin İstanbul Emniyeti’nden gizlendiği, istihbarat notunun sümenaltı edildiği anlaşıldı.

Ve cinayetin bir belirsizlik içinde kalması için yıllarca çaba harcandı.

Ne kadar tanıdık değil mi?

GEÇMİŞTEN BUGÜNE

Bu şaşmaz yöntemler, toplumsal meşruiyetle birlikte uygulanır. Öldürülen kişinin “terörist, bölücü, anarşist, yıkıcı” gibi sunulması bir adettir. Ya da bir gruba yönelik suç işlenmişse, o grup da mutlaka “terörist” gibi gösterilir.

Bütün bu cinayetlerin amacı, düşmanlaştırılan kişinin yok edilmesi ve bu yolla topluma gözdağı verilmesidir elbette. Ancak mutlaka bir “hat değişiminin” de işaretidir.

Çok partili döneme geçiş, 1960 askeri darbesi, 68 kuşağının özgürlükçü eylemlerini sonlandırma hedefi, 71 muhtırası, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz, OHAL, başkanlık sistemi…

Bütün bu kritik tarihlerin öncesine ve sonrasına bakıldığında tablo daha da anlamlı hale gelir.

DOĞAN ÖZ’ÜN İŞARET ETTİĞİ

“Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.”

Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, 1970’lerde, kontrgerilla ve Gladio yapılanmasını araştıran ilk isimlerden biriydi. Bu ifadeler hazırladığı raporda yer alıyordu.

Türkiye’nin şehit edilen ilk savcısı oldu. Evinin önünde, aracına binmek üzereyken 24 Mart 1978’de katledildi.

12 Eylül öncesinde işlenen ve faili meçhul bırakılan cinayetlerden sadece biriydi.

90’LAR VE SERİ CİNAYETLER

12 Eylül darbesi, “düşman” gördüklerini sadece idam ederek yok etmiyordu. Faili meçhul cinayetlerin yanında, gözaltında kaybetme, işkencede öldürme temel yok etme yöntemlerindendi.

90’lara gelindiğinde devlet PKK’ya karşı koymak görüntüsü altında çetelere teslim edildi. Susurluk ve JİTEM, batıda ve doğuda benzer yöntemlerle, “terörist” ilan edilen, üstelik bizzat dönemin başbakanı tarafından ilan edilen isimleri öldürmeye başladı.

Abdullah Çatlı gibi bir katliam hükümlüsü ve uyuşturucu suçlusu kahramanlaştırıldı. Sahte kimlik ve pasaportla devlet adına istediği yerde istediği eylemi gerçekleştirdi. Oyunun biçimi değiştirilmek istenildiğinde ise Çatlı ile bütün çetesi deşifre edildi. Küçük cezalarla dönem geçiştirildi.

DOKUNULMAZLAR

Bugün hala, 90’lardaki faili meçhul cinayetleri işleyenler hakkında beraat kararı verilebilmesinin ve dosyaların zamanaşımına sokulabilmesinin nedenini anlamak için baştaki çerçeveyi okumak yeterli.

Cezasızlık kültürü, mutlak biçimde egemenliğin paradoksu kavramı ile açıklanmaya çalışılan yönteme eklenmiştir zira.

Devlet adına bu eylemleri yapanlara dokunulmazlık sağlamazsanız, bu eylemleri yapacak kimseyi bulamazsınız. Tarihsel olarak cezasızlık sistemi bu eylemleri yapan kamu görevlilerinin ceza almamasını, ceza alması kaçınılmazsa çok düşük bir ceza almasını, cezaevine girmesi kaçınılmazsa en iyi koşullarda yatmasını ve kahramanlaştırılmasını içerir. Ve bununla birlikte öldürülen, işkenceye uğrayan kişinin “kriminal, terörle ilişkili” olarak gösterilmesini…

FAİLİ BELLİ AMA MEÇHUL

Abdi İpekçi, Cevat Yurdakul, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu, Hrant Dink, Tahir Elçi…

Avukat Yusuf Ekinci, Avukat Faik Candan, Müfettiş Namık Erdoğan, işadamı Behçet Cantürk ile şoförü Recep Kuzucu, Cantürk’ün yakını müteahhit Fevzi Aslan ile kardeşi Şahin Aslan, Behçet Cantürk’ün avukatı Medet Serhat, Medet Serhat’ın şoförü İsmail Karaalioğlu, işadamı Savaş Buldan, Savaş Buldan’ın akrabaları Hacı Koray ve Adnan Yıldırım, İranlı uyuşturucu kaçakçısı Lazem Esmaeli ve Asger Simitko, ANAP’lı Keskin İlçe Başkanı Metin Vural.

Liste çok ama çok uzun.

Sivas Katliamı, Roboski, 1 Mayıs 1977…

Bütün bu cinayetlerin ortak özelliklerinden biri de aslında katillerin bilinmesi. Kimi zaman birilerinin yargılanarak dosyanın kapatılması. Ancak azmettiricilerin asla ve asla ortaya çıkartılmaması.

Faili belli devlet cinayetlerinin, faili meçhul olarak bırakılması. Dosyaların zamanaşımına uğraması, katillerin bir bölümünün kaçırılması…

En başa dönelim ve giriş cümlelerini tekrarlayalım:

Türkiye’nin, Cumhuriyet'in ikinci yüzyılına başlarken, “nasıl bir devlet?” sorusuna da yanıt bulması ya da en azından araması bekleniyordu. Ancak son on yılda yaşananlar, ülkeyi son on yılda yaşananlara taşıyan süreç, çok sesli bir arayışın istenmediğini, bu soruya çok önceden bir yanıt bulunduğunu ve bunun yaşama geçirilmesi için her türlü enstrümanın kullanıldığını açıkça gösterdi.

Yüzyıl boyunca koca bir ülke faili meçhul cinayetlerle yaşadı. Davalar, bitmeyen adalet arayışı, yeni cinayetler… İkinci yüzyılda bunlardan kurtulmak mümkündü ancak dizayn edilen güvenlik rejimi, cezasızlık politikalarını bu yüzyılın başına da taşımış gibi görünüyor. Yeni anayasa ile de bunu taçlandırmak arzusu ile dolu bir iktidar söz konusu… Kazanımları korumak, cinayetlerle sistemin yapı taşlarının döşenmesi alışkanlıklarını bitirmek, adaleti sağlamak, bütün kazanımların korunması için de elzem. Ve mücadele tam da buradan başlıyor.


(1) Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, Gökçer Tahincioğlu, İletişim Yayınları, 2023