YAZARLAR

Eşitlik için her gün 8 Mart her gün mücadele

Biz kadınlar "Cins kırım var Meclis göreve" diyerek GRAVIO Türkiye raporunu uygulamak için siyasi iradeyi, ev ödevini yapmaya çağırdık. Ancak siyasi irade cins kırımı durdurmak için değil, ataerkil şiddeti durdurmak için değil, 8 Mart eylemlerini durdurmak için harekete geçti. Kaymakamlıklar salonlardaki basın açıklamalarını bile yasakladı. Biz de her gün 8 Mart her gün mücadele diyoruz. Hadi bakalım!

Günde en az üç kadın öldürülüyor. İktidar bu gerçeği duymak istemiyor, bildiği halde bilmezden gelmeyi tercih ediyor. Her gün, her saat, bu satırlar yazılırken, okunurken evlerde, kuytu köşelerde, karanlık sokaklarda köprü altlarında veya gün ortasında kadınlara, çocuklara şiddet uyguluyor erkekler. İktidar ve iktidarın polisi, yargısı sadece sokak ortasında işlendiği ve o da sosyal medyada yayınlandığı takdirde ilgileniyor. İlgisi, sosyal medyadan yayılan toplumsal tepkileri yatıştırma eğilimiyle sınırlı üstelik. Beşikten mezara erkek şiddetiyle cinsimiz kırılıyor. Sıfır yaşındaki bebelerden 92 yaşındaki ninelere cinsel saldırı gerçekleştiren, o suçun aynı zamanda tek tanığı olan kadını, o suçun aynı zamanda en önemli delili olan o bedeni ortadan kaldırmaya yöneliyor erkek şiddeti. Hesaplı planlı cins kırım uyguluyor. Ancak toplumun ve iktidarın dikkatini ancak sosyal medyada yayınlanan görüntüler çekiyor. 8 Mart yaklaşırken Samsun Canik’te yaşanan şiddetin görüntüleri sosyal medyada yayınlanmasa İbrahim Zarap şu an elini kolunu sallayarak dolaşıyor olabilirdi. Bu cümlenin kötü niyetle yazılmış boş bir tahmin olmadığını, yaşanmış örneklere dayanılarak yazıldığına dair örneklerden birisi Emine Bulut cinayetidir. Hatırlarsınız, gittikleri lokantanın önünde yani yine sokak ortasında ve yine kızının çığlıkları arasında çoklu bıçak darbeleriyle öldürmüştü onu, yine boşandığı erkek. Fedai Varan da boşandığı kadını, çocuğunu görmek bahanesiyle çağırmıştı. İbrahim Zarap da kendisinden boşanmış olan kadını, çocuğunu almak için gittiğinde öldürmeye teşebbüs etti, öldüresiye vurdu sokak ortasında. Buraya kadar iki olay arasında hiçbir fark yok görüldüğü gibi. Ve asıl büyük benzerlik iktidar tepkisinin sosyal medyadaki infialden sonra gelişinde yatıyor.

İbrahim Zarap’ın şiddetini de Fedai Varan’ın şiddetini de sosyal medyada video paylaşımıyla öğrendik ve tepkiler yükselince şiddeti önlemekle yükümlü olanlar halkı yatıştırmak için şiddeti, üstelik çok hatalı sözlerle kınadılar. Ama iki olay arasında tek bir fark var, beş günlük bir fark. Fedai Varan, sokak ortasında çoklu bıçak darbeleriyle işkence ederek Emine Bulut'u öldürdükten beş gün sonra duyduk biz bu cinayeti. Yanı başındaki kızı “anne lütfen ölme” diyerek ağladıktan, Emine “ölmek istemiyorum” feryadıyla yardım çağırdıktan, herkes izledikten beş gün sonra görüntüler sosyal medyada yayınlanınca öğrendik. Aradan geçen beş gün içerisinde yerel basın yazmadı. Ulusal basın yazmadı. Yerel, ulusal kanallar yayınlamadı. Emniyet açıklama yapmadı. Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, AÇSH Bakanı, Sağlık Bakanı, Parti Sözcüsü akla daha kim gelirse hiç birisi Fedai Varan’ı telin etmedi. Savcılık o beş gün içinde iddianame bile yazmadı. O beş günde yapılan tek şey Emine’yi toprağa vermekti. Erkek şiddeti, kadın cins kırımı sosyal medyada toplumsal tepki oluşturduğu takdirde iktidarın dikkatini çekiyor. Tepkilerin büyümesini önlemek isteyen, "cezasız kalmayacak, davaya müdahil olacağız, hayati tehlikesi yok, şiddetin en aşağılık hali" gibi sözlerin her birisi şiddetle mücadele ilkelerine aykırı ve sadece toplumun infialini baskılayan ifadeler.

İktidarın sosyal medyayı hayli önemsediğini zaten sıklıkla sosyal medyaya sınır getirme arzusunu açığa vuran tedbir arayışlarından da biliyoruz. Kadına yönelik erkek şiddetinin sosyal medyada görünür olmasından sonra görevlerini hatırlayan, şiddeti önlemekle yükümlü kurumların en üst düzey yetkilileri (sistem gereği karar verici diyemiyoruz) devlet şiddetinin görünmesinden rahatsız değiller. Kadına yönelik devlet şiddeti, kadınların şiddetle mücadele dahil tümüyle eşitlik arayışını önlemek için uygulanıyor. Alanlarda, sokaklarda, gecelerde kadınların sloganlarını, danslarını, politika önerilerini durdurmak istiyor. Her an her yerde uygulanan erkek şiddetini durdurmak yerine "cins kırım var, şiddeti durdur" diyen kadınları susturmak yolunu seçiyor. 25 Kasım'da Yoğurtçu Parkı'na girişleri önlemiş, eylemi engellemiş, park dışında yapılan basın açıklaması sonrası konuşmacıları eylem alanından uzaklaştıktan sonra takip ederek gözaltına almıştı. 6 Martta Kadıköy’de yapılan eylem sonrası yine konuşmacıları, bindikleri taksiyi takip ederek yani alandan uzaklaşırken gözaltına aldılar. Hatta "ters kelepçe, şiddet, işkence var" diyen arkadaşlarını da sonradan gözaltına aldılar. Ancak ifadelerini almadılar. İfadelerine ihtiyaç duymadan tutukladılar.

İktidar, emniyet, yargı eşitlik çağrısı ve şiddetin önlenmesi talebine karşı çok cevval ama şiddet failleri uzaklaştırma kararına rağmen cinayet işlerken polis, aranmakla bulunamıyor. Şiddeti, cinayetleri değil ifade özgürlüğünü önlemekle görevlendiriliyorlar çünkü. Yetkililerin son derece sığ ve bir o kadar hatalı ifadeleri yazmak için şiddet sonrası klavyeye sarılması anlamsız. 25 Kasımlarda, 8 Martlarda kadın ve LGBTİ+ örgütlerine gösteri ve yürüyüş hakkı tanımayan polis/devlet şiddeti ile evlerde sokaklarda kadınlara yaşam hakkı tanımayan erkek şiddeti arasında fark yok. Devlet, toplum, aile üçgeninde baskılanıp itaate zorlanıyor kadınlar. İtaat etmeyenler ya evlerde ya alanlarda şiddetle itaate zorlanıyor. 2021 8 Mart'ında da cins kırımı konuşmak, ataerkil şiddetle mücadeleye odaklanmak zorunda bırakılıyoruz. Oysa yazılacak ne çok konu, çözülecek ne çok sorun, yapılacak ne çok eylem var. Bir güne sığması imkansız. Üstelik erkek şiddeti, devlet şiddeti, kadın kazanımlarına yönelik saldırılar, karalama kampanyaları her gün gerçekleşiyor. Bu nedenle EŞİK-Eşitlik için Kadın Platformu, “Bir gün değil her gün 8 Mart her gün mücadele” sloganı ile ördü bu yıl 8 Mart eylemlerini.

Her gün 8 Mart her gün mücadele anlayışıyla ola ki emekçi kadınları ve örneğin Kod-29 ile işverene ispat yükümü bile vermeden işten çıkarma hakkı tanınmasını, iyi niyet ve ahlak gibi indi, muğlak kavramlar karşısında kadın çalışanların durumunu gerektiği şekilde konuşabiliriz. Başta örnek verdiğim iki şiddet olayında da çocuklarla kişisel görüşme hakkının kötüye kullanılışını, şiddet faili erkek tarafından çocukların ne denli olumsuz etkileneceği hiç dikkate alınmadan şiddet fiilini gerçekleştirmek için kullanılmasına rağmen devleti yönetenlerin “icralık çocuk” çarpıtmasına dair konuşup yazmak mümkün olur belki. İcralık çocuk çarpıtmasını dikkate alarak devletin yeni düzenleme yapmasının ne anlama geldiğini, kadınların velayet hakkını aşındırmak amacı taşındığını daha çok konuşabiliriz. Meşru müdafaa hakkını, tahrik indirimini sadece erkek cinsine özgüleyerek uygulayan yargı sisteminin, kendisini savunan kadınlara ve kadınları savunan erkeklere niçin ve nasıl ağır cezalar verdiğini de çokça konuşmak gerekir bu çerçevede. Ve bunların hepsi erkek şiddetinin sistematik ve kolektif oluşunu gösterdiği için kadın cinayetleri cins kırım derken ne denli haklı olduğumuz, çıkar ortaya. Sağlık, eğitim, akademi, yargı, bakım hizmetleri gibi alanların alt kademelerinde kadın varlığının cinsiyet eşitliğine yakın düzeylerde olmasına rağmen, karar mekanizmalarında yok denecek kadar düşük sayıda kadın varlığına yol açan etkenleri, kadının toplumsal statüsünü örneğin bu 8 Mart'ta çok yetersiz düzeyde dille getirdik. Ama her gün 8 Mart, her gün mücadele anlayışıyla daha çok eylem yapılacak. Biz kadınlar "Cins kırım var Meclis göreve" diyerek GRAVIO Türkiye raporunu uygulamak için siyasi iradeyi, ev ödevini yapmaya çağırdık. Ancak siyasi irade cins kırımı durdurmak için değil, ataerkil şiddeti durdurmak için değil, 8 Mart eylemlerini durdurmak için harekete geçti. Kaymakamlıklar salonlardaki basın açıklamalarını bile yasakladı. Biz de her gün 8 Mart her gün mücadele diyoruz. Hadi bakalım!

SUSMUYORUZ!

İTAAT ETMİYORUZ!

 

Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.