Erinç Büyükaşık: Gidenler göçmen, kalanlar daha mı az göçmen?

Erinç Büyükaşık'la Liman Yayınları tarafından yayımlanan kitabı 'Sınırlar Kapalı'yı konuştuk. Büyükaşık, "Öykünün ilham kaynağı, iki yıl önce sınır kapısında bekleyen göçmenlerdi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Çelik

DUVAR - Erinç Büyükaşık, ilk olarak 'Suya Gazel' ve 'Hep Uzak' kitapları ile okuyucunun karşısına çıktı. İnsanın hallerini gerçeğin merceğinden yansıtan yazar, okuyucuyu farklı zamansallıklarla yolculuğa çıkarıyor. Son öykü kitabı 'Sınırlar Kapalı'da ise göçü, bireylerin özlemini, gurbetini ve yabancılığını ele alıyor; unutmalar ve hatırlayışlar üzerine uzun bir mücadeleyi tasvir ediyor. Göç ve vicdan konuları üzerine yoğunlaşan Büyükaşık'ın öykülerinde, kadınlık-erkeklik rolleri ve dezavantajlı gruplar üzerinden de tartışmalar yer alıyor. 

Öykülerinde birçok açıdan kimlik mücadelesini ele alan Büyükaşık'ın merkeze aldığı noktalardan biri de göç. Göçün evrensel bir olgu olduğuna dikkat çeken yazar, "Aslında hepimiz göçmeniz. Her ne kadar yıllardır bu kentte yaşasak da hep bir göç etme, uzaklaşma ve kaçma isteği içerisinde oluyoruz. Ya kaçabilenler vardır ya da kaçamayıp kaçma düşleri kuranlar... Burada da benzer bir payda var" diyor. 

Erinç Büyükaşık'la son kitabı 'Sınırlar Kapalı' üzerine konuştuk. 

'Sınırlar Kapalı'yı size yazdıran duyguya biraz daha yakından bakmak istiyorum. Öykülerinizi yazarken nasıl bir motivasyonla hareket ediyorsunuz? Bu kitapta okuyucuyu neler bekliyor? 

Bütün öykülerde çok benzer bir ortak payda ve kesişen noktalar var. Aslında bu kesişen noktaların birçoğu yaşanmışlıkların derinlerinden çıkan şeyler. 'Sınırlar Kapalı'nın içindeki, zaten kitaba da adını veren öykü, bizim evimizde konuk olmuş bir göçmen arkadaşın hikâyesi üzerinden çıktı. Burada can güvenliğiyle ilgili sorunları olan bir arkadaşımızdı ve yaşamını bir şekilde kurtarmayı başardı. Ailesinden, ailesinin tehditlerinden sıyrılmayı başarmış bir kahraman olarak, benim öykümde de varlığını sürdürdü.

'ÖYKÜNÜN İLHAM KAYNAĞI, İYİ YIL ÖNCE SINIR KAPISINDA BEKLEYEN GÖÇMENLERDİ'

'Sınırlar Kapalı'yı okumaya başladığımızda Lübnanlı efsanevi şarkıcı Fairuz’un da seslendirdiği Asfur şarkısı karşımıza çıkıyor. İnce ve küçük bir ayrıntı gibi görünse de aslında şarkı, derin manasıyla öykü boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha önceki kitaplarınızda da göçmenleri işlediğiniz öykülerinizle karşılaşmıştık. Göçmenleri anlatma isteğinizin temelinde yatan bir sebep var mı?

 

Asfur, bülbülün kafesten çıkma isteğini anlatan bir özgürlük şarkısı. Aslında şarkı, birebir Filistin meselesine gönderme yapıyor. Bu paydada Suriye savaşından çıkmış, en zor koşullarda, koğuş gibi odalarda yaşayan ama aynı zamanda kendisi gibi göçmenlerin arasında bir yabancı olan bir kahramanın çıkışsızlığı var. Bu öykünün kendi içinde bu kadar güncelliğini koruyacağını hiç düşünmezdim. Çünkü öykünün ilham kaynağı, iki yıl önce sınır kapısında bekleyen göçmenlerdi ve hala bekliyorlar… Hala Avrupa’ya göç etmek çabasında, ölen insanlar var.

'BENCE HERKES BİR ‘ÖTEKİ’, ÇOĞUNLUK DA BİR ‘ÖTEKİ’'

Yazdıklarınızda ve anlattıklarınızda sık sık içimizdeki ötekinin gerçekliğiyle burun buruna geliyoruz…

“Öteki”, edebiyatımızda çok sık dayanak haline gelen ve sığınılan bir liman olmaya başladı. Birçok yazarın, “Ben LGBTİ+ bireyleri anlatan bir roman yazıyorum” dediğine tanık olduğumda, “Gerçekten orada bir tanıklık olacak mı? Yoksa sadece kalıp bir bilgi var, kahraman hakkında zihinde oluşmuş bir klişe var ve o klişe üzerinden bir dram mı yaratılacak?” diyerek bakıyorum. Öteki tabirini çok ayrıştırıcı bir biçimde kullanıyoruz. Bence, herkes bir öteki, çoğunluk da bir öteki.

Ernest Hemingway yazmayı, “Yazacak hiçbir şey yoktur. Sadece bir daktilonun başına oturur ve kanarsın” sözleriyle tasvir ediyor. Peki, siz bir öyküyü yazmaya nasıl karar veriyorsunuz? Yazıya oturduğunuzda tüm akış şekillenmiş oluyor mu? Yoksa öykü, karakterlerle olan yolculuğunuzda mı ortaya çıkıyor?

Öykü kendisini yaratıyor galiba, en azından ipucunu veriyor. Biraz teknik bakıyorum, öyle “Bilgisayarın başında yazmaya başladım ve bitti” diyemediğim bir süreç var. Çünkü atılması gerekenler var. Gereksiz dediğim bir yığın ayrıntının, yazar sızması dediğimiz bir yığın ukalalığın metne hakim olabilme riski var. Onun için çok denetleyici olmak gerekiyor. Öte yandan karakterler kendisini yaratıyor. Bunun üzerinde benim kurduğum bir zihinsel bağ oluşmaya başlıyor. Biraz da onunla ilgili düş görmeye çalışıyorum.

"Niçin dünyaya geldiğini biliyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın."
"Zaten bir başkası olmak için, yanıp tutuşan bütün mutsuzlar adına hikâye anlatmak, kendi sıkıcı gövdeleri ve ruhlarından kurtulabilmeleri için keşfedilen en büyük hileydi." 

Sınırlar Kapalı, Erinç Büyükaşık, 100 syf., Liman Yayınevi, 2022.

Bir öykünüzde mütedeyyin bir ailenin çocuğu, ana karakter olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllardaki tartışmalar da malum… Dindar ailelerde büyümüş pek çok kişi, deist veya ateist olarak tanımlıyor kendini. Tam olarak bu şekilde tanımlamasalar bile dinle aralarına ciddi mesafe koyduklarını ifade ediyorlar. Bu tartışmalar veya bu tartışmaların öznelerinden de ilham aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Sürekli bir izleyici konumundayız zaten. En azından ben, izleyicilik kadar mesleki olarak da tanıklıklar içerisindeyim. Öğretmenlik bana pek çok insanın hayatına tanıklık etme imkanı sunuyor. Girdiğim her sınıfta mutlaka bu tür mütedeyyin mahallelerden gelen öğrencilerim var. Son zamanlarda bu öğrencilerin bir kırılma yaşadığını görüyorum, özellikle de son iki yılda… Tabir yerindeyse bu çocuklar, kabuklarını kırmış durumdalar. Öte yandan benim kahramanlarımın birçoğunda tam bir kabuklarını kırmışlık hali yok, hala bir sıkışmışlık içindeler. Gerçek dünyada da sadece kabuğunu kırmış insanlar yok çünkü. Bu sıkışmışlık içerisinde olan, bir yandan da sessiz sakince bekleyen ama içinde bambaşka çatışmalar, özlemler ve doyurulmamış istekler yaşayan nice insan var. 

Anlatım tekniğiniz hakkında neler söylersiniz? 

Benim bir türlü vazgeçemediğim bir anlatım tekniği var. Bu anlatım tekniğinin bir adı da var: Serbest dolaylı anlatım. Serbest dolaylı anlatım, Türkiye'de yer yer yeni yazarların da başvurduğu bir anlatma şekli. Bu teknik için bilinç akışının daha yeni yorumu da diyebiliriz. Bu yeni yorumla, farklı zihinlerin içinde seyahat edebilir, eylemi farklı zihinlerin içerisinden verebiliriz.

Büyülü gerçekçilik benim sevdiğim yaklaşımlardan biri. Burada kimler var diye bakarsak, Latin Amerika edebiyatı zaten büyülü gerçekçiliğin en iyi örneklerini vermiş. Bunu, 'Kırmızı Pazartesi'yle somutlayabiliriz. 'Kırmızı Pazartesi'de bir cinayet vardır ve aslında herkes bu cinayetin suç ortağıdır. Burada anlatımı sinema diliyle ilişkilendirmek istiyorum. Edebiyat metinlerinin iki boyutu var. Eyleme dayalı boyutunda mimetik bir yaklaşım var. Mimetik yaklaşım şöyle bir bakış açısı: Gözün uzamında devam eden bir bakış var ve göz uzaktan tanık olmayı tercih ediyor. Tiyatroda da söylediğimiz gibi, mimetik anlayış nedir? Taklide dayalıdır. Taklit gerçeğini vermez. Taklit aslını vermez, yansımasını verir. 

Bir de “Diegetik anlatım” denilen bir kavram vardır ki işte bu, sinemanın edebiyata kattığı bir armağan gibi geliyor bana. Zorunlu olarak eylemi, çatışmayı merkeze koyma ve zorunlu olarak sahnelemeyi merkeze koyma meselesi… Artık eylemler, kahramanın zihniyle birlikte yürür, dış gerçeklik ve iç gerçeklik, zihnin içi ve dışı beraber yolculuğa çıkar metin içerisinde.

Şimdiye kadar okuyucu karşısına sadece öykülerinizle çıktınız. Bundan sonraki süreçte okurlarınıza bir roman müjdesi vermeyi planlıyor musunuz?

Bitti diyebileceğim bir roman var, birkaç ay sonrasında yayınlanmış olacak. Romanda plaza perspektifinden öte, aslında apolitik bulunan, beyaz yakalılığın kendi içinde de bir vicdan barındırdığı ve bu vicdanın arkasında yitik bir taşralılığın olduğu vurgusu var. Bu roman, bir beyaz yakalılık, vicdan ve taşra romanı olacak. 

Taşra, müteddeyin aile, cemaat-tarikat ilişkilerini ve taciz meselelerini de ele aldığım romanda, bu çabanın içerisinde susmak, seyirci kalmak zorunda kalan bir kahraman da var. Kahramanın adı Murat olacaktı. Murat’ın evrensel bir kahramanla paralel bir hayatı olduğunu fark ettim. O da Kafka'nın 'Dönüşüm'ünün kahramanı olan Josef K. Ben de kitabıma 'Murat K'nın Çoğul Tarihi' adını verdim.