YAZARLAR

Erdoğan kendini iktidara mahkûm ederken

Otoriterizm, popülizm ve faşizm: Birbirlerinden farklı ama iç içe, kol kola yürüyen üç kavram. Ama asla birbirine karıştırılmaması gereken üç kavram. Düpedüz faşist olana “popülist” dersek eğer işler karışmakla kalmıyor, bir de üstüne siyasal olan yanlış yerden kurulmaya başlanıyor. Bu nedenle son on yılda yükselişe geçen otoriterleşmeyi çoğu kez tek başına popülizm kavramıyla yumuşatmadan faşiste faşist demeyi bilmek gerek.

HATIRLA(T)MA

Uzun bir zamandır aynı konuyu farklı yönleriyle ele almaya gayret ediyorum. Bugüne, kör topal işleyen bir parlamenter sistemden, başkanlık sistemi denilen “milli şeflik replikası” bu sisteme nasıl geldiğimizi özetlemeye çalışıyorum. Yazıda bunu kabine sisteminden kabile sistemine geçiş olarak özetlemeye çalışmıştım.

Yazılarımda, dünden bugüne geçen süreci, üç farklı düzeyde ele almanın mümkün olabileceğini iddia ettim; cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemini konuşmak için üç katman olduğunu düşündüm. Magma, zemin ve sahne.

Daha henüz magma üzerine konuşabildik; aynı konuda sohbete de devam ediyoruz. Sizlere, magmadan ne kastettiğimi anlatmaya çalıştım; magmayı tasavvur edebilmek için Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında -Wallersteinci anlamda- Dünya Ekonomi’ye (The World Economy) nasıl tepkiler verdiğini, erken Cumhuriyet’in nasıl dönüştüğünü, bunun Türkiye siyasetinde yarattığı helezonları, döngülerini izah etmeye çalıştım. Bu süreç aynı zamanda, başbakanlar ile cumhurbaşkanları arsındaki güç dengesinin değiştiği, şoför koltuğuna başbakanların oturduğu bir dönemi de ifade etmekteydi.

Bu süreci kabine (cabinet) sisteminin inşası olarak ele almakta mümkün görünüyordu. Geçtiğimiz haftalardaki yazılar boyunca, Erdoğan’ın, işte bu “kabine” sistemi yerine kendi “kabile” sistemini, “reistokrasi”sini getirip koymaya çalıştığını tartışmıştık. Ancak yine yazılarda bir detaya dikkat etmek gerektiğini sürekli olarak vurgulamaya çalıştım. Erdoğan’ın, bir “başkanlık sistemi”ymiş gibi sunmaya çalıştığı reistokrasi, muzaffer bir liderin sistemi kendi etrafında “reorganize” etmesi şeklinde değil; Gezi Direnişi’nden bu yana zayıflamakta olan ve 2015 Haziran seçimlerinde de fiilen iktidarını yitiren Erdoğan’ın iktidarda kalabilme stratejisi/katakullisi olarak tezahür etmişti. Başkanlık sistemi olarak makyajlanan bu sitem, 2015 seçimlerindeki yenilgiyi örten ama Erdoğan’ı da iktidara mahkûm eden bir dönüşüm oldu.  Bugün bu hususu biraz daha yakından ele almaya çalışalım.

REİSTOKRASİNİN İKTİDARA MECBURİYETİ; ERDOĞAN'IN İKTİDARA MAHKÛMİYETİ

Sözü eğip bükmeye, dolandırmaya hiç gerek olmadığını; bugün uygulanmakta olan CBHS’nin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir alakası olmadığını, bunu reistokrasi kavramı içinde anmanın daha doğru olacağını yazının başında da belirtmiştim. Birçok araştırmacı siyaset bilimi çerçevesinden bu konuya değinmeye çalıştı; başkanlık sisteminin, CBHS’nin aksine, kuvvetler ayrılığı prensibine dayandığının altını çizdi. Oysa CBHS, biraz basitleştirerek söylersek başkanlık sistemi değil onun neredeyse tam tersidir. Bir başkanlık sistemi, rijit bir kuvvetler ayrılığına dayanır. CBHS ise tüm devlet kuvvetlerinin, yalnız/tek adamın hizmetine sunulması prensibine dayanmaktadır. İşte o nedenledir ki Erdoğan ve Bahçeli’nin Türkiye’ye dayattıkları, bir oldu bitti ile kabul ettirdikleri, atı alıp Üsküdar’ı geçirdikleri şey parlamenter sistemden başkanlık sistemine “geçiş” olarak değil, Türkiye’nin yeniden bir millî şef sistemine “dönüş”ü, reistokrasi’nin inşa süreci olarak okunmalıdır. Başkanlık sistemi diye pazarlanan CBHS’yi, yeni ve güncellenmiş bir Millî Şef usulü, bir reistokrasi olarak tanımlamamın bir eleştiriden çok -ki elbette bir eleştiridir- bir tespit olarak değerlendirilmesini de isterim. CBHS ile artık, yeni millî şefin (ona Reis de diyebiliriz) her şeyi belirlediği; cumhurbaşkanı, başkan, AKP Genel Başkanı gibi farklı şapkalarıyla ve ümmetin reisi gibi karizmatik sıfatlarıyla gücünü sisteme, kurumlara dayatabildiği bir yapıya dümen kırmış bulunmaktayız.

REİSTOKRASİ, NEO-OTORİTERİZM, POPÜLİZM VE İKTİDARA MECBURİYET 

Otoriterizm, yeni binyılın trendi. 2000’li yıllar, tüm dünyada adım adım otoriter yönetimlerin zaferlerine sahne oldu. Vladimir Putin’den Donald Trump’a, Viktor Orban’dan Rodrigo Duterte’ye, Narendra Modi’ye, Abdülfettah Es-sisi’ye… ve elbette Erdoğan’a; ilk yirmi bir yılını henüz bitirdiğimiz yüzyılımız otoriter yönetim örnekleriyle doldu taştı. Bu otoriterliğin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde popülerleşmeye başlayan faşizmden, Sovyet ya da üçüncü dünya otoriterliklerinden farklı yönleri de var; onlara benzer yönleri de.

Otoriterizm, popülizm ve faşizm: Birbirlerinden farklı ama iç içe, kol kola yürüyen üç kavram. Ama asla birbirine karıştırılmaması gereken üç kavram. Bu nokta önemli. Çünkü düpedüz faşist olana “popülist” dersek eğer işler karışmakla kalmıyor, bir de üstüne siyasal olan yanlış yerden kurulmaya başlanıyor. Daha da kötüsü failin faşizmi “tolere edilebilir”, “düzeltilebilir”, “yerinden edilebilir”, “demokratik kanallarla engellenebilir” bir görünüm almaya başlıyor. Bu nedenle son on yılda yükselişe geçen otoriterleşmeyi çoğu kez tek başına popülizm kavramıyla yumuşatmadan faşiste faşist demeyi bilmek gerek. Bununla birlikte şu da bir gerçek ki günümüzde faşist ideolojinin belli başlı karakteristikleri, üzerlerine sayısız makale, kitap, haber yazılmış popülist liderlerin eylemleriyle ve politikalarıyla da benzerlik göstermekte. Bu noktayı en fazla irdeleyen yazarlardan biri de Federico Finchelstein. Faşizmden Popülizme başlıklı kitabı da bu bakışla yazılmış bir kitap. Finchelstein daha en başta popülizmin faşizmle olan siyasî teoloji, mitsel tarih anlayışı, siyasî gösterenin ve siyasî dinin törensel doğası gibi unsurlarla olan bağlantılarının altını çizerek örneğin Donald Trump, Marine Le Pen, Hugo Chavez ve Recep Tayyip Erdoğan gibi kimi liderlerin Hitler ve Mussolini özentisi olmakla birlikte klasik faşist siyasetten köklü bir kopuşu temsil ettiklerini iddia eder. Devamında bütün bu isimlerin “seçmen azınlığının haklarını kullanmalarından” çekindikleri için geçmişteki otoriter liderlerle aynı noktada buluştuklarını da ekler. Bu liderler bir taraftan halk adına tepeden inme bir yönetim sergilerken diğer yandan ise “en anti-demokratik kararlarını onaylatmak için bile” seçimlere başvurmaktan[1] asla geri kalmamaktadır. Finchelstein’ın -her ne kadar burada ismi geçen liderleri klasik faşist siyasetin günümüzdeki temsilcileri olarak saymasa da- bu liderlerin izledikleri siyasetin faşist bir tarihsel arka plana sahip olduğu şeklindeki iddiası tartışılmaya değer. Öncelikle Finchelstein[2] “…modern bir siyasî hareket olarak faşizmin 1919’da Kuzey İtalya’da doğduğunu, isim babasının ise Benito Mussolini” olduğunu belirttikten sonra faşizmin -tıpkı her siyasî düşünce ve kavramın olduğu gibi- her ülkeye yansıyışının o ülkenin sosyal yapısınca şekillendiği, somutlandığını belirtir. Hatta faşizm, farklı ülkelerde farklı isimlerle bile benimsenebilir. Ancak bu, faşizmin bir özünün olmadığı anlamına da gelmez. Finchelstein, modern popülizmin de faşizmden doğduğunu belirtir. Bu doğrultuda modern popülizm, 2. Dünya Savaşı sonrası faşizmin yeniden formüle edilmesiyle şekillenmiş otoriter bir demokrasi biçimi olarak ortaya çıkar. Finchelstein; popülist siyasetin, tam da faşizmin gözden düştüğü, faşist kavramının pejoratif manada kullanılmaya başlandığı 2. Dünya Savaşı sonrasında popülerleştiği düşüncesindedir. 2. Dünya Savaşı sonrası faşist siyasal rejimlerin ortadan kalkması ile beraber faşizm ağır bir yenilgiye uğramış ve siyasal söylemin dışına çıkmıştır. İşte Finchelstein’e göre “…popülizm faşizmin yenilgisinin bir sonucu olarak reform yapmaya girişmiş, faşist mirası demokratik kurguya göre yeniden düzenlemiştir.”[3] Yine de yazar faşizm ve popülizmden aynı şeylermiş gibi bahsetmenin sorunlu bir yaklaşım olduğunun altını çizer. Finchelstein’e göre popülizm “…her durumda yekpare halk adına konuşur, bunu da demokrasi adına yapar. Fakat burada demokrasi dar bir çerçeve içinde, popülist liderlerin arzularının bir ifadesi olarak tanımlanır… Liderlerinin bizzat halkın kendisi olduğuna ve vatandaşlara vekâleten her türlü kararı alması gerektiğine inanılır… Lider teoride halkın vücut bulmuş hâli olsa da pratikte yalnızca –popülistlerin bütün toplumu ifade ettiklerini düşündüğü- kendi taraftarlarını (ve seçmenlerini) temsil eder… Halkın sesi, ifadesini ancak ve ancak liderin ağzında bulabilir. Ülke ve halk en nihayetinde liderin şahsında kendisini tanır ve siyasete katılır.” Popülizm demokrasiyi inkâr etmez ancak deforme eder. “Bir rejim olarak popülizm bütün halkın tam bir temsilini talep eder. Fakat bunu genellikle iktidarın tümüyle lidere devri olarak anlar… Faşistlerin aksine popülistler ekseriyetle demokrasi oyununun parçasıdır… Popülizm plebisiter bir siyaset anlayışını öngörür ve faşist bir form olan diktatörlüğü reddeder… Popülizm halkı Bir olarak yani liderden, yandaşlarından ve ulus-devletten oluşan bir varlık olarak tasavvur eder.”[4] Şöyle devam ediyor yazar:

"Popülizm ideolojik bakımdan bir sarkaç gibi hareket eder fakat yine de bazı temel özellikleri değişmeden kalır: aşırı kutsallaştırılan bir siyaset anlayışı; yalnızca aydınlanmış liderliğin takipçilerini halkın hakiki parçası sayan bir siyasi ilahiyat; özsel olarak yönetici elitlerin karşısında konumlanmış bir lider anlayışı; siyasi karşıtların potansiyel (ya da fiilî) vatan haini olarak görülmesine karşın henüz şiddet araçlarıyla bastırılmadığı bir düşman anlayışı; bir bütün olarak halkın ve ulus-devletin arzularının cisimleşmiş hâli ve sesi olarak karizmatik lider anlayışı; yürütme organı güçlendirilirken yasama ve yürütme organlarının söylemsel düzlemde sık sık da fiilen hiçleştirilmesi; bağımsız gazeteciliği sindirmek için sergilenen sürekli çaba; aşırı milliyetçilik ve popüler kültüre, hatta şöhret kültürüne büyük önem verirken 'mill düşünce'yi yansıtmayan diğer ifade biçimlerini yadsıma ve son olarak her şeye rağmen en azından pratikte diktatöryal hükûmet biçimlerini reddeden, otoriter bir anti-liberal seçimli demokrasi seçimine bağlılık."[5]

Finchelstein’ın önünde duran örneklere -Modi Hindistan’ına, Trump ABD’sine ya da Erdoğan Türkiye’sine- bakarak modern popülizm için bu türden görüşler öne sürmesi anlaşılmaz değildir. Nitekim kendisi de modern popülizmin faşizmin kimi özelliklerini bünyesine katarak ve onları demokratik döneme uygun hâle getirilmiş otoriteryen bir ideolojik programa eklemleyerek faşizmin yerine geçtiğini ve görevi ondan devraldığını iddia etmiştir. Finchelstein’ın popülizm ve faşizm literatürüne katkısı elbette ki önemli ancak popülizmi bir “rejim” olarak tarif etmesi noktasında bir sorun olduğu da muhakkak. Popülizmi bir rejim olarak değil de günümüzde yükselişe geçen otoriterleşme dalgasında hangi işlevi gördüğünden hareketle değerlendirmek daha doğru olacaktır. Mevcut otoriter rejimlerin önemli bir bölümünde popülist bir stratejinin gömülü oluşu da bu soruyu daha anlamlı hâle getiriyor. Bu ise bizleri kaçınılmaz bir biçimde farklı kuramsal modellere bakmaya yöneltiyor.

Öncelikle popülizm adına -Laclau’nun[6] da vurguladığı şekliyle- sabit bir kuramsal hattın varlığından bahsetmek bile zordur. Örneğin Laclau açısından popülizm, toplumu iki kampa bölen politik sınırın inşa edilmesiyle ilgilidir. Bu kamplar içinde düşman bazen rejimin kendisi oluverirken bazen de oligarşi ya da egemen sınıfın kendisidir. Bu kampın karşısında yer alanlar ise “halk“ ya da sessiz çoğunluklar olarak nitelendirilirler. Bu gösterenlerin eklemleyici potansiyeli de tarihsel bağlama göre değişiklik gösterir. Buradan hareketle Laclau popülizmi bir söylemsel strateji olarak tanımlar. Bu strateji “halkı” iktidarı elinde tutanlara, oligarşiye, güçlülere karşı seferber etmek için olmazsa olmazdır. Finchelstein‘ın popülizme yüklediği anlam da tam da bu noktada tartışmaya açılmaktadır. Eğer Laclau‘nun izinden gidersek diyebiliriz ki, popülizm otomatik olarak demokrasiye karşı değildir. Biraz daha açıklayıcı olmak gerekirse demokrasi ve popülizm birbirine eklemlenebilir ve kapalı sistemler hâline gelmiş olan liberal demokrasileri güçlendirmede popülizm önemli bir rol üstlenebilir. Dolayısıyla Finchelstein‘ın “popülizmin her türlü özgürleştirici siyaset biçimine bir tehdit oluşturduğu iddiası“ tartışmaya açıktır.[7] Bu nedenle popülizmin daha ileri olarak kabul edilebilecek versiyonlarının gözden kaçırılmaması gerekir. Laclau açısından sorun liberalizmin kendisi, çözüm ise radikal demokrasidir. Bu noktada popülizm, çatışmayı siyasete tekrar dahil ederek ve toplumun dışında kalmış kesimleri seferber ederek işte bu radikal demokrasinin elde edilmesine imkân tanır. Ancak Müller’in de[8] altını çizdiği üzere, ulus-devletin inşâsı düşüncesi, milliyetçi refleksler ve bu patikadan yürüyen sağ siyaset de popülizmin membaında yer almaktadır. Çoğulculuk karşıtlığı ve tek tip toplum kurgusu (AKP ve MHP’nin “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet” sloganlarında olduğu gibi) olarak karşımıza çıkan bu dinamik, ötekileştirici politikaları beraberinde getirmektedir. “Tek…” in retoriğinin dışında kodlanan tüm toplumsal kesimler dışlanmakta, terörize edilmektedir. Klasik sağ popülizmden farklılık gösteren bu yeni sağ politikaların tam olarak neyi işaret ettiğini Bob Jessop’ın ”iki uluslu hegemonya projesi” kavramsallaştırması üzerinden de okumak mümkündür. Öncelikle Bob Jessop açısından “tek uluslu hegemonya projeleri” toplumun tümünün desteğini almaya dönük daha kapsamlı hegemonya projeleri[9] olma özelliği taşır. Buna karşın “iki uluslu hegemonya projeleri”, bir taraftan toplumun kritik -biz buna popülist failin işaret ettiği “halk” da diyebiliriz- öneme sahip bölümlerinin desteğini almayı hedeflerken diğer yandan ise bu çerçevenin dışında kalan kesimleri projenin dışında tutmaktadır. Dolayısıyla da daha dar bir hegemonya tesis etmeyi amaçlar. İki uluslu hegemonya projeleri işaret ettiği halkın dışında kalanları “istenmeyenler”, “fazlalıklar” olarak nitelendirdiğinden bu kesimlerin varsayılan projeden fayda görmeleri bir yana zararlı çıkmaması için neredeyse hiçbir neden yoktur. Sonuç olarak ilk ulusa –yani “seçilen” ulusa- belli tavizler verilip kaynaklardan daha fazla yararlanma olanağı sağlanırken diğer ulusun payına düşen “tahakküm” ve “dışlanma”dan başka bir şey değildir.[10] Eğer genel iradenin ilk ulusun temsilcisinde, otoriter liderde tecelli ettiğini kabul edersek otoriter popülizmin işleyiş mantığını anlamak da kolaylaşır. Nitekim Mudde’nin de belirttiği gibi “popülizm genel iradenin sadece saydam değil aynı zamanda mutlak olduğunu ima ettiğinden, otoriter rejimleri ve halkın homojenliğini tehdit eden herhangi birine karşı bağnaz saldırıları meşrulaştırabilir”.[11] Bu tespit günümüzdeki otoriter popülist yönetimlerin ve onların temsilciliğini yapan otoriter liderlerin büyük çoğunlukla ortaklaştığı noktaya vurgu yapması açısından önem arz ediyor. Otoriter liderlerin iktidarlarının önemli bir yönünü teşkil eden popülizm için tam da bu noktadan hareketle yeni bir sayfa açmak gerekli. Nitekim Arjun Appadurai ”Demokrasi Yorgunluğu” isimli makalesinde buraya odaklanıyor:

Yeni otoriter popülist liderlerin ortak noktası şu: Hepsi de yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasî bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar. Neoliberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine –Hindistan, Türkiye, ABD ya da Rusya’ya- en uygun biçimine gayet dostça bakıyorlar. Hepsi, yumuşak gücü sert güce dönüştürme çabasında. Ve hiçbiri, azınlıklar ve muhalifler üzerinde baskı kurmaktan, ifade özgürlüğünü sınırlandırmaktan ya da hukuku rakiplerine zulmetmek için kullanmaktan çekinmiyor.[12]

Gelecek hafta kaldığımız yerden devam etmeye, otoriter popülizm üzerine bir şeyler söylemeye çalışacağım.

[1] Seçimlere sıklıkla başvurulması ile ilgili Cas Mudde’nin Popülizm: Kısa Bir Giriş başlıklı kitabında önemli detaylar görmek mümkündür. Mudde bu konuyla ilgili olarak şu tespiti yapar: ”... Popülistler, Rousseau’nun kendi kendini yöneten cumhuriyetçi ütopyasına, yani yurttaşların hem yasaları yapmaya hem de uygulamaya muktedir oldukları fikrine başvurur. Zaman ve yer farkı gözetmeksizin, popülist aktörlerin genellikle referandum ve plebisit gibi doğrudan demokrasi mekanizmalarını uygulamayı desteklemesi şaşırtıcı değildir.” Mudde, Cas., (2019), Popülizm: Kısa Bir Giriş, Ankara, Nika Yayınevi, s.28.

[2] Federico Finchelstein. (2019), Faşizmden Popülizme, İstanbul: İletişim Yayınları, s.59.

[3] A.g.e., s.54.

[4] A.g.e. s. 287.

[5] A.g.e. s.48.

[6] Ernesto Laclau. (2013), Popülist Akıl Üzerine, Çev. Nur Betül Çelik, İstanbul: Epos Yayınları.

[7] Odabaşı, Levent. (2019), ”Peron’dan Trump’a Faşizmden Popülizme: Üçüncü Yol’un Dünü ve Bugünü”, Toplum ve Bilim, 149, s. 150.

[8] Jan-Werner Müller. (2017), Popülizm Nedir, Çev. Onur Yıldız, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 11-16.

[9] Hegemonik proje, hegemonik sınıf fraksiyonunun uzun dönemli çıkarlarını örtük veya açıktan ilerleten hedeflerin takip edilmesinde genel bir çıkarın söz konusu olduğunu ileri süren somut ulusal-popüler bir program etrafındaki bir kitle mobilizasyonuna göndermede bulunur. Dolayısıyla popülizm, bu türden bir projeyi sınırlandıran ve mümkün kılan daha geniş bir toplumsal ilişkiler bütünüyle ilişkili olarak kendisini pekiştirmeli, yerleşik kılmalıdır. Örneğin bu, AKP iktidarının yükselişi ve konsolidasyonu sürecinde de kanıtlanmış olduğu üzere, bir hegemonik proje olarak popülizmin başlangıçta daha demokratik bir siyaset formu olarak görüntü verdiğine işaret eder. Bkz. Yalvaç, Faruk- Joseph, Jonathan. (2019), ”Understanding populist politics in Turkey: a hegemonic depth approach”, Review of International Studies, pp. 1-19.

[10] Jessop, Bob. (2008), Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Ankara: Epos Yayınları, s. 284.

[11] Mudde, Cas. (2019), Popülizm: Kısa Bir Giriş, Ankara, Nika Yayınevi, s. 30.

[12] Appadurai, Arjun. (2017), Demokrasi Yorgunluğu, (Haz. Müge Gürsoy Sökmen ve Savaş Kılıç), Büyük Gerileme: Zamanımınız Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma içinde, İstanbul, Metis, s.21-22.


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.