Epistemik karartma altında iktisadi ölçme sorunları

Enflasyon arttıkça mal ve hizmetlere dönük iki temel faktörün aktif hale geldiğini görüyoruz. Bunlardan biri malın miktarının küçülmesi, diğeri ise nitelik kaybıdır.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Ülkede uzun süredir, açıklanan istatiksel verilerin doğruluğuna dair yaygın bir şüphe söz konusudur. Bu bilgi sorunu sadece enflasyonla da sınırlı değil, daha geniş bir alana yayılmış durumdadır. Daha önce Merkez Bankası’nın arka kapıdan döviz satmasını ve bunun kamuoyundan saklandığını görmüştük.  Bu durum ancak bazı iktisatçılar tarafından fark edilmişti. Benzer şekilde, açıklanan büyüme rakamları ve kompozisyonu da sürekli bir şüphe barındırmaktadır. Bunu özellikle 2020 yılındaki “muamma büyüme”de de gördük. Ciddi anlamda pandemiden dolayı arz ve talep kısıtları oluşmasına rağmen dünyada büyüyen nadir ülkelerden biri olmuştuk. Kur korumalı mevduatın (KKM) maliyet düzeyi ve dağılımını (Hazine ve Merkez Bankası arasında) hala tam olarak bilmiyoruz. Ödemeler dengesinin bir kalemi olan net hata noksanın (NHN) yüksekliği ve sürekliliğindeki nedenselliği bilmiyoruz ve takip edemiyoruz. Çoğu insanın reel gelirindeki düşmeye rağmen tüketimdeki artışın benzer şekilde şüphemizi zorlayan bir tarafı var. Dahası, pandemiden bu yana yıllık ölüm sayılarını da henüz bilmiyoruz.

Ülkede iktisadi anlamda faili ve fiili meçhul çok sayıda durum söz konusu, bu da biz iktisatçıları birer dedektife dönüştürmüş durumda. Ben de bu yazımda uzun süredir kafamı kurcalayan bir takım ölçüm problemlerini ve aralarındaki ilişkileri acemi bir dedektif gibi iz sürmeye çalıştım.

ENFLASYON VE REFAH İLİŞKİSİ

Enflasyonun nicel düzeyini doğru kabul etsek bile acaba bu enflasyon refahımızdaki değişimi ne kadar doğru temsil ediyor? Uzun süreli ve yüksek enflasyona sahip ülkelerde enflasyon sadece fiyatların nicel düzeyindeki değişimi ifade etmez, aynı zamanda refahımıza dair diğer birtakım nitelikleri de dönüştürür. Enflasyon arttıkça mal ve hizmetlere dönük iki temel faktörün aktif hale geldiğini görüyoruz. Bunlardan biri malın miktarının küçülmesi (shrinkflation) diğeri ise nitelik kaybıdır (skimpflation). Buradaki nitelik kaybı mal ikamesinden kaynaklanan bir durum değil, direkt malın kendisindeki nitelik kaybıdır. Yani kısaca kalıcı ve yüksek enflasyonun refah etkisi =fiyat artışı + miktar düşüşü + nitelik kaybı gibi üç unsurdan oluşur.

Bu yüzden, tüketici refahındaki değişimi bunları da dikkate alarak hesaplamak gerekir. Buna “hedonik enflasyon” diyebiliriz. Yani mal/hizmetin tüm unsurlarını (fiyat, miktar ve nitelik) dikkate alarak bir değer biçmek gerekir.  Çünkü tükettiğimiz bazı malların sadece fiyatları yükselmiyor, aynı zamanda miktarları ve nitelikleri de düşüyor. Özellikle fiziksel mallarda ambalajlı ürünlerin küçülmesi ve yeme/içme sektöründe porsiyonların düşmesi gibi çok sayıda durum söz konusu iken, daha çok hizmet sektöründe olmak üzere sunulan hizmet kalitesinde düşme veya daha önce verilen bazı hizmetlerin artık verilmemesi gibi çok sayıda durumla karşı karşıyayız. Hatta belki aşırı bir örnek olacak ama bölünebilir mallarda (karpuzun dilimlenmesi gibi) hem fiyat hem de miktar üzerinden bir strateji izleniyor. Yani, örneğin bir malın üçe bölünebiliyor olması daha fazla fiyat artırılmasına imkân veriyor. Hisse senetlerinin bölünmesinde olduğu gibi, bölünme ile fiyatların düşürülmesi ve daha likit hale gelmesi ile satın alınmasının kolaylaştırılması. Aslında malın/hizmetin küçülmesi ve niteliksizleşmesi tüketicilerde fiyatların o kadar da yükselmediği gibi bir psikolojik etkide de bulunur. Yani bir şeyin kötüleştirilmesi (niteliğin düşmesi) ile diğer kötünün (fiyat yüksekliği) görülmesi engellenir.

Bunu bir örnek üzerinden anlatırsam: Normalde 100 gramlık bir ürün düşünün, başlangıç fiyatı da 20 TL olsun. Enflasyonist ortamda fiyatı 30 TL’ye yükseliyor. Bu arada aynı zamanda farkına geç vardığımız bir şekilde ürünün avucumuza daha iyi oturduğunu hissediyoruz, yani küçülüyor ve bunun obeziteye karşı bir halk sağlığı tedbiri olmadığını da biliyoruz. 100 gramlık ürün 80 grama düşüyor. Görünürde fiyat artışı yüzde 50 (20 TL’den 30 TL’ye yükselme) şeklindedir. Fakat aslında gramı düştüğü için mevcut malı yeni bir ürün gibi düşünmek gerekir ve başlangıç fiyatı 80 gram ise 16 TL olmalıydı. Nitelik kaybının da  yüzde 10 olduğunu düşünürsek, başlangıç fiyatından 2 TL’lik bir düşme daha olmalı (20 TL’nin yüzde 10’u), sonuçta ürünün fiyatı 14 TL olmalıydı (miktar/nitelik ve fiyat ilişkisinin doğrusal olduğunu varsayıyorum). Fakat şu anki fiyatı 30 TL’dir yani enflasyonun neden olduğu tüm toplam refah kaybını dikkate aldığımızda refah kaybı aslında yaklaşık yüzde 115’dir (14 TL’den 30 TL’ye), fakat görünen refah kaybı sadece enflasyonu dikkate aldığından yüzde 50’dir.

Buradan hareketle enflasyon ile büyüme arasında da bir ilişki kurulabiliriz diye düşünüyorum. Her şeyden önce tüketimin toplam talep içindeki payı oldukça yüksek, yaklaşık yüzde 60 civarında ve tüketimdeki çeyreklik artışların da yaklaşık yüzde 20 civarında olduğunu düşünürsek, büyümenin önemli bir kısmı tüketimden geliyor demektir. Bu yüzden, tüketimde olan bitenleri anlamak büyümeyi de anlamak açısından önemlidir. Yukarıda bahsettiğim enflasyonun miktar ve nitelik üzerinden değişim yaratmasının bir ölçüye kadar büyüme ile de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bunu açıklamaya çalışayım. Fiyat yükseldikçe mal gramajı/porsiyonu küçülse de satılan adet sayısında da artış olduğunu düşünelim. Fakat adet sayısındaki artış toplam üretimde ciddi bir artışa karşılık gelmeyebilir. Yani şöyle ifade edeyim, aynı tavuktan çok sayıda dürüm döner yiyoruz ama düşük gramajla, aslında tavuk sayısında ciddi bir değişim olmadı ama dürüm sayısında ciddi artış oldu. Yani hesapta çok ödedik ama miktarda o kadar çok tüketmedik. Bu dediklerim elbette belli mal ve hizmet kategorileri ile sınırlıdır ama bu tür malların direkt refahımızı etkileyen bir tarafı var.

Buradan şöyle bir soru gelebilir: Üretimdeki değişime kapasite kullanımı üzerinden de bakmak gerekmez mi? Buna bir bakalım. Türkiye’de ortalama kapasite kullanım oranı yaklaşık yüzde 76’dır. 2022 yılının ilk yarısında kapasite kullanım oranı yaklaşık yüzde 78 ve büyüme oranı da yaklaşık yüzde 7.5. Tüketim mallarında bu oran daha düşüktür, yaklaşık yüzde 74 düzeyindedir. Büyüme rakamlarında referans aldığımız 2021 yılına göre 2022 yılında kapasite kullanım oranında bir artış olduğu görülmektedir (2021 kapasite kullanım oranı yüzde 77). Fakat kapasite kullanım oranının ekonominin sadece yüzde 22 düzeyine sahip sanayi sektörü ile sınırlı olduğunu belirtmeliyiz. Gelirin üretildiği en önemli alan hizmet sektörüdür (yaklaşık yüzde 60). Yani kapasite kullanımı bize büyüme hakkında birtakım ipuçları verebilir ama bu oldukça genel niteliktedir. Hatta normal kapasite kullanım oranının yüzde 80 olduğunu, sanayinin ekonominin sadece beşte birine karşılık gelen bir üretimi içerdiğini ve uzun süredir düşük kalan yatırımlarla da artmayan üretim kapasitesini düşündüğümüzde kapasite kullanım oranını büyüme oranını değerlendirmek için kullanmak sorunlu olur. Hatta bundan hareketle ekonomi “ısındı” demek de güçleşir.

Büyüme oranındaki artışın açıklanan enflasyon düzeyi ile bir bağlantısı olabileceğini düşünüyorum. Özellikle zincirleme hacim kuralının buna imkân verdiğini düşünüyorum. Çünkü bu yönteme göre reel büyüme oranını bir önceki yılın enflasyonundan arındırarak buluyoruz. Enflasyon ne kadar düşük olursa reel büyüme kısmı da o kadar büyük olur. Yani enflasyonun düşük gösterilmesi büyümeyi daha yüksek gösterir. Baz yılı metodu kullanılsaydı (2016 yılında önce baz yılı 1998), zincirleme hacim kuralı ile doğan şüphe oluşmazdı. Bu arada zincirleme hacim kuralının diğer önemli bir özelliğini de unuttuğumuzu düşünüyorum, bu da zincirleme yöntemle elde edilen reel serilerde ana kalem (GSYH) ile alt kalemleri (tüketim, yatırım ve net ihracat gibi) arasında toplumsallığın (non-additivity) kaybolmasıdır.  Çünkü her dönemin fiyat seti değişiyor. Bu yüzden alt kalemlerin büyümeye katkısı direkt hesaplanamaz. Bu yüzden, tüketimin büyümeye katkısına dönük net şeyler söylemek de güçleşiyor.

TÜKETİM DÜZEYİNDEKİ DEĞİŞİM

Şüphe doğuran istatistiklerden biri de tüketim düzeyindeki artışa dairdir. TÜİK verisi tüketimin 2021’in ikinci yarısından itibaren her çeyrekte yaklaşık yüzde 20’nin üstünde arttığını göstermektedir. Reel ücretlerdeki azalma ve emeğin payındaki sert düşüşler bu şüphenin temel nedenleri gibi durmaktadır. Çevremdeki genel gözlemim de insanların gelir düzeylerine bağlı olarak tüketimlerini düşürdükleri ve satın alırken daha fazla düşündükleri şeklindedir. Tüm bunlara rağmen nasıl oluyor da yaklaşık bir yıldır tüketim yüksek denebilecek düzeyde artış göstermektedir? Tabii tüm karşıt gözlem ve bilgiler resmin tamamını görmemizi imkân verecek düzeyde olmayabilir. Bu yüzden de, bir takım akıl yürütmelere başvurmamız gerekiyor. Bunlardan bazılarını sizinle paylaşmak isterim:

a) Her şeyden önce reel ücretlerin düşmesi veya gelir dağılımında ciddi bozulmanın olması tüketimi azaltmak zorunda mı? Bu soru ile başlayalım. Eğer fonksiyonel dağılımı üzerinden bakarsak (sermaye ve emek gelirleri ayrımı yaparak), emeğin toplam gelirler içindeki payının çok hızlı bir şekilde düşmesi (son 2 yıldır emeğin payı yüzde 32’den yaklaşık yüzde 25’e düştü) ve emek ücreti ile geçinenlerin nüfusun önemli bir kısmını oluşturmasından dolayı tüketimin normalde azalması beklenir. Fakat fonksiyonel gelir dağılımının bize bu konuda söyleyeceklerinin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, gelir kaynakları üzerinden değil de, kişisel gelir dağılımı açısından bakmak ve bunun da tüketimle ilişkisini kurmak gerekir.

Enflasyonist süreçte gelir dağılımının üst sıralarında yer alanlar (yüksek emek ve sermaye gelirlerine sahip olanlar) tüketim düzeylerini etkileyecek düzeyde bir reel gelir kaybı yaşamadılar, hatta nispi anlamda daha avantajlı hale geldiler. Enflasyonist süreçte nitelikli ve yüksek ücretli kesimin reel ücret düzeyleri genelde düşmez, düşse bile bu tüketim düzeylerini çok etkilemez.  Sermaye kazancı olanlar (kar, faiz, döviz ve kira gelirleri gibi) açısından ise toplamda gelirlerini artırdıklarını, sermayenin artan payından da biliyoruz. Fakat küçük ölçekli şirket sahipleri ve kendi hesabına çalışan kesimin gelirlerinde enflasyon paralelinde bir artış olmayabilir. Toplumun önemli bir kesimi emek geliri ile geçinen insanlardan oluşmakta ve çoğunun da reel geliri düştü. Yani enflasyonist süreçte başlangıç koşullarına bağlı olarak bazı grupların gelirleri bundan olumlu etkilenirken, bazıları olumsuz etkilendi. Fakat basitlik olsun diye yüksek ve düşük gelirli iki grup olduğunu düşünürsek, tüketimdeki değişimi daha iyi anlayabiliriz. Toplam tüketim=zengin tüketimi + yoksul tüketimi. TÜİK verisi bu toplam tüketim düzeyinin arttığını söylüyor. Bunu biraz açalım.

Basit birkaç istatistik vereyim. Türkiye’de en üst yüzde 20 ve yüzde 40’lık kesim sırasıyla toplam gelirin yaklaşık yüzde 50’si ve yüzde 70’ini alır. En alt yüzde 60’lık kesim ise gelirin yaklaşık yüzde 30’ını alır. Bu kesimlerin toplam tüketim içindeki paylarını tam olarak bilmesem de (bu rakamlara ulaşamadım) gelir paylarına paralel şekilde tüketimden pay aldıklarını tahmin ediyorum.  Bu durum ABD için de neredeyse aynıdır. ABD’de, örneğin, en üst gelire sahip yüzde 40’lık kesim tüketimin yaklaşık yüzde 60’ını gerçekleştirirken, alttaki yüzde 40’ın tüketimden aldığı pay sadece yüzde 22’dir. Buradan şunu söyleyebiliriz, tüketimin önemli bir kısmı zaten gelir dağılımında yerini koruyanlardan geldiği için toplam tüketim düzeyi etkilenmedi ve hatta bu yüzden de artmış olabilir. Dolayısıyla, zaten yeterince tüketimden pay alamayan büyük bir kitlenin düşen reel gelir düzeyi tüketimi aşağı doğru çekse bile üst gelir grupların artan tüketimi ile telafi edildi. Krizde olan bir ülkede son dönemde gayrimenkul/yat/lüks tüketiminde bu denli artış ve lüks mekânların hala doluyor olması ancak bu şekilde yorumlanabilir. Bu anlamda, gelir eşitsizliği tüketim eşitsizliğini artırmakta, eşitsizliği daha görünür kılmaktadır.

b) Son dönem sermaye gelirlerindeki nitelik değişimini dikkate aldığımızda tüketimdeki değişimin diğer bir yönünü de yakalayabiliriz. Son dönemde rantiyer sermaye gelirlerinin daha fazla ve hızlı arttığını görüyoruz. Bu durum kendisini artan banka kârlarında, KKM kazançlarında, gayrimenkul fiyatlarında ve kira gelirlerindeki artışta gösteriyor. Bu da şu soruyu sormamıza neden oluyor: Acaba rant gelirlerinin marjinal tüketim eğilimi, büyüme kaygıları olan geleneksel bir firmanın teşebbüs kârlarının (dağıtılmamış kârların varlığı) marjinal tüketiminden daha fazla olabilir mi? Özellikle kâr-dışı sermaye kazançlarının önemli bir servet etkisine sahip olduğunu düşünüyorum. Yani sermaye kazancının spekülatif yapısı, bu tür gelirler elde edenlerin daha fazla tüketme eğilimine itebilir. Kolayca kazanılan kolayca harcanır. Bu da genel tüketimin daha fazla artmasına katkıda bulunmuş olabilir.

c) Gelir dağılımındaki bozulma zenginler ve yoksullar arasındaki tüketim düzeylerini etkilediği gibi, tüketim yapısını da değiştirdi. Yani tüketim düzeyi düştüğü gibi, tüketim sepeti de değişti. Tüketim sepetindeki değişim, reel geliri düşenlerin mal skalasında aşağı doğru inerek zorunlu ve niteliksiz mallara yönelmesi anlamına geliyor. Bu da kendini temel ürünlerin bütçe payında artış ve özellikle eğitim/sağlık/kültür/seyahat harcamalarında nispi düşme şeklinde gösteriyor. Bu yüzden, gıda enflasyonu, genel enflasyondan (yüzde 83) yaklaşık yüzde 10 daha yüksektir (yüzde 93 düzeyinde). Aynı mallara aynı anda yönelmek kendilerine daha yüksek enflasyon olarak döner. Bu anlamıyla, reel geliri düşenler sorumlusu olmadıkları enflasyonun kendi aleyhlerine daha fazla dönmesine neden olan bir sürece dâhil olurlar. Diğer yandan, nispeten daha az zorunlu olan ürünler içeren hizmet enflasyon oranı (eğitim, sağlık, haberleşme gibi) ise genel enflasyon düzeyinin yaklaşık yüzde 30-yüzde 50 altındadır. Bu da talebin bu mallardan kısmi olarak kaydığını gösteriyor. Zengin tüketimindeki değişimin ve artışın ithalattaki artışla da bir ilişkisi olduğu da çok açık. Çünkü bu tür malların önemli bir kısmı ithal ürünlerdir. Yani aslında gelir dağılımındaki bozulma farklı grupların tüketim kompozisyonunu değiştirdiği gibi, cari açığı da artırmaktadır.

Ülkede enflasyonist süreçte oluşan eşitsizlik zengin tüketimin yükselmesine neden olması dolaysıyla bir makroekonomi istikrarı işlevi görüyor. Tüketimin kompozisyonuna bakmadan sorunları görünmez kılıyor. Hyman Minsky’nin finans için kullandığı “istikrar istikrarsızlaştırır” argümanından hareketle, makro istikrarın da gelir eşitsizliğinin alttan alta yıprattığı sorunları biriktirdiğini ve istikrarsızlaştırıcı bir faktöre dönüştüğünü söyleyebilirim. Yani eşitsizlik makro istikrara bu da daha fazla eşitsizliğe neden oluyor. Eşitsizlik bu anlamıyla büyümenin niteliğini de değiştiriyor. Bunu hem tüketim kompozisyonunu değiştirerek hem de tüketimin yöneldiği dış açık problemini derinleştirerek yapıyor. İhracatın da ucuz emek üzerinden yapılmasını kolaylaştırarak toplam üretimin niteliğini düşürüyor. Bence artık makroekonomiyi bu ayrışmış gelir-sosyal gruplarını dikkate almadan ne iyi analiz edilebiliriz ne de doğru makroekonomik politikalar geliştirebiliriz. Bunun dikkate alınmaması büyük oranda makroekonomideki temsili aktör kavramının yaygın bir şekilde makro istikrara dayalı bir “birleşik liberal hikâye” kurgusuna dayanmasındandır.  

d) Yüksek enflasyonist rejimlerinde dönemler-arası tüketim tercihleri de değişir. İnsanlar enflasyon beklentilerine göre tüketimi öne alma veya erteleme eğilimi gösterirler. Dayanıklı tüketim malları daha kolay ötelenirken, daha dayanıksız ve düşük fiyatlı mal tüketimi öne çekilir. Ülkede de şu an insanlar fiyatların daha da yükseleceğini düşündüklerinden stok yapma eğilimi içindeler. Tabii bu “mal yığma” ise daha çok düşük ve orta gelirli grupların eğilimi şeklindedir. Yani kısaca enflasyon beklentisi tüketim öne çekiyor olabilir, bu da tüketimin bugün daha fazla ama yarın daha az olacağını ima eder.

e) Uzun süredir ülkenin birçok yerinde özellikle sınır illerinde günübirlik gelen veya kayda geçmeyen yabancı tüketimi var, bunun nasıl kaydedildiğinden emin değilim, ama bu yabancı tüketimi yerliye yazılıyor olabilir. Yani milli gelir hesaplarında sayısını bilmediğimiz, kayıt dışı ve sürekli artan göçmen sayısının da bunda etkisi olabilir. Bu yıl aynı zamanda turist sayısında da ciddi bir artış oldu. Bu artışa paralel olarak kayıt dışılıkta artış olacağını bekleriz. Bu da kayıt üstünde yerli tüketimin olduğundan daha fazla görünmesine neden olur. Yaklaşık birkaç gün önce kamu kurumları bu tür istatistik sorunları ifade ettiler. Bu yüzden revizyona gittiler. Buna göre, turizm gelirleri ortalamada eski seriye göre yüzde 7 arttı. Fakat son yılların artışı daha yüksek, örneğin 2022 yılının ilk iki çeyreğinde turizm geliri eski veriye göre yüzde 20 arttı. Tabii bu durum, aşağıda ifade edeceğim gibi, NHN’yi azalttığı gibi, yerli tüketime yazılan yabancı tüketimin düşülmesini gerektirir. Yani yerli tüketim daha yüksek gösterilmiş.

NET HATA NOKSANIN ANLAMI

Net hata noksanın birçok sebebi olabilir. Bunlardan en önemlisi, bence kayıt dışı giren sermaye kalemidir. Bunun belli bir kısmı varlık barışı adı altında kayda girmeden gelen para ve son dönemde Rus-Ukrayna Savaşı’nın her iki tarafından da gelen paralardan oluşur, özellikle son dönemde Rus şirketlerindeki artış oldukça dikkat çekicidir. Buna yerli şirketlerin daha önce yurtdışına çıkardığı fakat kendi şirketlerinin döviz operasyonları için ülkeye yeniden soktukları paraları da dâhil edebiliriz. Ayrıca firmaların kriz dönemlerinde paralarını dışarı çıkarma istikrar dönemlerinde ise geri getirme yönünde bir eğilim içinde olduğunu da görüyoruz.

NHN değerine dair diğer bir tahmin ise bu değerin cari açık ve tüketimle ilişkili olabileceği mantığına dayanır.  Cari açığın doğru ölçülmemesi NHN’nin doğru ölçülmemesine neden olabilir. Örneğin, ihracat yapan firmaların ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını merkez bankasına verme zorunluluğundan dolayı ihracatı olduğundan düşük beyan ediyor olabilirler. Bu da cari açığın olduğundan daha büyük ve dolayısıyla da NHN’nin de olduğundan büyük görünmesini sağlar. Bu durumda, cari açığın aslında NHN ile finanse edilen kısmı daha düşük demektir, çünkü cari açık ifade edilenden daha düşük düzeydedir. Tüketimin hesaplanması da benzer bir probleme neden olur. Hem sınır illerinden ülkeye günübirlik gelenlerin tüketimi hem de artan turist sayısındaki artış raporlama/anket problemlerinden dolayı yabancı tüketimin yerli tüketimi içinde görünmesine neden olur. Yani dış hizmet gelirleri (turizm) kaleminde olması gereken rakamlar iç tüketim içinde görülür. Bu da hem cari açığı hem de onu finanse eden NHN’yi olduğundan daha büyük gösterir. TÜİK’in yaptığı yeni revizyonla birlikte bu kısmen giderilmiş gibi görülmektedir. Fakat her şeye rağmen artan NHN bir cari açık finansman biçimine dönüşmüş durumda ve nitelik olarak da kayıt dışılığı aşan bir dış finansman kirliliğine ve ağırlaşan cari açık problemini ima eder. Bu anlamıyla, NHN ve KKM “döviz sorunu” etrafında ortaya çıkan benzer yapısal sorunlara karşılık gelir.

*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü