Engin Yurt: Filozoflar, düşünülmesi tamamen olanaksız şeyleri düşünmeye çalışmışlardır

Engin Yurt'un 'Sessizliğin Fenomenolojisi' isimli çalışması Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlandı. Yurt, "Sessizlik, bir dil olarak insanlık için oldukça kıymetlidir ve hep de öyle olmuştur" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Doçent Doktor olarak görev yapan Engin Yurt, daha çok Doğu Asya düşüncesi ve öğretileri, 20. Yüzyıl Kıta Felsefesi, Fenomenoloji, Postmodern Düşünce, Dil Felsefesi, Hermeneutik gibi alanlarda araştırmalar yapıyor.

Fenomenoloji kavramı üzerine uzun süredir düşünmesi sonucu, geçtiğimiz günlerde 'Sessizliğin Fenomenolojisi' isimli kitabını yayımlanan Engin Yurt ile bir araya geldik. Bu kavramı nasıl ele aldığını, teolojideki ve sanattaki karşılığını konuştuk.

Henüz kitabın girişinde, çocukluğunuzda sorduğunuz bir soruya atıfta bulunarak sessizlik olgusu üzerine düşünmeye başladığınızı ifade ediyorsunuz: Dünyadaki ve evrendeki her şeyin yok olduğu, artık hiçbir şeyin var olmadığı bir durumu hayal edebilir misin? Bugün bu soruya nasıl yanıt veriyorsunuz?

Belli tür düşünürlerde dilsel ifadelere yönelik bir hassasiyet olur. Günlük konuşmada pek yeri olmayan ve olmaması da gereken türde bir hassasiyettir bu. Bu türden düşünürler “hayal edebilmek”, “düşünebilmek”, “tahayyül edebilmek”, “tasavvur edebilmek”, “düşünsel olarak kavramak”, “anlamak”, “idrak etmek” vb. günlük konuşmada genellikle birbirinin yerine kullanılabilen ifadeler arasında büyük ayrımlar gözetmeye eğilimli olurlar. Bu yüzden belli bir felsefe geleneğine ait olan iki düşünür arasındaki konuşmada “bu söylediğin şeyi düşünebiliyorum ama tasavvur edemiyorum”, “bu meseleyi idrak edebiliyorum ama tahayyül edemiyorum”, “işaret ettiğin bu nüansı anlayabiliyorum ama kavrayamıyorum” gibi cümleler yer alabilir. Benim bu tür düşünürlerden biri olup olmadığım meselesi bir kenarda dursun, bu röportajı okuyacak kişilerin çoğunluğunun bu türden bir felsefe geleneğinin parçası olmayacağı varsayılarak bu soruya yaklaşmak lazım.

Filozoflar, felsefe tarihinin her döneminde düşünülmesi kısmen ya da tamamen olanaksız olan ya da başkaları için olanaksız olan şeyleri düşünmeye çalışmışlardır. Bunu iyi ki de yapmışlardır çünkü onlar sayesinde hakkında düşünülmesi önceleri olanaksız olan şeyler zaman içinde önce düşünülebilir hâle sonra da herkes tarafından düşünülebilir hâle gelmiştir. Bu söylediğim hem “düşünmeye izni olmak”, hem “düşünmeye cüret edebilmek” hem de “düşünmeye yetili olmak” bağlamında ele alınmalı. Felsefe ya da düşünce tarihini kuran, olanaksızı düşünmeyi kendisine dert edinmiş düşünürlerin kurduğu zemin ve ortam sayesinde biz bugün bu üç bağlamda düşünmemizi özgürleştirebildik. Düşünmenin insanlık tarihinde şu ana kadarki en özgür olduğu döneminde yaşadığımız bir gerçek. Bu özgürlük sayesinde hiçliği ya da yokluğu düşünmeyi daha önceki düşünürlerin hiç yapmadığı ya da yapmış olamayacağı düşünsel derinliklerde gerçekleştirme fırsatımız olduğu da doğru. Özellikle Heideggerci fenomenoloji anlayışından beslenen post-yapısalcı fenomenoloji içinde ufuk, sınır, iz, imkânsız olan, sous rature, hauntology, khôra gibi öğe, tema ve felsefi düşünce pratikleri söz konusu olduğunda fenomenoloji ister istemez varlık, mevcudiyet, hiçlik, namevcudiyet, yokluk ve bunlarla yakından ilgili başlıklar üzerine tekrar düşünmek zorunda kalmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan pasajlar ve paragraflar bu fırsatın değerlendirildiğinin en açık kanıtı olarak önümüzde duruyor.

Ancak sizin sorduğunuzu tahmin ettiğim anlamda “mutlak” yokluk ya da hiçliğin deneyimi insan düşünmesi ya da felsefe için ne kadar olanaklı olduğu konusunda kuşkuluyum. Bunun gerçekleşmesinin önünde daha en baştan iki büyük engel var. Bunlardan ilki içinde yaşadığımız semiyosfer, paradigma ve bunların oluşturduğu gerçeklik algısına ait. Mutlak yokluğun ya da hiçliğin deneyiminin olanaksızlığı; öncelikle mutlağın, yokluğun ve hiçliğin anlamının tarihsel ve kültürel olan ile koşullanıp sürekli değişerek şekilleniyor olmasına dayanır. Bundan yetmiş bin sene önce kilden ufak bir tas yapıp akıp giden nehirden bu tası kullanarak bir tas suyu kabilenin yaşam alanına getirmek “doğaüstü”, “büyülü” ve “göz kamaştırıcı” bir şeydi ya da tam tersi, bu su taşıma eylemi doğanın “kutsal” ve “doğal” akışını, düzenini bozan kutsal dışı bir davranıştı ve bu kişi bu davranışından dolayı öldürülebiliyordu. Bugün bir nehirden bir tas su almak oldukça “alelade”, “doğal”, “sıradan”, kelimenin pozitif anlamında “sıkıcı” bir şeydir. Günümüzde kuantum fiziği ve atom altı dünyanın mevcudiyeti, belli açılardan spekülatif tartışmalara sebep olsa da evrenin gerçekliğine dair olarak bilimin ve bilimselliğin merkezinde yer alır. Ancak aynı şeyler 17. ya da 18. yüzyılın bilimsellik paradigması içinde dile getirilecek olsaydı, bilimin tamamen dışına atılan safsatalar olarak görülürdü. Tıpkı Rönesans ve öncesinde belli bir tür “bilimselliğe” sahip olmasına rağmen bugün astroloji ve simyanın artık üniversitelerde ya da bilim çevrelerinde geçerli bir karşılığı olmaması gibi. Biz her ne kadar “mutlak”, “hiçlik”, “yokluk” gibi kavramlarımızın sanki hep zamanlar-üstü, değişmeden aynı kalan bir yanı olması gerektiğini düşünmeden edemiyor olsak bile, zaman içinde her şey değişiyor. Bundan üç yüzyıl önce yaşayan bir filozofun “mutlak” gördüğü şey ile bugünkü “mutlak” arasında çok fark var. Aynısı “hiçlik” ya da “yokluk” için de geçerli. Bu yüzden mutlak bir yokluk ya da hiçlik deneyimi daha baştan felsefi açıdan oldukça sorunlu.

İkinci engel ise insan düşünmesinin mizacı, alışkanlıkları ve sınırlarına dair. Biz insanlar yüz binlerce yıldır çoğu zaman hep var olan şeyler üzerine düşündüğümüz için düşünmemizde buna yönelik bir alışkanlık, bir “öyle şekil almış olma” durumu var. Yokluğu ya da hiçliği düşünürken bile çoğu zaman onu “var olan bir şey” gibi düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Yokluk ve hiçlik hakkında bir şeyler dile getirirken bile varlığın dilsel araçlarının yardımına başvuruyoruz. En basitinden İngilizce “Nothing is” ya da “Absence is” ile başlayan bir cümle kurmak istediğimizde bile varlığa, var olmaya dair bir belirlenim olan “to be” fiilini kullanmak zorundayız. Sartre ve Heidegger gibi büyük düşünürler bu sorunun farkına varmış ve bunun ötesine geçmeye çalışmışlar ancak bunda ne derece başarılı oldukları herkesin kendi felsefe serüveninde kendisinin cevaplaması gereken bir mesele. Bu, Heidegger’in ünlü “Das Nichts nichtet” (Hiç hiçer) ifadesinin anlamlı olup olmaması meselesi değil. Tam tersine, bu ifade anlamlı ise ve tam da Heidegger’in bu ifadenin sahip olmasını istediği anlama sahip olsa bile hiçin deneyimi hakkında hâlâ söylenecek geriye kalan ne kadar çok şey olduğu ile ilgilidir. Bakın bu cümleyi kurarken bile “olduğu” demek zorunda kaldım, yine varlığa dair bir belirlenim olan olmak fiiline yöneldim. Hiçin ya da yokluğun fenomenolojisi belki de bu yüzden hep olanaksız olarak kalacak ve olanaksızlığın fenomenalitesi sadece mutlak hiçin ve yokluğun fenomenolojisi hakkında hep sessiz kalmak zorunda olacak.

Elbette bu türden bir deneyim sanki asla deneyimlenemezmiş gibi konuşmak da haksızlık olur. Yine Heidegger’in başka bir sözü daha var, büyük ihtimalle yanlış aktarıyorum ama, “düşünmek, felsefeden çok daha fazlasıdır” gibi bir şeydi. Aynı patikada bir adım daha ileri atılarak şu da söylenebilir “yaşamak, düşünmekten çok daha fazlasıdır.” Belki Doğu Asya’ya özgü bazı meditatif geleneklerde mutlak hiçliğin ya da yokluğun deneyimi yaşanıyordur, ancak bu deneyim Batı felsefesinin alışık olduğu ve akademik olarak üstlendiği dille ifade edilmeye uygun değildir. Belki mutlak yokluk ya da mutlak hiçlik deneyimi, Batı felsefesinin benimsediği tarzda “hayal edilmeye”, “düşünülmeye”, “anlaşılmaya”, “dile getirilmeye” vs. açık ya da uygun değildir ama yine de bir yerlerde Budist bir keşiş bir meditasyon sırasında, Batı’nın tamamen yabancı olduğu bir tarzda deneyimliyordur bunu, kim bilir.

'BİR ŞEYİ DİLE GETİREBİLEN SESSİZLİK, BÜTÜN CÜMLELERDEN DAHA ETKİLEYİCİDİR'

Gerek akademide gerekse de düşün dünyasında “sessizlik” olgusu üzerine yapılan çalışmalarda bir artış olduğunu düşünüyoruz. Bu durumun modern dünyada yaşam ve gürültüden kaçmanın mümkün olmaması ile bir ilişkisi olduğunu düşünüyor musunuz? İnsanlık neden “sessizlik”i anlamaya çalışıyor sizce?

Buradaki iki soru teker teker ele alınmalı. İlki ile ilgili olarak, benim Pinhan Yayınları’ndan çıkan 'Sessizliğin Fenomenolojisi' başlıklı çalışmam, aslında 2015-17 yılları arasında gerçekleştirdiğim doktora tezimin birkaç ufak alt bölümünün çıkarılıp, yeniden gözden geçirilip düzenlenmiş bir versiyonu. Benim bu tezi hazırladığım yıllarda sessizliğe dair dikkat çekici bir eğilim ya da ilgi yoktu. Sonrasında, siz de takdir edersiniz ki, bu konuda iki sene boyunca yoğun çalışmış biri olarak sessizliğe dair düşünsel bir doygunluğa eriştiğim için sessizliğe dair çalışmalardan kasıtlı olarak uzak durdum. Bu yüzden bu eğilim 2017 sonrasında başladıysa da haberdar değilim. Ancak özellikle son bir yıldır sessizliğin incelenmesine dair entelektüel bir yöneliş benim de gözüme çarpmakta. Bunun modern dünyada yaşamak ve gürültüden kaçmanın olanaksız olmasıyla doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü modern yaşam ve insanın gürültü ile olan etkileşimi yeni başlayan bir şey değil, bundan on sene önce de vardı bu etkileşim, yirmi sene önce de. Bu artışın şimdilerde başlaması için daha güncel, yeni ortaya çıkan bir faktör olmuş olması lazım. Belki pandemiyle ilgili olabilir. Sonuçta pandemi öyle ya da böyle insanlığa yaklaşık son yüz yıldır hiç deneyimlemediği, alışık olmadığı sessizlik ve ses deneyimleri yaşattı, bu deneyimlerle baş başa bıraktı.

Sessizliğin Fenomenolojisi, Engin Yurt, 408 syf., Pinhan Yayıncılık, 2021.

Sessizlik, belki pandemi öncesi koşuşturmaca içinde olan insanın bir an bile deneyimleme fırsatı olmadığı bir lüks iken, pandemiyle birlikte bir noktadan sonra sanki onun içinden asla çıkıp kurtulamayacakmış gibi hissettiği dipsiz bir çukur ya da boşluğa dönüştü. Bazen bu deneyimler tüm hayatı boyunca “biraz sessizlik ve huzur istiyorum” diyen kişileri “lütfen artık bu sessizlik bitsin” diye yalvartacak kadar yoğundu. Söz konusu ilgi artışı, bu büyük değişimin sonucu doğan varoluşsal bir yönelim olabilir. Bu yönelime sosyolojik, kültürel, felsefi, ideolojik vs. pek çok sebep bulunabilir ama bu yönelim en temelde doğrudan belirleyici hiçbir sebebi olmayan tamamen rastlantısal bir olgu da olabilir.

İkinci soru ise çok daha kökensel bir meseleye dair. İnsanlığın sessizliği anlamaya, anlamlandırmaya çalışması bir eğilim değil ya da eğer bir eğilim ise binlerce yıldır süren bir eğilim. Bu anlam uğraşı büyük ihtimalle iletişim kurma yönelimi ile ilgili. İnsanlar iletişim kurmayı, birbirileriyle iletişim içinde olmayı, birbirlerinden haberdar olmayı seven canlılar. Bu yüzden herkesin herkesi görebildiği sosyal platformlarımız var. Bu anlamda insanlık, içi boş olan bir sessizlikle büyük ihtimalle hiç ilgilenmemiştir denilebilir. Ancak içinde bir tür iletişim kurma olanağı olan ya da bir mesaj barındırma ihtimali olan sessizlik ile doğru şekilde ilgilenebilmek için zamanla birçok düşünsel gelenek ve teknoloji üretmiştir. Bu bazen tanrıların söylediği, emrettiği şeyleri anlamak için olmuştur, bazen de kendi aralarında uzlaşmaya varıp nesilleri ve toplumsallığı inşa edebilmek için. Yani sessizlik, bir dil olarak insanlık için oldukça kıymetlidir ve hep de öyle olmuştur.

Elbette kelimeler, cümleler, dilbilgisi kuralları ve alfabesi olan diller de işlevseldir ancak bir sessizliğin ifade etmesindeki, dile getirmesindeki keskinlik, dolaysızlık, eksiksiz olarak derdin karşı tarafa aktarılması gibi olgular hiçbir sözlü ya da yazılı gelenekte gerçekleşmemiştir. Sözlü ya da yazılı olan, farklı yorum ve anlamlara hiç açık olmadığı zaman bile yorumlamaya hâlâ açık olduğu için biraz da olsa muğlaklık, belirsizlik içerir. Derrida’nın ünlü différance düşüncesinin onun üzerine kurulduğu kabullerden biri budur. Ancak sessizliğin dile getirdiği şey, sessizlik bunu tam olarak dile getirmeyi başardıysa, hiçbir şekilde muğlak değildir. İnsanlık bunu çok uzun zaman önce fark etmiş, bu yüzden sessizliğin hep o dilsel, iletişimsel olanağını aramış, denemiş. Şu an bile hâlâ öyle. Herhangi bir şey söylemeyen, söyleyecek herhangi bir şeyi olmayan sessizliklerin pek değeri yoktur. Onlar içi boş, anlamsız sessizliklerdir. Ama bir şeyi gerçekten dile getirebilen sessizlik, bütün kelimelerden ve cümlelerden daha vurucu, daha etkileyicidir. İnsanlığın sessizliği anlamaya çalışmasındaki en temel sebep bu olsa gerek.

Çalışmanızda sessizlik olgusunu tarihsel boyutta ve birçok disiplin ışığında ele alıyorsunuz. Kitaptaki sıralamadan hareketle ilerlersek sessizlik ve çok tanrılı din arasında ne türlü bir ilişki var? Genelde ibadetin sessiz bir ortama ihtiyaç duyması ile bu olgunun geçmişi arasında doğrudan bir ilişki var mı?

Çok tanrılı dinler ile sessizlik arasındaki ilişkiyi düşündüğümde aklıma ilk gelen ayrıntı, farklı dinsel inanışlarda sessizliğe atfedilen tanrıların, yani sessizlik tanrılarının, çok farklı karakterlerde, mizaçlarda betimlemelerinin olması. Her biri büyük ihtimalle o toplumda ön plana çıkan antropolojik bir öğeyi karşılar şekilde tasarlanmış. Birisinde sessizlik tanrısı ölülerin varması gereken yere varmadan önce uyanmamalarından sorumluyken, diğerinde ölümle tamamen alakasız olarak bir sırrı koruma, gizli kalması gereken bir şeyin dile getirilmemesini sağlamakla görevli. Birisinde sessizlik tanrısı, zamanında çok gürültü yaptığı için daha güçlü bir tanrı ya da tanrıça tarafından sonsuza kadar sessiz kalmakla cezalandırıldığından sessizlik tanrısına dönüşmüşken; diğerinde sessizlik tanrısı, aslında bugün bizim asosyal olmak ile ilişkilendireceğimiz biçimde diğer tanrılardan uzakta yaşamayı, onlarla zaman geçirmemeyi seçtiği için sessizlik tanrısı olarak etiketlenen bir karakter. Kimisinde daha kötücül anlamda sinsice saldıran bir tanrı ile ilişkilendirilmişken, kimisinde de tüm evrenin, gerçekliğin, insanların, canlıların var olmasının kökeni ve olanağı olan “ana” tanrıça olarak karşımıza çıkıyor. Bazı gnostik incillerde bile “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesinden değil ama “baba, oğul, anne” üçlemesinden bahsedilmiştir ve bu üçlemedeki anne, sessizlik olarak geçer.

Aslında sessizlik, en eski çağlardan beni insanın, kabilenin, toplumun yaşamında kendisini hangi mizaçta açtıysa kendiliğinden olan, mitsel bir anlam kazanımı zamanla kabilenin, toplumun ya da insanlığın kolektif bilinçdışında gerçekleşmiş denilebilir. Sessizlik kutsal da olabilir kutsal dışı da. Tarih öncesi dönemde yaşamış ilkel kabile insanı için birisinin diğerlerinden daha çok ses çıkarması, daha çok konuşması veya diğerlerinden daha fazla sessiz kalması kutsalın ortaya çıkışı ya da bozulması ile ilgili olabilirdi. Kötü ruhlar tarafından ele geçirilen bir birey herkesten fazla konuşur ya da herkesten fazla sessiz olur ve bu bir tür beliriş, ortaya çıkmadır ilkel insan için. Eliade, bu durumu tarif etmek için kutsal olanın açığa çıkması anlamına gelen hiyerofani (hierophany) terimini önermiştir. Bu açığa çıkma, sessizlik “tanrıları” şeklinde bireyselleşmiş, kişiselleşmiş olduğunda ise teofani (theophany) söz konusudur. Kısaca, sessizliğin çok tanrılı dinlerde nasıl resmedileceği, hangi mizaçta bir tanrıyla eşleştirileceği, tamamen o çok tanrılı dinin ortaya çıktığı toplumun tarihler boyu kendi kolektif hafızasında taşıdığı sessizlik deneyiminin içeriği, bağlamı ve ona yüklenen anlam ile doğrudan ilgilidir. Her toplumda farklı olmuştur bu.

İbadetin genellikle sessiz bir ortama ihtiyaç duyması sanırım tarihsel olarak tek tanrılı dinlerin kültürde yaygınlaşmasıyla gerçekleşen bir yönelim. Zira çok tanrılı dinlerde hem sessizlik içinde yapılması gereken hem de yapılırken ses veya gürültü çıkarılması gereken ibadet türleri mevcuttur. Çok tanrılı dünyada bunlardan birinin diğerine ağır bastığını söylemek olanaksız çünkü sessizlik içinde bir tapınağın kuytu bir köşesinde tek başına yapılması gereken yakarışlar, dua okumalar olduğu gibi örneğin tanrılar adına düzenlenen şölenlerin (o dönemin inancı içinde bu da bir çeşit ibadettir) olabildiğince “uzaktaki tanrıların duyabileceği kadar” gürültülü, şen şakrak, eğlenceli geçmesi beklenir. Gerçekleşmesi için teksesli ya da birden fazla kişi tarafından aynı anda sesli bir şekilde (neredeyse koro şeklinde) okunması, söylenmesi gereken dualar olduğu gibi, aylar bazen yıllar süren, bozulması tanrıların gazabını kesinlikle üzerine çekecek olan sessizlik yeminleri de mevcuttur. İnsan kurban etme geleneği olan bazı kabilelerde, tanrılara kurban edilen kişinin ritüel sırasında (bu ritüel de bir ibadet biçimidir) olabildiğince çok korkması, ses çıkarması, bağırması, tanrıların hoşuna giden, olmazsa olmaz bir şey olarak düşünülmüştür. Ya da içinde dua edilecek, ritüeller yapılacak bir yerin kutsal olabilmesi için öncelikle gürültüden uzak, sessiz bir yer olması şart olarak da aranmıştır. Bu yüzden şehrin veya kasabanın ortasında mevcut olan tapınaklar olduğu kadar, şehirdeki koşuşturmacanın gürültüsünden uzakta, bir tepenin, dağın başına inşa edilmiş tapınaklar da vardır. Bu tapınaklarda, konum olarak tanrılara yakın olmanın yanı sıra gözetilen bir diğer faktör gürültüden, kalabalıktan uzak, sessiz bir yer olmasıdır. O yüzden ibadetin sessizlik içinde yapılmasına dair eğilimin kökenini çok tanrılı dinler yerine tek tanrılı dinlerin kendi içinde aramak daha doğru olacaktır.

İbrahimi dinlerin kutsal kitaplarında ibadetin sessizlik içinde yapılmasını tanrının doğrudan talep ettiği pasajlar mevcut. Bunun elbette teolojik ve eklesiyastik sebepleri olduğu kadar pratik sebepleri de olduğu ve bu sebeplerin neler olduğu az çok herkesin aklına geliyordur.

Özellikle Hristiyanlığın sessizlik olgusu üzerine çokça söz söylemesinin fakat bu olgunun diğer semavi dinlerde bu denli yoğun bir karşılık bulamamasının sebebi ne sizce? İncil’de neden bu olgu üzerinde bu kadar duruluyor?

Bu oldukça büyük bir iddia. Doktora tez çalışmam sırasında Hristiyanlıkta sessizliği inceleme fırsatım olmuştu; bu yüzden sessizliğin Hristiyanlıkta ne oranda, ne kadar önemde ve hangi anlatı ile kendisine bir yer bulduğunu konusunda bir görüşe sahibim. Sessizliğin Musevilik’teki yerine ilişkin de en azından tutarlı ve kaynaklarla desteklenebilecek, savunulabilecek bir yorum da geliştirebilirim; ki sanırım bu konudan yine kitabın içinde bir yerlerde kısaca bahsetmiş olmam lazım. Ancak İslamiyet’te sessizliğe ilişkin kapsamlı bir araştırma yapmadım, bu yüzden bu konuda tüm kalbimle güvenebileceğim herhangi bir bilgim ya da görüşüm yok. Bu soruyu en doğru olarak belki karşılaştırmalı dinler tarihi konusunda uzmanlaşmış biri cevaplayabilir. Ancak yine de sorunuzu havada asılı bırakmamış olmak adına belki bu konuda düşünmemizin önünü açabilecek bir duruma, olguya işaret edebilirim.

Hristiyanlık, Musevilik ve İslamiyet’ten çok daha fazla eklektik bir yapıda ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Hristiyanlık kültürü üç ayak üzerine kuruludur. Bir ayağı Grek ve Roma dünyasının oluşturduğu kültürel ortam, diğer ayağı Yahudi gelenekleri ve değerleri, son ayağı da erken dönem Hristiyanlığın kendisine özgü öğretileri olan üçlü bir karışımın, sentezin bir ürünüdür Hristiyanlık. Bu yüzden Hıristiyanlık’a dair bazı özelliklerden bahsederken Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) ya da Greko-Romen (Greco-Roman) sıfatları kullanılabilir. Bu türden kökensel bir eklektik yapı, İslamiyet ya da Musevilik için o kadar da geçerli değildir. Onlar her ne kadar temas ettikleri kültür ve inançlarla etkileşime girmiş olsa da kendi bütünsel birliklerini her zaman merkezlerinde tutabilmiştir. Hristiyanlık’taki sessizliğe olan bu yoğun vurgu (eğer bu vurgu gerçekten diğer semavi dinlerden daha yoğun ise) belki de onun bu uzlaşımcı, birleştirici tutumuna ve farklı yapıları ortak bir noktada birleştirmek zorunda olmasına bağlanabilir.

Antik Yunan dünyasını konu aldığınız bölümde “inkübasyon” kavramından bahsediyorsunuz. Bu kavramı açıklarken pratikte “uyku ve rüya”ya işaret ediyorsunuz. Ne demektir “inkübasyon”? Bugüne, bugünün insanına yansıması nasıldır?

Antik Yunan kültüründe inkübasyon, dinsel bir uygulama ya da ritüele verilen isim. Genellikle sağlığı geri kazanma ya da bir hastalığa şifa bulmakla ilgilidir. Bir hastalığı olan ya da hasta bir tanıdığı olan kişi, bu hastalığa çare bulmak için bir tapınağa (bu genellikle Antik Yunan’da sağlık tanrısı olduğuna inanılan ve ilk doktor/hekim olarak kabul edilen yarı-tanrı Asklepios’a adanmış Asklepion adındaki şifa tapınaklarından biri olurdu) gider ve uykusunda Asklepios’un ya da onun çocuklarından birinin rüyasına gelip hastalığın nasıl iyileştirileceğine ilişkin kutsal bir şifada, açıklamada bulunacağına dair inançla bu tapınakta uykuya yatar. Bu rüyaya gelen tanrılar kişiyi uykusu sırasında iyileştirebilir ve kişi sabah tamamen iyileşmiş bir şekilde uyanabilirdi. Eğer bu gerçekleşmediyse (gördüğü rüya çoğu zaman kendisinin anlamlandırabileceği türde olmadığından dolayı) kişi rüyayı tapınakta görevli olan hekimlere anlatır ve hekimler de kendilerine anlatılan rüyayı yorumlamaları temelinde bir tedavi programı hazırlardı.

Bu tapınaklarda bazen Antik Yunan’ın en ileri seviye ve karmaşık ameliyatları yapılırdı. Afyon kullanılarak hastayı genel anestezi altına alma ya da belli halusinojenik yatıştırıcılar ile hastanın bedensel olarak hissizleştiği uyku ve uyanıklık arası bir durum olan enkoimesis haline sokma ilk kez bu tapınaklarda gerçekleşmiştir. Elbette bu tapınaklar psikolojik ve duygusal açıdan da hastaları iyileştirmekle görevliydi. Sanatsal üretim ve tiyatro ile duygu sağaltım seanslarının yanı sıra hastalara sorunları konusunda psikolojik destek ve rehberlik de verilirdi. Bugünün perspektifiyle söylenecek olunursa hem hastane hem ibadethane hem de terapi ve spa merkezi olarak işlevi vardı.

İnkübasyon sırasında görülen rüyada herhangi bir sözsel ifade, bir cümle, sözlü bir yönerge olmazdı. Rüyada olup biten, görülen şey zaten şifanın herhangi bir söze gerek duymadan tanrılar tarafından insanlar diyarına aktarılmasıdır. Tapınaktaki görevli hekimler rüyada olup biteni dinleyince hangi tedavinin önerildiğini doğrudan anlardı. Bu yüzden inkübasyonda da tanrıların sessiz ve dilsiz bir şekilde konuşması gerçekleşirdi denilebilir. Bu pratik aslında sadece Antik Yunan’a ait değil, Musevilik ve Hristiyanlıkta da mevcut. Türkçedeki istihare kelimesi de bunun İslam kültüründeki bir karşılığını isimlendiriyor gibi düşünülebilir.

'SANATSAL OLAN, ÇOĞU ZAMAN SESSİZLİK İÇİNDE KONUŞUR'

Kitabın hemen tamamına yakınında sanat ve felsefe aracılığıyla sessizlik olgusunu ele alıyorsunuz. Her iki disiplinin de özünde bir anlamlandırma motivasyonuyla hareket etmesi bu olgunun varoluşuna ve biçimlenmesine nasıl etkide bulundu sizce? Ayrıca tarihsel bağlamda her iki disiplinin de bu olguyu ele alışı bir değişiklik gösterdi mi?

Cevaplarımın birinde bahsettiğim gibi, düşünürlerin ait olduğu çeşitli felsefi gelenekler vardır. Türkiye’de de bu geleneklerin izini akademide az çok görmek mümkün. Belli üniversitelerin belli felsefe bölümleri bu gelenekleri sürdürür. Kimisinde Fransız geleneği baskındır, kimisinde analitik felsefe, kimisinde Türk-İslam geleneği, kimisinde Alman Kıta felsefesi, kimisinde de edebi gelenek. Ben Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün ilk doktora mezunu olduğum için, bu üniversitenin ismine de yakışır bir şekilde “acaba Türkiye’de felsefe ve sanatın iç içe geçtiği bir gelenek o bölümden çıkabilir mi, doğabilir mi?” sorusuyla kendi tezimde böyle bir yol izledim. Bunun sonucu ne oldu, ne olur herhangi bir fikrim yok. Ayrıca sanatsal olanın kendisine çok özgü bir ifade tarzı var ve bu ifade tarzı özellikle kelimeler, cümleler olmadan bir şeyler dile getiren, ifade eden sessizliği felsefi olarak incelemek için oldukça uygun. Çünkü sanatsal olan da çoğu zaman sessizlik içinde konuşur. Heidegger ve Gadamer, sanatsal olanın bu spesifik gücünün farkında olan düşünürler olarak bu konuda kapsamlı görüşler belirtmiştir. Ben bu çalışmamda onların teorik, felsefi düzlemde ifade ettiği şeyin uygulamaya sokulduğu bir örnek oluşturmaya çalıştım.

Bu çalışma sırasında karşılaştığım ilgi çekici durumlardan biri de sizin “her iki disiplin de anlamlandırma motivasyonuyla hareket ediyor” şeklinde ifade ettiğiniz olgu ile ilgili. Felsefe ve sanat aslında üniversitelerin “sanat felsefesi” ya da “estetik” derslerinde öğretilen, anlatılanlardan çok daha derinden, kökensel olarak birbirilerini tamamlama gücüne sahip. Sessizlik hakkında da incelemelerde bulunurken sanatsal deneyimin, felsefi olarak ortaya koyulanı başka hiçbir disiplinin yapamayacağı kadar tamamlayan, açan, derinleştiren, anlamlaştıran bir güce sahip olduğunu gördüm. Elbette disiplinler arası çalışmalar her zaman yeni ufuklar doğurur; ancak felsefe ve sanatın etkileşimi felsefe ve sosyolojinin ya da felsefe ve psikolojinin etkileşiminden çok daha uçsuz bucaksız olasılıkları barındırıyor. Bu anlamda felsefe ve sanatın ufkunun diğer disiplinlere göre birbirine daha çok benzediğini, birbiriyle daha derinden etkileşime geçebildiğini söyleyebilirim. Sessizliği bir olgu olarak ele almalarında bu iki disiplin birbirinden ayrılır ve aralarında türdeş bir akranlık yoktur. Çünkü birisi deneyimin deneyimlenmesinde son bulma özgürlüğüne sahipken, diğeri deneyimin deneyimlenmesi dışında bir de bu deneyimin erişilebilir tüm katmanlarıyla açıklanması ve başkalarına aktarılabilmesi sorumluluğu ile yükümlüdür. Yine de bu ele alış tarzlarında çok derin bir içsel harmoni olduğu söyleyebilirim. Bilmiyorum, belki de ben bu türden bir sanat-felsefe geleneği içinde yetiştiğim için bana öyle geliyordur.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Bu sıralar üniversitede akademik dönemin bitmesine birkaç hafta kaldığı için ders izleğindeki konuları yetiştirmeye çalışmanın bir telaşı var üzerimde daha çok. Öğrenilecek şeylerin çokluğuna kıyasla insan ömrü ve akademik takvim zorunlu olarak kısa kalıyor. Bunun dışında TÜBİTAK tarafından doktora sonrası araştırma bursu kapsamında Japonya Kyoto Üniversitesi’nde bir tür “Doğu Asya Düşüncesi Felsefi Terimler Sözlüğü” oluşturmaya dair hazırlayıp sunduğum proje, destek görme hakkı kazanmıştı. Eğer üniversitedeki şartlar uygun olursa Ekim 2022’de bir yıllığına Kyoto’ya gideceğim. Bunun dışında Orta Çağ’da yaşamış mistik bir Alman düşünür olan Meister Eckhart’ın vaazlarının bir kısmının çevirisini doktora tez danışman hocam ile ortak olarak hazırladık; son aşamasına yaklaştı o çalışma. Bir de Antik Çin düşüncesinde Konfüçyüsçülük ve Daoizm kadar ünlü olmasa da önemli bir yere sahip bir diğer düşünce okulu olan Mingjia’ya dair metinlerin çevirisi ve yorumlanmasını içeren bir çalışma var. Eğer yetiştirebilirsem hepsinin 2022’nin sonu ya da 2023’ün başında raflarda olmasını istiyorum meraklıları için, olmadı daha sonraya artık.