Enflasyon yarası ve dolarizasyon komplikasyonu

Enflasyonun neden olduğu dolarizasyonla birlikte ortaya çıkan ilave sorunları görünce, bizim gibi ülkelerde enflasyona daha fazla önem vermek gerektiğini belirtmek gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Bu yazıyı Türkiye Merkez Bankası Başkanı’nın fiyat davranışları hakkında geçenlerde yaptığı açıklamalar sonrasında yazmaya karar verdim. Merkez Bankası (MB) Başkanı yaptığı açıklamaları ile, fiyat davranışlarını anlamak yerine, onu ilgisiz aktörlerin ilginç davranışları ile açıklama yolunu seçti. Merkez Bankası'nın bağımsızlığı bir yana, bir MB başkanı para teorisi literatürünü ve fiyat davranışlarını iyi bilmek zorundadır. Parasal konular benim de uzun süredir çalıştığım konular olmasına rağmen bu konular hakkında çok güncel yazılar yazmak istemiyorum; ülkenin yapısal sorunlarına daha fazla ilgi çekmek gerektiğini düşünüyorum. Fakat arada bu açıklamaları görünce Türkiye’de kamu yönetiminde liyakatin ne kadar önemli olduğuna usanmadan daha fazla vurgu yapmak gerektiğini fark ediyorum. Firma fiyatlama davranışları, Türkiye gibi çok kırılgan ve dolarizasyonu yüksek iktisadi yapılarda daha komplike bir nitelik kazanır. Yazımda bunu açıklamaya çalışacağım.

Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, Türkiye’de enflasyon bir kamu başarısızlığıdır. Dışsal faktörlerden ziyade, büyük oranda kötü iktisadi yönetimin bir sonucudur. Özellikle, dünya genelinde enflasyonun bu kadar düşük olduğu bir dönemde bile bu kadar yüksek enflasyon, başarısızlığın ülkeye özgü nedenlerden olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Ülkede enflasyon düzeyi yüzde 20’lere yaklaşmış durumdadır. Avrupa Birliği’nde en yüksek enflasyona sahip Macaristan’da bile bu oran yaklaşık yüzde 5 civarındadır ve ciddi politik ve ekonomik sorunlarla boğuşan Venezuela ve Arjantin’i dışarıda bıraktığımızda Brezilya ve Meksika’da enflasyon sadece yüzde 3-4 düzeylerindedir.

Bizim gibi ülkelerde yüksek enflasyon öyle “rakamlarda” durduğu gibi durmaz. Açtığı yara çeşitli zincirleme komplikasyonlara neden olur. Dolarizasyon bunlardan biridir. Dolarizasyonunun en önemli sebebi, 1980 ve 1990’larda Latin Amerika ve yine 1990’larda Rusya’da da görüldüğü gibi, enflasyon kaynaklıdır. Dolarizasyon her şeyden önce enflasyondan kaçış planıdır, yani ülke vatandaşlarının kendi ekonomik para sahasından çıkma isteğidir. Ulaşımı kolay (döviz büfesi ve bankadan temin edilebilir), yönü büyük oranda belli (işler kötüye gittiğinden genelde artış yönünde) ve likit olmasından dolayı insanların ve kurumların neden dövize yöneldiğini anlamak zor değildir. Dolarizasyonun en önemli göstergesi döviz hesaplarının toplam mevduat içindeki payının yüksekliği ve bunun ivme kazanmasıdır. Bugün gelinen noktada, bu oran özellikle son üç yılda çok hızlı bir şekilde artarak, ülke ekonomisinin kayıp on yılları diye nitelendirilen 1990’lardaki oranının bile ötesine geçmiş durumdadır. Döviz mevduatları toplam mevduatın yaklaşık yüzde 55’i civarındadır. Yani ülkede 100 TL mevduatın 55 kadarı dövizde tutulmaktadır. Yaklaşık 230 milyar dolar gibi bir değerden bahsediyoruz. Fakat bunu bankaların kasalarındaki toplam fiziksel döviz miktarı gibi anlamak yanlış olur. Aynen TL mevduatlarında olduğu gibi döviz mevduatları da bankalar tarafından kullanılır. Bunlar büyük oranda kamu veya özel kesime kredi olarak verilir veya zorunlu karşılık olarak tutulur. Fakat ülkede ne kadar döviz olduğu sorusu ne kadar TL olduğundan daha anlamlı bir sorudur. Çünkü iç finansal işlemlerden çok, dış dünya ile ilişkiler bağlamında (dış borç, ithalat gibi) dövize fiziksel olarak sahip olmak, kaydî olmasından daha önemlidir. Döviz üzerinden yaratılan kaydî para düzeyini bilmiyoruz, ya da en azından ben bilmiyorum. Bunun yüksek olması durumu, aslında görünenden daha dövize sahip olduğumuz anlamına gelir.

Gerçi ülkenin dövizle ilişkisi gerçek ve tüzel kişilerin döviz mevduatlarını aşan bir niteliğe sahiptir. Özellikle, dolarizasyonla birlikte dış ve iç döviz borcun da ciddi bir değişim geçirdiğini görüyoruz. Dış borca bakıldığında, 2005 ve 2020 yıllarını karşılaştırırsak, hem miktar olarak (170 milyar dolara karşı 450 milyar dolar) hem de oransal olarak (yüzde 34’e karşı yüzde 60) ciddi bir artış söz konusudur. 2018 borç krizinin özel sektörün (finans ve reel) aşırı dış borçlanmasının bir sonucu olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Tüm bunlara bir de 1990’lı yıllarda dahi görmediğimiz diğer bir gelişme eklendi. Bu da; hazinenin iç borçlanmasının da önemli bir kısmının dövizle yapılıyor olmasıdır. Kamu iç borcunun yaklaşık yüzde 58’i dövizle yapılmış durumdadır. Toplam iç borcun da yaklaşık yüzde 25’i dövizledir. Ülkede enflasyonun ve faizin bu kadar yükselmesi nispi olarak dövizle borçlanmayı daha da cazip hale getirir. Bu “cazip borç” yapısı zamanla kendini çoğaltarak kırılgan yapan bir sarmala dönüşmektedir.

Tüm bu gelişmeler ülke ekonomisindeki tüm aktörlerin (devlet, firmalar ve hanehalkı) “döviz işi”ne ciddi anlamda girdiğini göstermektedir. Fakat dövizle borcu olan devlet ve firmaların tersine, onu varlık olarak tutan hanehalkı/tüzel kişilerin refahı bu anlamda diğerlerinden ayrışır. Bu gruplar döviz kurundaki değişimin yönünden farklı etkilenirler. Birileri aşağı bakarken diğerleri yukarı bakar. Dolarizasyon bu anlamda, ülke refah perspektifinin de ayrışmasına neden olur.

Enflasyon ve belirsizlikten korunmak için dövize yönelmek beraberinde diğer sorunlara yol açar. Bunlardan biri enflasyonun kendisidir. Yani dövizin değerindeki artış aynı zamanda enflasyonun nedenine dönüşür, enflasyon artık harekete geçirdiği dinamiklerle kendini yaratan sebebe evrilir. Buna “enflasyon momentumu” denir. Enflasyon momentumu aynı zamanda geri dönüşü zorlaştırır, yani kalıcı yüksek enflasyon beklentisinden dolayı daha düşük bir enflasyon düzeyine geri dönüş zorlaşır, buna da “enflasyon ataleti” diyoruz. Bu anlamıyla, döviz bir müddet sonra ilk neden olmasa da enflasyonun kalıcı ve dirençli bir nedenine dönüşür. Döviz kurundaki artışın sistematik ve döngüsel bir şekilde enflasyon yaratması, dövize daha fazla ilgi ve talep (döviz mevduatlarındaki artış ve sermaye çıkışı) ile ortaya çıkan bir dışsallıktır. Yani bu yanıyla enflasyon, dolara kaçanların kaçamayanlara bıraktığı bir kül bulutu gibidir. Dövize yönelmenin yarattığı diğer bir sorun gelir dağılımı ile ilişkilidir. Bu ilişkiyi anlamak için döviz sahipliğindeki yığılmaya bakmak gerekir. Türkiye’de nüfus içinde sınırlı sayıda insanın döviz sahibi olduğunu biliyoruz. Ülke ekonomisinin temel göstergeleri kötüye giderken dövizin değer kazanması döviz tutanların lehine servet eşitsizliğinin daha da kötüleşmesine neden olmaktadır.

Genelde sokaktaki vatandaşın ”dolara baktığı” yönünde genel bir yaklaşım vardır. Bu daha çok sokaktaki vatandaşın işlerin nasıl gittiğine dair bir izlenim elde etmesinden kaynaklanır; kendi tecrübesi ülke ekonomisinin istikrarının doların istikrarı ile ilgili olduğuna dair anlatılar ve tecrübelerle doludur. Bu bir servet biriktirme merakından çok, olan bitenin kendi aleyhine döneceğine dair bir sezgidir. Bir müddet sonra döviz kurunda olup bitenlerin kendisine daha az alım gücü (enflasyon) ve işsizlik olarak geri döneceğini tahmin eder. Enflasyon oranı düzeyinde geliri artmayan, emek piyasasında gücü sınırlı insanlar döviz girdabında ciddi reel gelir kayıplarına uğrarlar. Devletin ve firmaların dövizle sürdürülemez ilişkileri emekçilerin omuzlarında nihayetlenir.

Bu genel yapıyı tarif ettikten sonra Merkez Bankası Başkanı’nın firmaların fiyat stratejilerine dönük açıklamalarına bakalım. Her şeyden önce, Merkez Bankası Başkanı’nın “ilginç ve ilgisiz” fiyat davranışları diye nitelendirdiği şeyin aslında dövizle abluka altına alınan bir ülkede “doğal” ve “ilgili” fiyat davranışları olduğunu biraz iktisat bilen herkes bilir. Fiyatlama davranışının ilgisiz olduğu ile söylenmek istenen, döviz kuru değişimlerinden direkt etkilenmeyen bazı firmaların da benzer bir şekilde fiyat arttırdığı iddiasına dayanır. Oysa bu fiyatlama davranışlarının neden ortaya çıktığını anlamak gerekir. Birincisi, firmalar direkt ithalat girdisi kullanmasalar da kullandıkları birçok şey ithalat ile ilişkilidir; bu özellikle en önemli maliyet unsuru olan enerji fiyatlarıdır veya ithal ürün kullanan firmalardan aldıkları ürünlerin fiyat değişimlerinden kaynaklanır. İkincisi, firmalar veya bireyler gelir konusunda sürekli bir rekabet içindedirler. Bu rekabetin amacı, büyük oranda kendi nispi alım gücü pozisyonlarını korumaktır. Bu durum, tükettiği diğer malların fiyatlarındaki artışın reel alım gücünü azaltmasını önlemek veya diğer gelir gruplar ile (yandaki esnafla örneğin) girdikleri nispi fiyatı koruma rekabetinden kaynaklanır. Üçüncüsü, fiyatlar hareketlendiğinde yani bir momentum kazandığında, fiyatların değişim kaynağı artık önemimi yitirir. Fiyat sinyalleri “gürültülü” bir hal alır. Enflasyondaki artışın döviz kuru artışından mı, para arzı artışından mı yoksa maliyet artışından mı kaynaklandığını öngörmek zorlaşır ve tüm bu faktörler iç içe geçer. Bunu bilimsel olarak ayrıştırmak zor olduğu gibi, sahadaki aktörler için de bu çaba değerini yitirir. Gürültü sesin kaynağını bulmayı engeller. Enflasyondan ve döviz kurundan nasıl etkilendiğinden bağımsız olarak her firma fiyatını yükseltir. Dördüncüsü, enflasyon ortamında tekelci yapıların egemen olduğu sektörlerde fiyat davranışı çok daha farklı bir nitelik kazanır. Burada fiyatı yansıtma gücü, yani markup empoze etme gücü ortaya çıkar. Bu da bir güç ilişkisidir. Gördüğümüz gibi, fiyat stratejileri artık basit bir şekilde maliyetin fiyata yansımasını aşan ve içinde farklı etkileri tetikleyen bir sarmala döner. Artık her şey doğal (piyasaya ait) ve herkesle ilgili hale gelir.

Diğer yandan, tüm bunların üretici fiyat endeksi (ÜFE) ile tüketici fiyat endeksi (TÜFE) arasında büyük bir ayrışmanın olduğu bir dönemde oluyor olması da fiyat davranışlarındaki komplikasyonların derinliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu ayrışma ülke tarihinde görülmemiş bir düzeydedir, ÜFE, TÜFE’den yaklaşık yüzde 25 daha yüksektir. Firmalar oluşan maliyetleri fiyatlarına yansıtamadığı bir durumla karşı karşıyalar. Böyle bir durumda zarar ettiklerine dair bir işaret olmadığına göre firmalar muhtemelen yüksek “markup”larını azaltma yoluna gidiyorlar. Fakat bunun yine de araştırılması gerekir. Sanayi sektörü için yaptığımız son bir çalışmaya göre, Türkiye’de markup düzeyleri özellikle büyük firmalar için oldukça yüksek düzeydedir. Firmaların yaklaşık yüzde 70’nin markup düzeyi yüzde 20’nin altındayken, en büyük yüzde 25 firmanın markup düzeyi 100’un üstündedir. Bu durum bile bize firma düzeyinde ciddi bir ayrışma olduğunu, piyasa güçlerinin farklılaştığını ve dolayısıyla maliyetlerini yansıtma güçlerinin farklı olduğunu göstermektedir.

İki fiyat düzeyi (ÜFE ve TÜFE) arasında bu kadar ayrışma olması aslında fiyatlar üzerinde ifade ettiğimiz sorunlara talep baskısının da dâhil edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu durum büyük oranda emeğin fiyatı (ücret) üzerindeki baskıdan kaynaklanmaktadır. Yani mal piyasasındaki fiyat davranışına emek piyasasındaki ücreti de dâhil etmek gerekir. Bizler hep mal piyasasındaki fiyat hareketliliğine odaklanırken, iki temel fiyat olan fiyat endeksi ve ücret farkı da genişlemektedir. Bu anlamda, arz yönlü etkiler (enerji fiyatları, emtia ve döviz kuru gibi) fiyatları yukarı çekerken talep yönlü etkiler genel anlamda aşağı yönlüdür. Bu aslında emekçilerin enflasyon oranı kadar bir ücret artışı talebinde bulunmasını engelleyen iktisadi koşulların reel ücreti baskılayarak enflasyonda merkez bankası politikalarına yardımcı olmasıdır, yani yoksulluk merkez bankasının işini kolaylaştırmaktadır.

Pandemi de fiyat davranışına ilave bozucu etkilerde bulunmuştur. Pandemi boyunca ciddi anlamda TÜFE sepetinin reel kompozisyonunda değişimler oldu. Bu anlamıyla ölçülen enflasyon ile yaşanılan enflasyon ayrıştı. Bu bize şunu bir daha net bir şekilde gösterdi: TÜFE genel ortalama fiyat değişimine dönük bir bilgi verir. Kimin bu değişimden nasıl etkilendiğine dair önemli bir ipucu vermez. Bu yüzden, farklı tüketim ağırlıklarına sahip gelir grupları için farklı endeksler oluşturulmalıdır. Ve bunlar gelir politikalarında referans olarak alınmalıdır.

Enflasyonla birlikte ortaya çıkan bu kadar komplikasyonun varlığı altında para politikası da doğal olarak daha etkisiz hale gelir. Çünkü böyle bir yapıda kontrol edilmesi gereken çok sayıda değişken ve ilişki ortaya çıkar. Faiz kararlarının yaratacağı etkiler çok daha öngörülemez olur. Dış şoklara karşı, politik beyanlara veya FED açıklamalarına sürekli açık hale gelen bir ekonomide “öngörme risk” ortaya çıkar. Bu da çok sayıda olası dengenin ortaya çıkması anlamına gelir, yani fırtınada kendimizi hangi ada ve hangi gemide bulacağımızı tahmin etmek zorlaşır. Bu yanıyla, öngörme riski altında, para politikası etkisini kaybeder; sürekli farklı şoklarla farklı yeni durumlar ve buna bağlı yeni politikalar peşinde koşmak durumunda kalınır.

Dövize bu kadar gömülen bir ekonomide her para politikası inisiyatifinin ciddi iktisadi karşılıkları olur. Örneğin, yüksek düzeyde refah dağıtım etkisi ortaya çıkar. Faizi düşürmek döviz yükümlülüğü olanları negatif etkilerken (TL cinsinden borçları artar), döviz varlığı olanları pozitif etkiler (TL cinsinden varlıkları artar). Benzer olarak, para politikalarının ciddi farklılaşan maliyet etkileri ortaya çıkar. Faiz oranı döviz kuru kanalı üzerinden farklı maliyet yapılarını etkileyerek fiyat davranışlarını çok daha değişken ve öngörülemez hale getirir. Bu yanıyla, merkez bankasının faiz oranı politikası birbiri ile çelişen çok sayıda durumun ortaya çıkmasına neden olur. Bu tür iktisadi ortamlarda merkez bankasına kaldıramayacağı kadar yük biner. Üstelik bunu diğer bir politika enstrümanını kaybetmişken -yani rezervleriniz negatifken- yapmak çok daha ciddi performans ve güven sorunları yaratır. Buna döviz mevduatlarına dönük büyüyen servet korkusunu da eklersek, yani döviz mevduatlarına devletin müdahale korkusu, ekonomi çok daha kırılgan hale gelir. Böyle bir durum, 2001 yılında Arjantin’de yaşanmıştı. Bankalardaki dolar hesapları dondurulmuş ve piyasada değeri 4 peso olan doları resmi döviz kuru olan 1 pesodan yerli paraya çevrilmişti. Buna “corralito” yani sınırlandırma denmişti. Bu örnek bile dolarizasyonla ortaya çıkan durumun risk alanın ne kadar genişlediğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Bu yüzden, enflasyonun neden olduğu dolarizasyonla birlikte ortaya çıkan ilave sorunları görünce, bizim gibi ülkelerde enflasyona daha fazla önem vermek gerektiğini belirtmek gerekir. Fakat normal koşullarda, ılıman enflasyon düzeylerinde, enflasyon korkusunun abartıldığını ve işsizliğin ikincil plana itildiğini düşünüyorum. Asıl refah göstergesi büyük oranda işsizlik düzeyinin azaltılmasıdır, hatta işsizliğin yok edilmesidir. Fakat enflasyon belirli eşik değerlerin üzerine çıktığında sorunu çözene kadar önceliği enflasyona vermekte bir sorun olmadığını düşünüyorum.

*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü