Emel Akal: Müslüman komünistler Kızıl Ordu'yla birlikte savaştı

Emel Akal'ın son çalışması 'Müslüman Komünistler: Petrograd-Kazan', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Akal ile kitabını, Mustafa Suphi'yi ve SSCB'yi konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Emel Akal’ın 'Müslüman Komünistler: Petrograd-Kazan' (1917-1918) isimli çalışması İletişim Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Boğaziçi, Muğla, Bilkent Üniversiteleri'nde Türkiye tarihi üzerine dersler vermiş olan Emel Akal’ın 'Kızıl Feministler: Bir Sözlü Tarih Çalışması' (2011), 'Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm' (2012) ve 'Moskova, Londra, Ankara Üçgeninde İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri' (2012) adlı kitapları geçtiğimiz yıllarda yine İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştı.

Akal, son çalışmasında, bugüne kadar çoğunlukla Moskova ve Petrograd merkezli olarak anlatılan/yazılan bir tarihi yeni bir bakış açısıyla inceliyor. Ekim Devrimi’nin öncesinde ve devrimi izleyen süreçte Rusya’daki Müslüman toplulukların anlatılmamış hikâyesini bize büyük titizlikle aktarıyor. Kendi deyimiyle “hem Moskova’dan Kazan, Orenburg ve Ufa’ya (…) hem de Kazan, Orenburg ve Ufa’dan Moskova’ya” bakıyor.

'Müslüman Komünistler' kitabının yazarı Emel Akal’la bir röportaj gerçekleştirdik…

Gözden kaçan bu tarihi yazmaya sizi yönelten ne oldu? Önsözde, bir hikâye anlatmak istediğinizi ifade ediyorsunuz, o döneme dair anlatmak istediğiniz hikâyenin bir parçası da bu tarihin gözden kaçmış olması mıdır?

Çok doğru bir tespit. Şubat ve Ekim Devrimleri'ni anlatanların değinmediği, adeta teğet geçtiği, “detay”, “ayrıntı” muamelesi yaptığı bir tarih sanki benim anlattığım. Kazan’da, Orenburg’da, Ufa’da canını dişine takmış sosyalizm için mücadele eden insanların hikâyesi. Onlar katılmazsa eksik kalacak ama onlar herkesin unuttuğu veya önemsemediği insanlar… Tatarca da kapitalizm, sosyalizm, burjuva, proleter gibi kavramlar olmadığı için ihtilali “gerçeğin, güzelliğin ve insanlık sevgisinin” peşinde Rusya proletaryası ile birlikte “kul ve köle olmaktan” kurtulmak olarak anlatan Mollanur Vahidof’un, “Zalim ejderhaları ebediyyen bitirip” “onların ağularından ezilen, mazlum sınıfları saklamak” için “göklere doğru şiddetle yükselen ulu bir güç” talep eden ve mücadele Tatar ve Başkurtların hikâyesi.

Sosyalist ve komünistlerin milliyetçi, milliyetçi Müslümanların “hain, Rus ajanı” addettikleri insanlar bunlar. Türkiye’ye göç eden Rusya Müslümanlarının 1917-1918’de Sovyet Rusya’da sadece “milli devlet kurmak için” çabalayanları anlattıklarını göz önüne alırsak Mollanur Vahidof ve yoldaşlarını mutlaka anlatmak gerekirdi.

Sonraki yıllarda da başta ABD olmak üzere diğer kapitalist-emperyalist devletlerde, akademik namuslarını satan bazı tarihçiler, bu tarihi istedikleri gibi değiştirebileceklerini sandılar. Sovyetler Birliği’ni, bu ilk sosyalist devleti çökertmek için o günleri tersyüz etmeye çabaladılar. Çarpıttılar, değiştirdiler, eksik yazdılar. Ama gerçeğin ortaya çıkmak gibi bir huyu var.

'MÜSLÜMAN KOMÜNİSTLER KIZIL ORDU'YA KATILDI VE BEYAZ ORDU'YA KARŞI SAVAŞTI'

Brest-Litovsk Antlaşması, Şark'ın Müslümanlarını nasıl etkiledi? Kitapta değindiğiniz bu meseleyi okuyucularımız için biraz açar mısınız? 

Lenin ve Bolşevikler, üç yıldır devam etmekte olan I. Dünya Savaşı’ndan çıkmak için Ekim Devrimi’nden sonra hemen Almanya’ya ateşkes teklif etti, Brest-Litovsk Antlaşması ancak dört ay sonra, Mart 1918’de imzalandı. Sovyet hükümeti ancak bu korkunç savaştan çıktıktan sonra sosyalizmin inşası için enerjisini Sovyet Rusya içine yönlendirebildi. Ama anlaşma şartları çok ağırdı. Sovyet Rusya’nın Karadeniz ve Hazar Denizi ile bağlantısı kesilmiş, tahıl ve diğer gıdalara erişimini kaybetmişti. İngiltere ve Fransa’nın desteği ile iç Rusya’da anti-Sovyet bir hükümet kurulmuş ve Beyaz Ordu yayılmaya başlamıştı.

Topraklarının kamulaştırılmasına karşı çıkan Rus köylülerin Beyaz güçleri desteklediği bu süreçte Sovyet Hükümeti İdil-Ural’da sosyalist Müslümanlarla ittifak kurdu. Yani Müslümanlar devrimci Sovyet hükümetini desteklerken, kısa bir süre önce yüz binler olarak bu topraklara yerleştirilen ve şimdi bu toprakları kaybetmek istemeyen Rus-Ukraynalı-Alman köylüler Rus milliyetçisi Beyaz güçleri destekliyordu. Bu çok zor günlerde Sovyet hükümetinin nefes almasına Müslüman komünistlerin katkısı oldu. Kızıl Ordu’ya katıldılar ve Beyaz Ordu’ya karşı savaştılar.

Tatar ve Başkurtların en büyük talihsizliği iç savaşın bu topraklarda yayılmasıdır. Tam Tatar-Başkurt Sovyet Cumhuriyeti’nin kuruluş kararnamesi ilan edilmiş, Kurucu Meclis’in toplanacağı gün bile belirlenmişken mayıs ayı sonunda bu topraklar korkunç bir iç savaşın arenası haline gelmiştir. Bu iç savaşta Müslüman komünistler büyük yara almış, liderini, örgütlerini, kadrolarını kaybetmiştir. Kitap, bu hikâyeyi anlatıyor.

Müslüman Komünistler Petrograd - Kazan (1917 - 1918), Emel Akal, 440 syf., İletişim Yayıncılık, 2020.

TKP'nin kuruluşunun 100. yıl dönümüne ve Mustafa Suphi yoldaşa ithaf ettiğiniz, şimdiye kadar kimselerin pek el değdirmediği bu mesele üzerine kaleme aldığınız çalışmanız ile kişisel olarak nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Ben 25 yıldır, özellikle 20. yüzyıl başından bu yana yaşanan olay ve olguları çalışıyorum. İttihat ve Terakki Fırkası, I. Dünya Savaşı, Milli Mücadele dönemi derken sürekli olarak Rusya ile karşı karşıya kalıyordum. Bütün yollar Rusya’ya çıkıyordu adeta: İttihatçı şefler Sovyet Rusya’ya gidiyordu, Kazım Karabekir Bolşevikler'den yardım istiyordu, Mustafa Suphi 1913’te Sinop kalebentliğinden Kırım’a kaçmıştı, Yusuf Akçura Kazanlı idi vb. Erzurum, Kars çalışırken Bakü, Bahçesaray, Kırım karışıyordu işe. Anadolu’da ne olduğunu anlamak için çalışırken kendimi Kafkasya veya Dağıstan’a buluyordum. Bakü’ye bakarken Taşkent’e doğru yol almak zorunda kalıyordum.

Çarlık Rusya’sında gerçekleşen 1905 ve 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri, kuzeyden gelen bu rüzgârların Osmanlı’daki siyasi hayatı doğrudan etkilemesi çok ilginçti. Benim kişisel duruşum Rusya siyasi hayatında Bolşevikler'in belirleyici olmasıyla birlikte önem kazandı. Çünkü TKP üyesi olmam, çok genç yaşlardan itibaren Marks ve Lenin’in eserlerine aşinalığım, Sovyet Devrimi, Komintern ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere ilişkin bilgi birikimim “gerçekten ne oldu” sorusuna yanıt ararken işimi çok kolaylaştırdı. Bir komünist partisinin çalışma tarzını, ideallerini, amaçlarını, hatta psikolojisini biliyor olmamın Mollanur Vahidof veya Mustafa Suphi’yi anlamamı kolaylaştırdığını düşünüyorum. Onların macerası, benim maceramdı sanki.

Kitapta, 1902 yılında Tatar matbaa işçilerinin örgütlenmesiyle başlayan Bolşevizm sürecini, Mollanur Vahidof'un Lenin'in imzasıyla sonsuz yetki almasını, Beyaz Rusların ayaklanmasını, düşen Kazan'ı, Vahidof'un vefatından sonra neredeyse tek yetkili haline gelen Sultan Galiyef'i bağlantılı bir biçimde ve bütünsel olarak resmediyorsunuz. Bu hareketli dönemin ışığında, Mustafa Suphi'nin rolünü biraz açıklar mısınız? Bizim bu dönemde gözden kaçırdığımız nedir?

Türkiye solunda Mustafa Suphi 1920 yılında toplanan TKP Kuruluş Kongresi ve Türkiye’ye dönüşü sonrasında 1921 Ocak ayında katledilmesi ile bilinir. Halbuki 1918 yılında Mustafa Suphi’nin Sovyet hükümetinin kurduğu kısaca Muskom olarak bilinen İç Rusya ve Sibirya Müslüman İşleri Komiserliği’nde Tatar ve Başkurt liderlerle birlikte çok aktif olduğunu görüyoruz. Mustafa Suphi, daha sonra Haziran 1918’de kurulan Rusya Müslüman Sosyalist Komünist Partisi üyesidir ve Suphi'nin Türkiyeli esirlerle kurduğu Türk Sol Sosyalistleri Teşkilatı da buna bağlı olarak kurulmuştur.

Kitap, 1918 sonuna kadar geldiği için kitapta sözü edilmeyen ama 1919 ve 1920 yıllarında da Rusya Müslümanlarının siyasi faaliyetlerinde aktif olarak yer almış bir siyasi aktördür. Bu geçmiş bilinince 1920 TKP Kuruluş Kongresi daha bir anlam kazanmaktadır.

Önsözde ve Sonsöz'de bahsettiğiniz Kürt Meselesi'nin çözümüne dair SSCB bize nasıl bir ışık tutar?

Sovyet Rusya pratiğinin iyi incelenmesinin, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümüne katkı yapacağı kanısındayım. Çünkü Sovyet Rusya’da 'Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı' doğrultusunda Müslüman kesimlere nasıl yaklaşıldığını, neler yapıldığını incelemek bir laboratuvar görevi görecektir.

Ben bu çalışmada milli meselenin çözümü konusunda kuramsal tartışmalara girmedim, çünkü bu tür tartışmalarla ilgili her dilden pek çok yazı, makale, kitap var. Ben Bolşevikler'in Ekim Devrimi öncesi milli meselenin çözümü hakkında neler “söylediğini” ve Ekim Devrimi sonrasında neler “yaptığını” anlamaya çalıştım. Sovyetlere sahip çıkan sol-eSeR’lerin de tutumuna kısaca değindim. 1917’de 'Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı' konusunda dünyanın en kararlı siyasetçisi olan Lenin ve Bolşevikler, bu meseleyi çözmek için iktidara geldiklerinde nelerle karşı karşıya kaldılar ve ne yaptılar? Pratik olarak, gün gün neler yaşandı? Tabii ben sadece 1917-1918 yıllarını inceledim. 70 küsür yıllık SSCB tarihinde milli mesenin aldığı virajlar başka bir çalışmanın konusu.

Şu sorular önemlidir ve cevap vermek hiç kolay değildir: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde milli mesele çözüldü mü? Milli mesele ne zaman çözülür? “Homojen bir ulusa” dayanan ulus-devletin kurulaması ile milli mesele çözülür mü? Böyle bir hayal peşinde olmak Almanya’ya faşizmi getirdi. Mesela Polonya’nın Rusya’dan tamamen ayrılması ile Polonyalılar için milli mesele çözülmüş addedilebilir ama ya Polonya’da yaşayan diğer etnik azınlıklar, mesela Yahudiler için? Bir başka soru: Kapitalist bir ülkede, sınıfsal baskı ve sömürünün devam ettiği koşullarda milli meselenin çözümünden söz edilebilir mi?

Ama son tahlilde bu meselenin çözümünde alınan yolun en ilerisidir SSCB’de yapılanlar. Hiçbir ulusun adını taşımayan, on beş federatif cumhuriyet, onlarca muhtar devlet ve özerk bölgeden oluşan SSCB kurulmuştur. Sovyetler Birliği “bütün ulusların ve dillerin tam eşitliğini”, “zorunlu resmî dilin olmamasını” hayata geçirmiştir.

Bu konuda altını çizmek istediğim bir husus daha var. Rusya’da federatif bir cumhuriyet için mücadele eden Müslüman komünistlerden biri olan Mustafa Suphi, Sovyet Rusya pratiğinden öğrendiği gibi Türkiye’de Türk, Kürt, Rum, Ermeni ve diğer farklı unsurların özerk olacağı bir federasyon önermiştir: “Türkiye’de yaşayan muhtelif unsurlar arasında dil, din ve hayatça ayrı bir mevcudiyet-i şahsiyye ve içtimaiyyeye malik [şahsi ve toplumsal mevcudiyeti] olan muhtelif unsur proletaryatlarının arzu ettikleri hukuk-u hürriyet ve muhtariyete nail olmaları lazım geldiği ve usul-ü idarede fedarasya esasının kabulü karar altına alınmıştır.” Bu karar bize ışık tutmaktadır.