Elsa Niego’yu nasıl bilirdiniz?
İstanbul’un orta yerinde bir subay tarafından sokak ortasında yüz bütünlüğünü yok edecek kadar korkunç bir cinayete kurban giden kişi, bu kez 23 yaşındaki Elsa Niego’ydu. 14 Şubat’ta bir Sevgililer Günü’nde doğan Elsa, ona saplantılı şekilde âşık olan, Hicaz Valisi Ratıp Paşa’nın oğlu ve Abdülhamit’in eski emir subayı Osman Ratıp tarafından Bankalar Caddesi’nde “aşkına karşılık bulamayınca” hunharca öldürülmüştü.
Kadına ve kız çocuklara yönelik şiddetin durdurulması ve toplumsal eşitliğin sağlanması yönündeki yerel, ulusal ve küresel mücadele birbiriyle yakından ilintili. Biri olmadan diğeri hep yaralı, hep eksik, hep kırılgan kalıyor.
Toplumsal bellek ve adalet duygusu da aynı şekilde… Sistematik şekilde süregiden her adaletsizlik ve cezasızlık, toplumsal bellekte ve toplumsal vicdanda dipsiz kuyular açıyor. Bu kuyulara düşmekten korkanlar kendilerini ya suskunluklarda ya da göç yollarında buluyor.
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu'nun yayımladığı son verilere göre sekiz ayda en az 280 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. 50 kadının ölümü de şüpheli ölüm olarak kaydedildi. Ülkede giderek büyüyen şiddet sarmalının tam merkezine konumlanan kadın cinayetlerinde bilanço günden güne ağırlaşıyor.
Kadın cinayetlerinin ve beraberinde getirdiği toplumsal trajedinin bugününü konuşurken aslında dününe de bakmak ve geçmişte benzer kadın kırımlarına karşı kolektif bellekte kalan izleri, adalet/sizlik duygusunu, suskunlukları ve sorulmayan hesapları incelemek de oldukça öğretici bir çaba.
Bu açıdan Türkiye’de Yahudi toplumunun “görünür olmamak, susmak, olaylara karışmamak” için kullandığı kayades deyiminin tarihteki karşılığını kısa süre önce bir romanda en çıplak ve net haliyle gördüm.
Takvim yaprakları 17 Ağustos 1927’yi gösterdiğinde ve hemen ardından yaşanan olağanüstü olaylar, azınlık hakları konusunda çalışan akademisyenler, konuyla ilgili tarihçiler, hak savunucuları ve kimi azınlık topluluğu üyeleri haricinde çok fazla kişinin bilmediği, yeterince gün yüzüne çıkarılmamış, adeta yok sayılınca yok olacağına inanılmış bir toplumsal itiraz idi aslında.
Kayades bozulmuştu bir süreliğine… Çünkü insan olanın kalbi, gencecik bir kadının katliamı karşısında titremiş, kırılmış, gözyaşlarına boğulmuştu.
Azınlık olarak görülmenin güvensizliğiyle harmanlanan, eşitlik ve saygınlık görme talebini içeren bu kıvılcım, aynı zamanda, Türkiye’deki Yahudi toplumunun belleğine sonsuza dek yerleşen birçok acıyı, travmayı, suskunluğu, ayrılığı, topraklarından kopuşu, dilini yitirişi, vicdan yorgunluğunu ve kırgınlığı beraberinde getirdi. Üzerinden neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen…
İstanbul’un orta yerinde bir subay tarafından sokak ortasında yüz bütünlüğünü yok edecek kadar korkunç bir cinayete kurban giden kişi, bu kez 23 yaşındaki Elsa Niego’ydu.
14 Şubat’ta bir Sevgililer Günü’nde doğan Elsa, ona saplantılı şekilde âşık olan, Hicaz Valisi Ratıp Paşa’nın oğlu ve Abdülhamit’in eski emir subayı Osman Ratıp tarafından Bankalar Caddesi’nde “aşkına karşılık bulamayınca” hunharca öldürülmüştü.
Bahaneler ne kadar tanıdık, değil mi? “Geliyorum” diyen cinayetlerle Kırmızı Pazartesi’ler o zamandan beri caddeleri kana bulamaya devam etmiş.
Akıl sağlığından şüphe duyulduğu için hastaneye yatırılan katil ise hak ettiği cezayı almamıştı.
Elsa’yı kurtarmak isteyen Rejin’i de yaralayan Osman Ratıp, uzun süredir genç kızı takip etmiş, hatta onu kaçırmaya çalışmıştı. Elsa’nın ailesi adamdan şikayetçi olmuş, kendisi kısa süreliğine tutuklanmış, ancak dışarı çıkınca genç kıza yönelik taciz ve tehditlerine devam etmişti. Aile, Elsa’yı bu “illetten” kurtarmak için onu Yahudi bir erkekle nişanlamaya çalışmış, ancak bu tedbir de imtiyazlı bir aileden gelmesine güvenen Osman Ratıp’ı durdurmayıp Elsa’yı bıçakla katletmesine yol açmıştı.
Ailenin acısı bununla da bitmemiş, genç kızın cansız bedeninin örtülmesine izin verilmeyip cenazesi saatlerce sokak ortasında bekletilmiş.
Süreç bugün yaşananlarla, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından daha da vurdumduymaz bir hal alan erkeklerin sistematik şekilde sürdürdüğü kadın katliamlarıyla ve cezasızlık algısıyla ne kadar büyük paralellikler gösteriyor, değil mi?
Elsa’nın beyaz örtü ve çiçeklerle kaplı naaşı, Arnavutköy Yahudi Mezarlığı’na, on binlerin katıldığı ve adalet isteklerini haykırdığı bir cenaze alayı eşliğinde Bankalar Caddesi’nden itibaren taşınır.
Mezar taşında ise Fransızca olarak şöyle yazar:
“Burada Elsa Niego yatıyor
14/2/1904-17/8/1927
Ne kadar genç, ne kadar saf, ne kadar iyi, ne kadar sade,
Ne kadar çalışkandın. Seni çok sevdik!
Artık yoksun!
Teselli bulamayan, üzülmüş olarak seni ağlıyoruz.
Huzur içinde uyu sevgili ELSA.
Henüz yeni açılmışken biçilmiş çiçek…”
Egemen düzen tarafından bir “isyan” olarak algılanan, ancak aslında katledilen bir kadını son yolculuğunda yalnız bırakmamaya dayanan bu olayın hemen ardından, katledilen kadının özünde bir “öteki” olmasının da verdiği motivasyonla bir dizi ırkçı saldırı, hak mahrumiyeti, tehdit ve medya eliyle yürütülen nefret söylemi ise çorap söküğü gibi gelecektir.
Zira azınlıklar her zaman olduğu gibi toplumun kırılgan halkaları ve günah keçileriydi. Bazen suskun kalmaları bile yetmiyordu, anında “korkak” sıfatı yapıştırılıyordu alın yazılarına… Egemen düzenin parçası olmaları ve herhangi bir itirazları karşısında “misafir” olarak görüldükleri bu topraklarda “günahlarını affettirmeleri” için mutlaka tavizler vermeleri, bedeller ödemeleri, zaman zaman da “ellerini ceplerine atmaları” gerekiyordu.
Raşel Meseri, bu gerçek olayı zamanlar ötesine geçen bir roman kurgusu, dantel işlercesine ördüğü bir edebi üslupla, kelimeleri çok büyük bir hassasiyetle seçerek ve çok-katmanlı metaforlarla zenginleştirerek son eseri Elsa Niego’nun Cenaze Alayı’nı (Alfa Kitap, 2024) kısa süre önce kitapseverlerin beğenisine sundu.
Meseri, cenaze kortejini, tüm kitap boyunca Türkiye’de Yahudi toplumunun 1920’lerde ve sonrasında yaşadıklarını anlatmak için bir arka plan olarak kullanıyor; zira bu toplumsal patlamanın aslında yoktan var olmadığını, sonsuzluğa yayılan yankılar oluşturduğunu, bir geçmişinin ve bugününün de olduğunu, “adalet istiyoruz!” nidalarının ardında yaşadıkları ötekileştirici politikaların kalp ağrısının baskın geldiğini açıklıyor.
Kortej ilerlerken bir tramvayın vatmanının ve Cumhuriyet Halk Fırkası kâtibi Saffet Bey’in yol vermemesi, ardından Saffet Bey’in karakola gitmesi sonucu törene dair soruşturma açılması da kitabın aktardığı öne çıkan tarihsel detaylardan biri…
Aynı şekilde o günlerde CumhuriyetGazetesi’nin Türkçe ve Fransızca baskılarında Türkiye Yahudilerine “gürültü yapmamaları” yönündeki telkinler, “beğenmeyen gitsin” ifadeleri, Yahudi toplumunun adalet talebinin “nankörlükle” nitelendirilmesi, Milliyet Gazetesi’nde Yahudilerin dört yüzyıldan sonra ilk kez “saldırıya geçtiklerine” dair iddialar da azınlıklara dair o dönemde -ve çoğu zaman bugün de- medya ve toplum algısını deşifre etmek açısından oldukça çarpıcı…
Dolayısıyla o dönemde de, uluslararası konjonktürdeki antisemitizmden güç alan medya “görevini” eksiksiz şekilde yerine getirip, bu denli hassas ve kırılgan bir süreçte ortalığı sakinleştirmek yerine nefret söylemi pompalamaya devam etmiş. Bunun sonucunda da Yahudiler arasında tutuklamalar başlamış, İsmet İnönü’nün eski Fransızca öğretmeni ve Yahudi toplumunun saygın isimlerinden Jak Pardo’nun diğer Yahudilerin tutukluluğuna itiraz etmek üzere İnönü’ye yazdığı mektubun ardından bu kez de kendisinin tutuklanmasına dek varan bir gerilim yaşanmış. Yahudilere serbest dolaşım yasağı getirilmiş, Yahudilere ait olan evler taşlanmış, Karataş hastanesinde tahribat yapılmış, İzmir’de Yahudi cemaatine ait okulların kapatılması istenmiş. Olayların yatışması ise ancak bir Yahudi heyetinin Kazım Karabekir ile görüşmesi sonrasında belli bedeller ödenerek gerçekleşmiş.
Sonrası malum: Varlık Vergisi ve Vatandaş Türkçe Konuş kampanyalarından günümüze dek değişmeyen tek şey, kadın cinayetleri ve toplumun bir kesiminin diğerini ilk toplumsal kırılma noktasında ötekileştirmede beis görmemesi…
Ardından geçmişte yaşananların tekrar yaşanmayacağının garantisi olmadığı için bavullarına belleklerini sığdırıp giden nice küskün Raşel, bedeni kaldırım ortasında hüzünle taş kesmiş nice Elsa, haksız yere tutuklanan nice Jak…
Söylemlere yapışan nice aşağılayıcı terim, sinirlendiği kişiye “Ermeni dölü, Rum tohumu, korkak Yahudi” demekte beis görmeyen saldırgan diller, kötücül beyinler, ötekileştirici bakışlar…
Ve Meseri’nin de dediği gibi, “adalet çoğu zaman mahkeme duvarlarında yazılı süslü sözlerde kaldı. O süslü lafları yazanlar zaten erkekler…”
Meseri’yle bu kitap özelinde yaptığım söyleşide şunları kaydetti:
“Kadına yönelik erkek şiddeti günümüzde gemi azıya almış şekilde, sistematik olarak devam ediyor. Gün geçmiyor ki günümüz cinayet, şüpheli ölüm, taciz, ensest, istismar haberleri ile kararmasın. İsyan ettiren bu haberlerin, yaşananların sadece kulağımıza ulaşan bir kısmı olduğunu da biliyoruz üstelik... Sınıfsal olarak daha güvencesiz olan veya egemen kimliğin dışında kabul edilen kadınlar daha da korunmasız. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da şiddete neredeyse arka çıkılan bir iklimin göstergesi. Fakat tüm bunlar olurken, kadınların kurduğu dayanışma ağlarını, gösterdikleri dayanışma iradesini de es geçmemeli. Günümüz ancak bu dayanışma ruhuyla aydınlanabilir.”
Elsa Niego’nun hikayesini görece yakın bir tarihte öğrenen Meseri, “Bazen yeni öğrendiğiniz bir şey sizi başkalaştırır fakat o bilgiyle ne yapacağınızı bilemezsiniz hemen. Tek hissettiğiniz bir şey yapma itkisidir. Elsa Niego’nun trajedisi ve ardından vuku bulan kolektif isyanı öğrendiğim an tam da böyle bir andı,” diye tanımlıyor o andaki yazma motivasyonunu…
“Başkalarına anlatmaya dair kuvvetli bir istek vardı, ama tam da nasıl yapacağımı bilememiştim. Bunun için de bildiğim tek yöntem olan romanlaştırmak vardı elimde. Tarihsel gerçeklik ile kurmacayı birleştirmenin heyecanı bir de,” diye devam ediyor.
Elsa Niego’nun cenaze alayında ortaya çıkan adalet ve eşit vatandaş olma talebinin ardından Türkiye’deki Yahudi toplum içindeki “sessizleşme” sürecini ise şu şekilde açıklıyor Meseri:
“Bu talebin ardından devlet tarafından verilen cevap, gözaltılar, mahkemeler, seyahat yasakları, Ladino dilinin serbestçe konuşulması önündeki engeller, eğitim kısıtlamaları, basında hedef gösterilme şeklinde oldu. Bu deneyimler karşısında, zaten çok yüksek sesle konuşan ve hak talebinde bulunan bir cemaat olmayan Yahudilerin daha da sessizleşip, içine kapandığı, bir şekilde korkunun baskın geldiğini söyleyebiliriz. Bildiğim kadarıyla, böylesi kolektif bir eyleme dönüşen başkaca bir olay da yok; zaten Elsa Niego’nun hikâyesini biricik kılan da bu olsa gerek.”
Kadına ve kız çocuklara yönelik istismar, takip, taciz ve cinayet vakalarında ve sonrasında belki de en kritik hatalardan biri, susmak… Dilini yutmuşçasına susmak… Yok sayınca tüm o katliamın, ayıbın, acımasızlığın yok olacağını sanmak…
Hiçbirimiz cenaze alayında yer almamış olabiliriz, ama 23’ünde henüz yeni açılmışken biçilmiş çiçek Elsa Niego’yu masum bilirdik. Ama o günden beri bu toplumda yaşanan kadın ve çocuk kırımına baktığımızda, hangimiz onun kadar masumuz ki?
Menekşe Tokyay Kimdir?
Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.
Aklın kötümserliğini iradenin iyimserliğiyle telafi etmek 22 Eylül 2024
Mengen Akreditasyonu yerine çocukların tokluk akreditasyonu 08 Eylül 2024
Çocuk yaşta evliliklerin sonrası sessizlik 01 Eylül 2024
Çevrimiçi istismar, Instagram yasaklarıyla engellenir mi? 25 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI