Erken seçim: Bu gelen bambaşka bir kriz

Tünelin ucundaki kriz, ne 1994'e ne de 2001'e benziyor. Öyle özelleştirmeyle, kemer sıkmayla, bir kesime fatura çıkarmayla aşılabilecek gibi de durmuyor. Erken seçim tam da bu yüzden gündemde. Duvara toslamadan henüz, siyasi ikbali garantiye alma çabasıdır. Ama bir de Erdoğan kadim piyasa gücü IMF'yi anmaya başladı ki, işte o zaman bambaşka bir tablo çıkabilir karşımıza.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sahi, ne oldu da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan adeta adı unutulan IMF'yi aniden hatırladı? Önce; klarnetçi takımı, sabık arabeskçi ve evlilik programı bakiyesinden oluşan ekiple Hatay'a, Afrin çıkarması yaptığı gün bahsetti. "IMF'ye borç verecektik, baktılar ciddiyiz, almadılar" türünden tuhaf bir cümle kurdu. Ardından 16 Nisan'da, ülkelerin üzerindeki kur baskısını kırmak için IMF'ye 'altınla borçlanmayı' önerdiklerini söyledi.

Borcun son taksitini ödediği 2013'ten beri, Kavuklu'nun Pişekar'ı gibi, seçim sahnelerinde arada bir 'tokatladığı' figür olmaktan öte IMF'yi ciddi cümleler içinde kullanmamıştı. Son günlerde ise o cümleler dönüp dolaşıp IMF'ye bağlanıyor işte.

Erdoğan dikkat çekici bir şeyler daha söylüyor. Merkez Bankası'nın rezervinden, iktidara geldikleri günden beri çektikleri doğrudan yatırımlardan bahsediyor. Öyle muhtarlara yaptığı umumi tuvalet hesabı değil yani, basbayağı makro ekonomik veriler sunuyor.

O SİLAH BİR KERE GÖRÜNDÜYSE EĞER...

Çehov'un popüler sözü, siyasi retoriğin de en güzel metaforlarından biridir. İlk sahnede silah göründüyse eğer, eninde sonunda patlar. IMF de biraz böyledir. Nerede hakkında konuşulmaya başlanıyorsa, orada beklentiler iç açıcı değildir.

Peki ama beklenen şey ne kadar kötü? En son sözümüzü, baştan söyleyelim. Gelen kriz ne 1994'e benziyor ne de 2001'e. Zira, piyasacıların pek sevdiği, "Çince'de kriz aynı zamanda fırsat anlamına gelir" tevatürü bu sefer geçerli değil. Neden mi? Gelin son iki büyük krizi başka bir açıdan okumaya çalışalım...

1989'da başlayan finansal serbestleşmenin yol açtığı sıcak para akınları kriz tohumunu bünyeye ekti bir kere ancak, 1994'ün tetiğini düpedüz Çiller çekti. Erdoğan'ın tutulduğu 'faizi düşürme hastalığı'nın ilk semptomlarını Çiller sergiledi. Dış borcun iç borçla finanse edilmeye çalışılması nedeniyle yükselen faizleri zorla indirmeye kalkması, dünyada yayılan Meksika krizi fırtınasıyla birleşince ekonomiyi tepetaklak etti. Cazip faize koşan sıcak para aynı hızda kaçtı. Kur, fiyatlar ve enflasyon rekor kırdı. Yarım milyona yakın insan işsiz kaldı.

Krizden nasıl mı çıkıldı? Kamuya ve sosyal güvenliğe 'acı reçete' uygulanarak. İç tüketimi körüklediği düşünülen ücretler devalüasyonla törpülendi, TL'nin değeri düşürülerek ihracat artırılmaya çalışıldı. Borçların asıl kaynağı olarak görülen, kârdan çok sosyal faydayı amaç edinmiş kamu işletmeleri yok edildi. Yani bir bakıma kriz, fırsata dönüştürülüp arkaik olduğu düşünülen kamu sektörü tırpanlandı ve fatura ücretlilere kesildi. Büyük sermaye sahipleri fazla da acı çekmedi doğrusu. Harcamaları kısan iktidar ise hesabına düşen payı sandıkta ödedi zaten.

2001 krizinin esasını ise IMF programları oluşturdu. 1997'deki Doğu Asya krizi dalgalarının Türkiye'yi vurması üzerine imzalanan stand-by anlaşmaları sayesinde, her halükârda kriz üretip duran yapı topyekûn değişimin fırsatı yapıldı. Bu dönemi ele alırken devasa dış borç, cari açık, Gümrük Birliği ile coşan ithalat gibi iktisadi verileri; 28 Şubat, havada uçuşan anayasa kitapçığı ve 'karanlıklar prensi' misali aniden beliriveren Kemal Derviş'le birlikte düşünmek lazım.

Sonucu hatırlayalım: Acayip patronların acayip bankaları TMSF'ce tasfiye edildi, az çok köklü olanlarsa müsrif ellerden alınıp ehil sayılan köklü şirketlere verildi. Ve bankacılıkta bir yabancılaştırma dönemi açıldı. Tüpraş, Telekom, POAŞ gibi kârlı kuruluşlar özelleştirildi. Asıl olarak da akaryakıttan tütüne, sigaradan alkole, enerjiden endüstriyel değeri olan tarımsal üretime verimli alanlar piyasa tahakkümüne tabi kılındı. Faturaya gelince... Daimi müşteri ücretlilerin haricinde; Ankara OSTİM ve Siteler'deki küçük işletmeler, orta halli esnaflar, Osmanbey'deki tekstilciler, Aksaray'ın bavul tüccarları zelzelenin altında kaldı. Büyüklere yine çok bir şey olmadı. Hatta özelleştirme ve Derviş'in yolunu açtığı yabancı ortaklıklar sayesinde kârlı bile çıktılar denilebilir. Sonuçta 'eski' ekonomik akıl giderken yanına 'eski' siyasi aklı da alıp götürdü ve AKP dönemini açtı...

BUGÜNKÜ TABLO NEDEN FARKLI?

Şimdi önümüzde çok daha kasvetli bir gelecek duruyor. Bu karanlığın bir veçhesinde ekonomik gerçekler 'kutsal ahit' gibi dikiliyor. Türkiye'nin borçlarını ödeyebilmek için her sene 200 milyar doların üzerinde parayı bulması şart. Milli gelirin 800 milyar dolar olduğu düşünülürse durum daha net anlaşılır. Gel gelelim parayı bulacağınız piyasalarda faizler son 9 yılın zirvesinde. İnşaatçıların iflas edip kaçması, en büyüklerin koşa koşa yeniden yapılandırma istemesi boşuna değil yani.

Asıl sorun borcun dağılımında aslında. Krizle şerbetli Türkiye'nin şimdiye kadarki ezberi hep devletin hesabı üzerineydi. Bugün ise sorun hem reel sektörde, hem finans sektöründe, hem de bu hızla gidilirse devletin hazinesinde çıkacak.

Çarpıcı veriler sunulabilir ancak basit bir hesap yaklaşan buz dağını tarif etmeye yetiyor. Finans sektöründeki borçlar 2005'te milli gelirin yüzde 6'sıydı, 2017 sonunda rakam yüzde 27’ye ulaştı. Reel sektörün borcu da 2005’te milli gelirin yüzde 20'siyi, 2017'de oran yüzde 69’a çıktı. Sonuçta toplam borçların milli gelire oranı yüzde 141’i geçmiş durumda. Kısaca Türkiye'nin bankaları dahil en büyük şirketleri, fabrikaları, holdingleri borç içinde. Bakkalı, marketi, perakendecisi de borçlu. Çiftçisi, halcisi, emeklisi de...

Karanlığın diğer yüzünde ise her şeyi 'politik ikbal' terazisinde tartan anlayış bulunuyor. Seçime kadar ekonomiyi 'yüzdürme' umuduyla kamu bankalarının üzerine bindirilen yükler hayli ağır. Cengiz İnşaat'ın ruhunun üflendiği 'süper teşvikler', iç talebi kısmamak adına izlenen popülist uygulamalar neredeyse 20 yıllık vergi gelirlerine şimdiden temlik koydu. Teşviklerin bütçeye sadece KDV yükü 70 milyar lira olacak.

Merkez medyadan dışlanmış birkaç ekonomist ve KHK ile atılmış akademisyenler dışında, ilkokul karnesi basitliğinde yüzümüze çarpılan yüzde 7.5'lik büyümenin yüzde 3.4'ünün stoktan, kısaca üretilip depolarda duran mallardan geldiğini, bunun 2010'dan beri en yüksek seviye olduğunu söyleyebilen ise kimse yok ortalıklarda.

BEŞİNCİ GÜNÜN ŞAFAĞINDA ERKEN SEÇİM ÇÖZÜM MÜ?

Bu vahim muhasebeyi biz görüyoruz da Bahçeli, Erdoğan görmüyor mu sanki? Fakat onların gördüğü başka şeyler de var. Borç ve iç taleple beslenen büyümenin siyasi açıdan da sürdürülemez olduğunu, yaptırdıkları anketlerde uzun süredir ilk kez ekonominin bir numaralı sorun mertebesine yükseldiğini elbette biliyorlar. Kur ve zamların kaçıracağı seçmen sayısının, büyümeden yarar gören seçmenden fazla olup olmayacağının ince hesabını yapıp duruyorlar. Ve işte sonucu da nihayet açıkladılar. 'Beşinci günün şafağında sandığa bak' dedi, Bahçeli.

Çağrının anlamı açıktır. Ekonomi çarpmak için hızla yol aldığı duvara henüz seçmeni ürkütmeyecek güvenli bir mesafedeyken siyasi geleceği garantiye alma çabasıdır bu. Ne var ki, seçimden sonra ağır bir faturanın çıkacağının da işaretidir aynı zamanda. 1994 ve 2001'den farklı olarak yelpaze geniş, yük ağır, süre de uzun olacak belli ki. Şirketler malvarlıklarından, yabancı ortaklı bankalar karlarından, vatandaş tüketiminden kolayca vazgeçebilecekler mi?

Öyle özelleştirmeyle, kamunun yeniden yapılandırılmasıyla hesap belli kesimlere kesilerek aşılabilecek türden bir kriz değil çünkü tünelin ucundaki. Yabancı sermaye ülkede özel sektör servetinin 'nihai kullanıcısının' AKP olduğunu çözdü bir kere.

Görünen o ki, Merkez'in faiz silahı kurun ateşi karşısında 'su tabancası'ndan hallice etkide bulunabilir. Faizi artırdığı an enflasyon ve üzerine kredi faizleri de yükselecek. Tüketimin kısılması ve zamların vatandaşı, borçların özel sektörü, devasa inşaat projeleriyle dağıtılan ulufelerin de kamu bankalarını vurması sürpriz olur mu?

Dünyada esen gerilim rüzgarları ve beklenen ekonomik yavaşlama da hesaba katılırsa; krizin iç dinamiklerle, güçlü 'Saray koalisyonu'yla aşılabileceğini söylemek hayli zor. Piyasanın kadim güçleri IMF ve Dünya Bankası'nı yardıma çağırmak ve 'yapısal reform' ayinlerine başlamak dışında dünya üzerinde şu anda keşfedilmiş bir alternatif de bulunmadığına göre, 'altınla borçlanalım' türünden utangaç önerilerin esbab-ı mucibesi daha iyi anlaşılıyor.

Tabii şunu da biliyoruz ki, ekonomide alternatif dinamikler aramaya başlarsan eğer, siyasette de alternatif güçleri uyandırma riskini göze almak zorunda kalırsın...