'Kapitalizm sarı köpek*  sözleşmelerine dönüyor'

3 sendika eylül ayında 150 bin metal işçisi için toplu sözleşme masasına oturacak. OHAL'le grevlerin yasaklandığı bir dönemde üç sendikanın ortak hareket etmesinin işçilerin kazanımları açısından şart olduğunu vurgulayan Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Aziz Çelik, "Kapitalizm 'sarı köpek' sözleşmelerine dönüyor. Sendikaların da buna uygun bir hat ve güçle karşı durması gerekiyor" uyarısında bulunuyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türk –Metal İş (Türk-İş) , Birleşik- Metal İş (DİSK) ve Çelik-İş (Hak-İş) 150 bin özel sektör metal işçisi adına eylül ayında Türk Metal Sanayicileri Sendikası'yla (MESS) toplu sözleşme görüşmelerine başlayacak. Grevlerin OHAL çerçevesinde kanun hükmünde kararnamelerle yasaklandığı bir dönemde, bu üç sendikanın sanayinin lokomotif sektöründe yürütecekleri görüşme, tüm işçi sınıfı açısından önem taşıyor.

Türkiye’de sendikal hareketi, işçi sınıfının mevcut durumunu ve toplu sözleşme görüşmelerine nasıl hazırlanılması gerektiğini, Kocaeli Üniversitesi İktisadı ve İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doçent Doktor Aziz Çelik'le konuştuk.

Türkiye sendikal hareketinin mevcut durumunun fotoğrafını çeker misiniz?

Türkiye sendikal hareketin fotoğrafının kasvetli ve iç karartıcı olduğunu söyleyerek başlayayım. Önce nicel duruma bakmakta yarar var. Türkiye’de işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 10 civarında. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı sadece yüzde 7 civarında, özel sektörde ise bu oran yüzde 5. Kamu sektörünün ciddi biçimde zayıfladığı günümüzde esas olan özel sektördeki durum. DİSK-Ar tarafından Ağustos 2017’de hazırlanan 'Sendikalaşma ve Toplu İş Sözleşmesi Raporu' işçilerin yüzde 90’ının sendikasız, yüzde 95’inin ise toplu iş sözleşmesiz olduğunu ortaya koyuyor. Nicel olarak zayıf bir sendikal hareket var. Bu zayıflık yanında sendikal hareketin ikinci önemli özelliği parçalanmış olması ve ortak mücadele perspektifinden yoksun olmasıdır.

TÜRK-İŞ

İşçiler üç ayrı kon federasyon tarafından temsil ediliyor. En büyük konfederasyon Türk-İş, uzun yıllar boyunca ana akım sendikacılığı temsil etti. Devlet işletmelerinde örgütlendi. Devlete yaslanarak örgütlendi. Hükümetlerle iyi geçinerek işçilerin sorunlarını çözmeyi ilke edindi. Uzlaşmacı, partilerüstü ve Amerikan modeli sendikacılığın ülkemizdeki temsilcisi oldu. 1980 yıllara, Özal dönemine kadar mücadeleci bir tutum almadı. Ancak Özal döneminde yaşanan büyük kayıplardan sonra 1980 ve 90’lı yıllarda daha mücadeleci bir tutum sergiledi. 2000’li yıllarda yeniden eski haline döndü. Siyasal iktidarın yörüngesine sendikacılık yapmaya başladı. Üye sayısında kısmen artış olmasına rağmen Hak-İş ile arasındaki fark daralıyor. Hükümetin Hak-İş’i koruyup kollaması, Türk-İş’in başında Demokles’in kılıcı gibi duruyor. Türk-İş’in sendikalı işçiler içindeki temsil oranı son beş yılda yüzde 71’den yüzde 56’ya geriledi.

DİSK

Türkiye sendikal hareketinde 1960’larda yaşanan büyük ayrışmanın sonucu olarak DİSK ortaya çıktı. DİSK asıl olarak özel sektörde örgütlenen, mücadeleci ve sınıf eksenli bir sendikacılığı benimseyen bir konfederasyon oldu. 1970’lerde ciddi bir güce ulaşan DİSK, 12 Eylül darbesinin en büyük mağduru oldu. Darbeciler tarafından faaliyeti durduruldu, yöneticileri idamla yargılandı. 12 yıl boyunca faaliyet yürütemedi. DİSK 1992’de yeniden sendikal yaşama döndü. Uzun bir dönem ikinci büyük konfederasyon olma özelliğini sürdürdü. Ancak AKP döneminde Hak-İş’e sağlanan koruma ve kollama nedeniyle Hak-İş ikinciliğe yükseldi, DİSK üçüncü konfederasyon oldu. Sendikalar genel olarak engellemelerle karşılaşmakla birlikte, DİSK üyesi sendikalar gerek işverenler ve gerekse hükümet tarafından yoğun engelleme ve saldırılarla karşı karşıya kalıyor. DİSK demokratik sınıf sendikacılığı yaklaşımı benimsiyor. Ancak DİSK’in beklenen güçlenmeyi sağlayamadığı ve önemli örgütsel sorunlar yaşadığı biliniyor.

Türkiye’de işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 10 civarında. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı sadece yüzde 7 civarında, özel sektörde ise bu oran yüzde 5. "Türkiye’de işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 10 civarında. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı sadece yüzde 7 civarında, özel sektörde ise bu oran yüzde 5."

HAK-İŞ

Hak-İş’te ise adeta bir mucize yaşanıyor. 1976’da MSP’li sendikacılar tarafından kurulan Hak-İş uzun yıllar marjinal bir konfederasyon olarak kaldı. 1990’lı yıllarda Hak-İş daha 'ılımlı' bir tutum izleyerek meşruiyetini artırdı. Uzunca bir süre Türk-İş ve DİSK ile gerek demokrasi ve gerekse Emek Platformu çatısı altında ortak hareket eden Hak-İş, 2010 Tekel direnişi sonrasında bu tutumdan uzaklaştı ve iktidara açık destek vermeye başladı. Böylece Hak-İş ile iktidar arasında sembiyotik (karşılıklı faydalanmaya dayalı) bir ilişki yaşanmaya başlandı. Hak-İş neredeyse koşulsuz biçimde AKP hükümetlerini desteklerken, hükümet de Hak-İş’in güçlenmesini sağladı. Özellikle kamu taşeron işçilerine adres olarak Hak-İş gösterildi. Ve Hak-İş son beş yılda üye sayısını yüzde 227 artırarak, 166 binden 545 bine yükseltti. Bu fevkalade artışın bir sendikal mücadele sonucu olmadığı çok açık. Çünkü ortada ne sermayeye karşı ne de hükümetlerin emek karşıtı tutumlarına karşı gözle görülür bir mücadele yok. Bu durum 'en çok müsaadeye mazhar' konfederasyon olmanın sonucu. Hak-İş 1950 ve 60’ların Türk-İş’i gibi siyasal iktidarla yoğun bir ilişki içinde. Bu nedenle güçleniyor. Yoğun bir sendikal vesayetten söz etmek mümkün.

MEVZUAT SENDİKASIZLAŞTIRMAYI DAYATIYOR

Öte yandan sendikal mevzuat ve uygulamaların da sendikal hareketi zayıflattığını vurgulamak lazım. Türkiye’deki sendikal mevzuat sendikalaşma değil sendikasızlaşma yaratmaktadır. Sendikaların örgütlenmesi ve toplu iş sözleşmesi yetkisi alması türlü engellerle karşılaşmaktadır. Öte yandan özgür bir toplu pazarlıktan söz etmekte mümkün değil. Türkiye’de grevler fiilen hükümetin iznine bağlı. Hükümet sermaye için etkili gördüğü her grevi milli güvenlik ve genel sağlık bahanesiyle erteliyor.

MEMUR SENDİKALARINDA DURUM DAHA VAHİM

Bu söylediklerim işçi sendikalarının durumuna ilişkin. Memur sendikaları açısından durum daha da vahim. Ancak memur sendikacılığı ayrı bir söyleşinin konusu olacak kadar kapsamlı.

Ancak bu kasvetli fotoğrafın aydınlık yönlerini de unutmamak lazım. Bunca iç karartıcı tabloya rağmen, bir yandan irili ufaklı işçi eylemlerinde görülen artış umut verici. Sendikalaşma hala çok düşük olmasına rağmen son yıllarda sendika üyesi olmak isteyen işçi sayısındaki artış umut verici…

Birleşik Metal İş Sendikası’nın üye sayısı 26 bin civarında. İlginç olan şu; üyelerin işçilerin yüzde 64’ü sağ partilere ilişkili. Nasıl açıklarsanız bu yapıyı?

Bu durum sadece Birleşik Metal-İş Sendikasına özgü değil. Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümünün siyasal tercihlerinin sağ partilere dönük olduğu bir sır değil. Aslında bu durum Türkiye’de işçi sınıfının tarihsel gelişimiyle yakından ilgili. Batı gelişme çizgisinden farklı olarak Türkiye’de işçi sınıfı geç ortaya çıktı. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesi geç oluştu. İşçiler bir sınıf olarak geç temayüz etti. Batı işçi sınıfı önce çıplak bir sınıf mücadelesiyle sınıf oldu, sınıf olduğunun farkına vardı sonra yurttaş oldu. Siyasal davranışı sınıf durumunun yansıması oldu. Böylece sendikalara dayalı sol, sosyal demokrat ve işçi partileri ortaya çıktı. Türkiye’de ise işçiler önce siyasal, kültürel hatta dinsel kimlik kazandı, işçi olma, sınıf olma, sendikalaşma bunun ardından geldi. Türkiye’de sendikalar siyasal, kültürel, dinsel ve hatta etnik olarak parçalanmış kimlikler üzerinde faaliyet yürütmeye başladı.

ÖNCE SINIF ÇIKARI

Ancak önemli olan husus şudur. İşçilerin önemli bir bölümü ideolojik ve/veya siyasal düzeyde sağ-muhafazakar eğilimler taşımalarına karşın, sendikal düzeyde pekala mücadeleci sendikaları tercih ettiler. Sınıf güdüsüyle bunun kendi çıkarlarına uygun olduğunu gördüler.

Sağ partilere oy veren işçilerin DİSK üyesi sendikalara üye olması önemlidir. Zira bu işçilerin önce sınıf çıkarına baktığı göstermektedir. Kuşkusuz sendikal ve ekonomik bilinç daha çabuk oluşur ve değişir, ideoloji ve kültür ise zaman alır. Tıpkı Avrupa’daki Türkiyeli göçmenlerin ezici çoğunluğunun Avrupa’daki seçimlerde sol ve sosyal demokrat partilere oy vermesi ama Türkiye’de aynı seçmenin sağ partileri tercih etmesi gibi.

Öte yandan, Birleşik Metal üyelerinin yüzde 64’ü sağ partilere oy verirken üyelerin yüzde 62’sinin referandumda hayır dediği unutulmamalıdır.

Taksim Meydanı, yıllardır işçi sınıfı, muhalif parti ve sendika grupların eylemlerine kapalı, izin verilmiyor. 1961 yılında İstanbul Saraçhanede yapılan büyük işçi mitinginin ilk adresi Taksim Meydanı idi. Dönemin valisi de Taksim’de mitinge izin vermedi Saraçhanede yapıldı. Devlet, Taksim’i neden yasaklıyor arka planında ne var?

Taksim 1950’li yıllardan, Demokrat Parti’den bu yana siyasal iktidarların işçilere yasaklamak istediği bir meydan. İlk yasak 1961’de değil. 50’lerin başında yaşanıyor. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin mitingine izin verilmiyor. Daha sonra 27 Mayıs’ın asker valisi ve belediye başkanı Refik Tulga Taksim’e izin vermiyor. 1976’da DİSK Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlayarak Taksim’in işçilere açılmasını sağlıyor. Sonra 77 katliamı geliyor ve ardından 1978’deki büyük miting. 1979 ve 1980’de taksim 1 Mayıs gösterilerine kapatılıyor. Ve uzun bir mücadele sürecinden sonra 2009 ve 2010’da Taksim yeniden işçiye açılıyor ve 2013’te tekrar kapatılıyor.

Bir yanıyla hiçbir akli gerekçesi yok bu yasağın. Örneğin AKP önce Taksim’i yasaklıyor, mücadele sonrası tekrar açıyor ve sonar tekrar yasaklıyor. Meydan aynı meydan. Sebep ne? Ben uzun yıllar boyunca temel sebebin işçilerin ve muhalefetin kentin görünür ve etkili meydanlarının dışına çıkartılması ve böylece görünmez hale getirilmesi olduğunu düşünüyorum. Bir yandan muhalifleri görünmez kılmak, öte yandan ise kentin belleği olan bu mekanları unutturmak. Unutan zayıflar. Öte yandan DP’den AKP’ye hükümetlere hakim olan otoriter zihniyetin Taksim yasağının bir başka nedeni olduğunu düşünüyorum. Meydanları, kenti muhalefetten arındırmak, itirazdan arındırmak, “nezih” hale getirmek, uysallaştırmak istiyorlar. Oysa işin doğası gereği dünyanın pek çok metropolünde ana meydanlar hep gösteri meydanıdır. Maltepe ve Yenikapı’da miting yapmakla Taksim’de miting yapmak arasında devasa bir fark var. Bir yanda izole edilmiş bir muhalefet bir yandan kentle iç içe ve kentin belleği olan mekanlarda yapılan eylemler, etkisi muazzam farklı.

1 Eylül itibariyle, Türk Metal, Birleşik Metal ve Çelik İş 150 bin işçi adına, MESS ile toplu sözleşme görüşmelerine başlayacak. Sendikalar, masaya MESS karşısına nasıl oturmalı, hangi taleplerde ısrarcı olmaları gerekiyor?

Metal veya MESS grup toplu iş sözleşmesi süreci Türkiye’de toplu pazarlığın en önemlilerinden biridir. Gerek pazarlık gerekse sendikal mücadele eğilimi açısından trend oluşturucu nitelikte. Metal sektörü her zaman lokomotif sektörlerin başında gelmiştir. Bu hem ekonomi hem de sendikal hareket açısından böyledir. Metal sektörü 1980 öncesi sendikal hareketin can damarıydı. Sektörde sendikal mücadele geleneği yüksekti. Metal sermaye açısından da kritik bir sektördür. MESS ilk kurulan işveren sendikalarından biridir ve 1960 ve 70’li yıllarda “saldırgan” ve iktidar üzerinde etkili örgütlerden biri olarak öne çıktı. MESS başkanı Özal daha sonra cumhurbaşkanlığına kadar tırmandı. O önemde MESS’in karşısında güçlü bir işçi sendikası olarak DİSK’in lokomotif sendikası Maden-İş vardı. Maden-İş ve MESS arasında çetin sınıf mücadeleleri yaşandı. Ancak 12 Eylül ile birlikte Maden-İş’in faaliyetleri durduruldu ve grevleri yasaklandı. MESS, siyasal iktidar ve Türk Metal Sendikası işbirliği ile metal sektöründe sendikal tablo değiştirildi. Türk Metal korundu, kollandı ve hükümet ile metal işverenlerin açık desteği le güç kazandı. Sonuçta sektörde Türk Metal örgütlenmesinde astronomik artışlar yaşanırken, Birleşik Metal-İş’in örgütlenmesi büyük engellerle karşılaştı. Bu tablo devam ediyor.

Metal işçileri sektördeki işveren güdümlü sendikacılığa karşı itirazlarını çeşitli dönemlerde ortaya koydular. En son 2015 yılındaki otomotiv işçilerin büyük eylem dalgası sadece işverene değil aynı zamanda Türk Metal Sendikasına karşı da yapılmış bir eylemdi. Türkiye tarihinde az görünür bir biçimde işçiler sendikaya başkaldırdı. Ancak bu itiraz işveren, hükümet ve sendikanın işbirliği ile bastırıldı.

Bugün metal işçileri metal patronları karşısına üç parça halinde çıkıyor. Sektörün en fazla üyeye sahip sendikası 'ben yaparım diğer sendikalar da beni izler' havasında. Bunun böyle olmayacağı geçmiş yıllarda belli oldu. Birleşik Metal-İş Sendikasının izlediği mücadele sonucunda bazı işverenler MESS’ten ayrıldı. Birleşik Metal fotokopi sözleşmelere imza atmayı reddetti ve greve çıktı. Ancak bu sefer de MESS’in imdadına hükümet yetişti ve grevleri erteledi. Metal sektöründeki pazarlık özgür bir toplu pazarlık değil, patronun elinde her an kullanabileceği grev erteleme tehdidi var.

Kuşkusuz metal sektöründe yapılması gereken üç sendikanın işçilerin ortak çıkarları için birlikte mücadele etmeleri. Ancak bu kapının yıllardır Türk Metal’in tutumu nedeniyle kapalı olduğu biliniyor. Tersine Türk Metal’in 'ben yaparım diğerleri beni izler' şeklindeki tutum ortak mücadeleyi imkansız hale getiriyor. Öte yandan sendikal anlayışlardaki köklü farklılıklar, hükümetle ve MESS ile girift ilişkiler de bunu önlüyor.

İŞÇİLER BÜYÜMEDEN PAYINI ALMALI

Yapılması gereken grev erteleme tehdidine pabuç bırakmayacak bir sendikal tutumun sergilenmesi, işçilerin büyümeden paylarını alacakları, sağlıklı ve güvenli çalışabilecekleri bir ortamın oluşturulması.

İşçi sendikalarının olmasa olmazı, istek talepleri neler olmalı?

Sendikaların olmazsa olmazı üyelerinin ve tüm işçilerin çıkarlarını savunmak. İşçilerin yaşam düzeyini, yaşam standartlarını yükseltmek, iş ortamını insanileştirmek, çalışma sürelerini kısaltmak, sağlıklı, güvenli ve güvenceli işler yaratmak. Güvencesiz çalışma biçimlerine karşı mücadele etmek, taşeron ve düzensiz, güvencesiz çalışma biçimlerine karşı mücadele etmek. Bunlar sendikaların olmazsa olmazları. Kuşkusuz her dönemin kendine özgü mücadele talepleri de öne çıkmaktadır. Örneğin gümüz Türkiye’sinde taşeron işçilerin kadroya alınması öne çıkan can alıcı bir sorun. Bir diğeri yaygın iş cinayetleri.

Sendikalar toplu iş sözleşme görüşmelerine nasıl hazırlanmalı?

Toplu pazarlık süreci sendikal mücadelenin en hassas aşamasıdır, işçilerin üyelerin en duyarlı olduğu dönemdir. Sendikaların temel işlevlerinden biri toplu iş sözleşmeleri yoluyla işçilerin çıkarlarını korumak, haklarını genişletmektir. Toplu pazarlık dolaysız sınıf mücadelesi alanlarından biridir. O nedenle bu mücadeleye sendikaların üyelerini seferber ederek katılması önemlidir. Toplu pazarlık taleplerinin hazırlanmasında sendika içi demokrasi işletilmeli, toplu pazarlık taslakları katılımcı bir yolla hazırlanmalıdır. Sendika üyelerini toplu pazarlık sürecinde sürece katmalıdır. Çünkü pazarlık sadece masadaki heyetler arasında yürümez. Toplu pazarlık süresinde sendikanın yaratacağı mobilizasyon, üyelerin eylem gücünün gösterilmesi, kararlılık sergilenmesi toplu pazarlığı ciddi biçimde etkileyecektir. Toplu pazarlık süreci sadece bir müzakere süreci değildir, bir mücadele sürecidir aynı zamanda. Kuşkusuz sendikanın teknik kapasitesi son derece önemlidir. Sendikanın donanımı önemlidir. Ancak son sözü sendikanın üyeyi harekete geçirme potansiyeli belirleyecektir.

ÖRGÜTLÜLÜĞÜN ZAYIF OLMASI GÜVENİ AZALTIYOR

1992 yılında Devrimci Maden İş Sendikası Başkanı Çetin Uygur’un bin işçi üzerinde yaptığı araştırmada, sendikalara güvensizlik oranı yüzde 90.4 çıktı. Günümüzde de durum çok farklı değil. İşçi-sendika güven ilişkisini zedeleyen faktörler ve sebepler nelerdir?

Sendikalara güvensizlik bir vakıa. Ancak bu sadece sendikalara özgü değil. Aynı durum siyasi partiler ve kamu kurumları için de geçerli. Örgütlülüğün zayıf olması güveni azaltıyor. Son zamanlar sendikalara güvenin hangi düzeyde olduğuna dair genel bir istatistiki veri yok elimizde. Ancak bunun dönem, sektör ve sendikaya göre değiştiğini söylemek mümkün. Örneğin Birleşik Metal-İş Sendikası'nın üye kimlik araştırması farklı sonuçlar veriyor bize. 2008’de yapılan araştırmada üyelerin yüzde 56’si sendikanın çalışmalarından memnun olduğu söylüyor ve sendika en çok güvenilen ikinci kurum çıkıyor. 2017’deki araştırmada da sendikalar en çok güvenilen üçüncü kurum çıkıyor. İşçiler sendikaları eleştirseler de sendikaların önemini anlıyor bence. Toplam olarak yetersiz olmasına rağmen, son yıllarda sendika üye sayısında yaşanan artış bunun en önemli göstergelerinden biri.

 Kuşkusuz her dönemin kendine özgü mücadele talepleri de öne çıkmaktadır. Örneğin gümüz Türkiye’sinde taşeron işçilerin kadroya alınması öne çıkan can alıcı bir sorun "Kuşkusuz her dönemin kendine özgü mücadele talepleri de öne çıkmaktadır. Örneğin gümüz Türkiye’sinde taşeron işçilerin kadroya alınması öne çıkan can alıcı bir sorun."

Ancak genel olarak ciddi bir güvensizlikten söz etmek mümkün. Kuşkusuz bu güvensizlikte çeşitli faktörler rol oynuyor. Örgütlü mücadeleye dönük ön yargılar, sendikalara yönelik manipülasyonlar sendikalara mesafeli durulmasına yol açıyor. Bu genel olarak örgütlülüğü düşürüyor. Sendikalara yönelik güvensizlikte sendikaların kendi payları da oldukça fazla. Üye-sendika bağının zayıflaması, yozlaşmış ve hantallaşmış sendikal yapılar, sendika içi demokrasiyi berhava eden oligarşik sendikal yapılar, bazı sendikacıların yolsuzlukları, mali açıdan şeffaf olmayan yapılar güvensizliği artıran faktörler. Sendikal oligarşiler kendilerinin tekrar seçilmelerini sağlayacak mekanizmaların peşinden koşuyor. Bunun en önemlisi nedenlerinden biri ise 'profesyonel' sendikacılara tanınan ayrıcalık ve olanaklar. Bu olanaklar sendikacının yozlaşmasına yol açabiliyor. İşçiler, milletvekilinin maaşını biliyor ama sendika başkanının, şube başkanının ücretini bilmiyor. Sendikanın parasının nereye harcandığı şeffaf olarak üyeye duyurulmuyor. Bunu yapan sendika sayısı biri ikiyi geçmiyor.

DELEGE SİSTEMİ İŞÇİLERİN ALEYHİNE

Sendikalarda seçimlerde delege sistemi uygulanıyor. Bu uygulama işçilerin lehine mi?

Kesinlikle değil. İşçilerin de sendikaların da lehine değil. Bu yöntem günümüzde yaşanan sorunların temel nedenlerinden biri. Kuşkusuz örgüt ölçeği büyüdükçe delegasyona başvurmak kaçınılmaz hale gelebilir. 100 bin kişiyle genel kurul toplanamaz. Toplansa da demokratik olmaz. Ancak sendikaların önemli bir bölümündeki delege sistemi anti demokratiktir ve oligarşiktir.

Birinci sorun, delege seçimlerinde yargı gözetimi olmamasıdır. Yargı gözetimi olmaması seçimlerin sendika tarafından yapılması ve itiraz halinde yargı denetimine tabi olması anlamına geliyor. Oysa sendika içi demokrasinin kaynağı, temeli işyeri delege seçimleridir. Bu seçimlerde düğme yanlış iliklenirse gerisi de öyle gelir. İşyeri delege seçimlerinde yargı denetimin olmayışı muhalefeti caydırıyor ve mevcut sendika yönetimi eğer demokratik değerleri umursamıyorsa seçimlere hile karıştırabiliyor. Teorik olarak bunlara itiraz etmek mümkün olmakla birlikte, işveren ve sendika yönetimine rağmen bunun yapılması kolay değil. Böylece sendika içinde muhalif sesler ve itirazlar daha işyeri düzeyinde engelleniyor.

Öte yandan delege sistemi sendika büyüklüğü ayırt edilmeksizin bütün sendikalarda benzer sayılarla uygulanıyor. 100 bin üyeli bir sendika da iki bin üyeli bir sendika da 100 veya 200 delege ile genel kurul toplayabiliyor. Büyük sendikalarda az sayıda delege ile toplanan genel kurullarda sendikanın mevcut yöneticilerinin dediği oluyor.

Bu nedenle işyeri delege seçimlerinde yargı gözetimi getirilmesi. Delegasyonun üye sayısı ile orantılı olarak artması ve bazı kararların üyenin genel oyu ile alınması önem taşıyor.

Fikret Başkaya anlatmıştı; Paris’te kafede bir grup işçi ile sohbet ederken, işçinin birisi ay başında borç listesi çıkarmış. Listenin ilk sırasında, sendika aidatı yazdığını görmüş ve sormuş, aidatı elden neden ödüyorsunuz?. Cevap ise ‘Aidatı elden ödediğimde sendika ile ilişiklerim güçlenir.' Türkiye’de ise sendika aidatları vergi gibi işçi maaşını almadan sendikanın kasasına gidiyor. Bu uygulamanın değişmesi gerekmez mi?

Aidatın kaynaktan kesilmesi, check-off sendikal hareketin en tartışmalı konularından biri olmuştur. Türkiye’de 1963 yılından bu yana kaynaktan kesme yöntemi uygulanıyor. Bunun sendikaların mali gücünü artırdığı kesin. Ancak sendika içi demokrasiden yoksun bir mali güç hızla yozlaşabiliyor. Nitekim Türkiye’de de böyle oldu.

Kaynaktan kesme uygulaması üyenin sendika yönetimi üzerindeki baskısını azaltıyor. Yönetim mali bir yaptırım riski yaşamıyor. Öte yandan sendika içi demokrasi kanallarının da yeterince işlememesi nedeniyle bu durum ciddi bir oligarşik eğilime yol açıyor. Bu ciddi bir sorun. Diğer bir ciddi sorun ise örgüt kültürünün zayıflığı nedeniyle aidat ödeme eğiliminin düşüklüğüdür.

Günümüzdeki teknolojik gelişmeler sonucu parasal işlerde nakit ödeme giderek azalıyor. O nedenle elden aidat toplamak gerçekçi değil. Otomatik ve işçinin iradesi dışındaki ödeme mekanizması yerine, üyenin iradesine dayalı mekanizmalar düşünülmeli. Aidatın işçinin talimatıyla ödenmesi gibi. Böylece sendika işçinin aidatı almak için çaba harcayacak, bunun düzenli olması için dikkat edecek. Bunun bir denetim yaratacağını düşünüyorum. Üye aidatını geciktirdiğinde ve ödemediğinde sendika bunun nedenini araştıracak. Ancak aidat mekanizmasından tek başına mucize beklememek gerek.

NEOLİBERALİZME KARŞI SENDİKALI ÇALIŞMA HAKKI

Sendikalar, işçi sınıfına ‘kapitalizmde daha iyi yaşanılabilir bir biçimi’ mi dayatıyorlar, buna göre mi mücadele edip, konumlanıyorlar?

Bu karmaşık ve kapsamlı bir konu. Birkaç cümleyle anlatmak zor. Sendikaların asıl işlevinin ekonomik-demokratik kazanımlar olduğunu unutmamak lazım. Sendikaların ikili karakterinden söz etmek mümkün. Evet, bir yandan kapitalizm içi örgütler. Kapitalizm içinde mücadele ediyorlar ama öte yandan kapitalist piyasanın başına buyruk işleyişine müdahale ediyorlar, işvereni sermayeyi sınırlıyor ve dizginliyorlar. İşçilerin yaşama ve çalışma koşullarının iyileşmesinde sendikalar ciddi roller oynadılar. İşçi sınıfını “hiç” olmaktan çıkarıp, pazarlık sahibi bir güç haline getirdiler. Bu nedenle sendikalar 20. Yüzyılın en önemli örgütleridir. Sendikaların bir dayatmasından bence söz etmek doğru değil. Tersine sendikalar kapitalist piyasanın dayatmasına karşı mücadele ediyor. Sendikaların ekonomik mücadele hedefleri belirgin olmakla birlikte, sendikaların pür ekonomik örgütler olduğu görüşü hatalıdır. Kuşkusuz bir işyeri düzeyinde ücret artış talebi ekonomiktir. Ancak konu asgari ücretin artışı, vergilerin düşürülmesi veya parasız sağlık hizmeti talebi olduğunda sendikalar politika yapıyordur. Birincisi yapıp ikincisini yapmayan örgüt ise pek sendika niteliğini hak etmez. Günümüz kapitalizminde sendikaların önündeki ikilem kapitalizm içi mi - kapitalizmi aşmak mı değil. Temel mesele neoliberalizmin yarattığı tahribat ve güvencesizliğe karşı, yeni vahşi kapitalizme karşı çalışma haklarının savulması ve geliştirilmesi. Neoliberalizme karşı çalışma hakkını, sendikalaşmayı, güvenceyi, düzenli işi, çalışma saatlerinin düşürülmesini, asgari ücretin artırılmasını, parasız sağlık ve eğitim hizmetini savunmak oldukça radikal bir hat olsa gerektir.

İşçi sınıfının toplumu kapitalizm ötesine taşıyabilecek tek güç olduğunu hâlâ söyleyebilecek miyiz?

İşçi hareketinde nicel zayıflamalar görülse de bunun dünyanın her yerinde böyle olduğunu düşünmemek gerekiyor. Kuzeyde sendikalar zayıflarken, güneyde güçlendiğine tanık oluyoruz. Örgütlü işçi hareketleri zayıflarken, örgütsüz ve kendiliğinden hareketlerin artışına tanık oluyoruz. Dolayısıyla sendikal hareketin nicel güçsüzlüğü evrensel bir eğilim değil. Dönemsel ve mekânsal boyutları var. İdeolojik çöküş konusu ise daha da tartışmalı. Eğer bahse konu olan kapitalist piyasa, bireycilik ve liberalizm ile sosyalizm, toplumsallık ve kamuculuk arasındaki mücadele ideolojik olarak liberalizmin ve serbest piyasacılığın çöküşünden söz etmek mümkün. Gezegenimizde yaşanan eşitsizlik ve toplumsal adaletsizlik toplumcu ve kamucu fikirlerin haklılığını artırıyor. Daha adil bir dünya fikrinden daha güçlü ne olabilir.

İnsanlık tarihinde kapitalizmin yerini 24 saatle birkaç dakika gibi düşünebiliriz. Dolayısıyla nasıl daha önceki toplumsal formasyonlar kalıcı olmadıysa kapitalizmde baki kalmayacak. Toplumun kapitalizm ötesine veya sonrasına nasıl gideceği sorunu karmaşık bir sorun olmaya devam ediyor. Bunun için tahminde bulunmak zor. Toplumsal gelişme ve değişim önceden kestirilemeyecek derece de zengin ve farklı yollar ortaya çıkarabilmektedir. Ancak çalışmanın biçiminde, teknolojide yaşanan onca değişime rağmen kapitalizmde çalışmanın temel karakteri, emek ile sermaye arasındaki çelişki olduğu yerde ve bütün azametiyle var olmaya devam ediyor. İşçi sınıfı da örgüt ve mücadele kapasitesi açısından en önemli güçlerden biri olmaya devam ediyor. Kimlik esaslı siyasette yaşanan kabarmaya rağmen, asli mücadele ekonomik-toplumsal eksende cereyan ediyor. Ancak işçi sınıfına teleolojik bir rol atfetmemek gerekiyor. İşçi sınıfı daha önceden belirlenmiş bir rol ve yol üzerinde hareket etmiyor. İşçi sınıfı mücadele içinde öğreniyor, sınıf oluyor, diğer sınıflarla ilişkiye geçiyor, değişiyor, değiştiriyor. Emek ve sermaye arasındaki karşıtlık, mücadele ve çelişki -zaman zaman başka çelişkilerle gölgelense de- insanlığın öngörülebilir geleceğinde en önemli çelişkilerden biri olmaya devam edecek. Sınıf mücadelesi devam edecek.

200 YIL ÖNCEKİ ŞARTLAR DAYATILIYOR

2010 yılında Bangladeş ve Çin fabrikalarındaki işçiler 200 yıl önce İngiltere’de işçilerin maruz kaldıkları kadar acımasız bir süreçte çalışıyorlar. Apple’ın Çin’deki Foxconn tesislerinde stresten dolayı çok sayıda işçi intihar etti. Yetkililer intihar eden işçilerin yerine yeni işçi alırken, intihar etmeyeceklerine dair sözleşme imzalatıyor. Buradan yola çıkarak, toplumu kapitalizm sonrasına taşımak için nasıl eylem, mücadele, örgütlenme yöntemi önerirsiniz?

Kapitalizm dünyanın pek çok yerinde 200 yıl öncesine dönüyor. Bu durum 200 yıl öncesi gibi, sendikaları ve örgütlü mücadeleyi gerektiriyor. Yaygın iddianın aksine işçilerin sendikalara ve sendika benzeri örgütlere olan ihtiyacı daha da artıyor. Nitekim vahşi kapitalizm pratiği işçi sınıfı eylemlerinde de radikalleşmeye yola açıyor. Sendikal harekette batı-merkezlilik azalırken, batı dışı sendikaların etkisinde artış gözleniyor. Kapitalizm 'sarı köpek' sözleşmelerine dönüyor. Sendikaların da buna uygun bir hat ve güçle karşı durması gerekiyor. Giderek vahşileşen kapitalizme karşı, kaba ve rafine tekniklerle yoğunlaşana sömürüye karşı işçilerin yaşama ve çalışma koşullarının insanileştirilmesi için mücadele güçlendirilmesi temel öncelik olmalı.

Sınıf hareketiyle ilgili unutamayacağınız bir anınız var mı?

Unutamadığım anım, Zonguldak-Ankara yürüyüşüdür. Genç bir sendika uzmanıyken başından sonuna izlediğim bu yürüyüş işçi sınıfının neler yapabileceğini, örgütlü mücadelenin, mücadeleye olan inancın neler başarabileceğini gösterdi bana. Eylemin dönüştürücü gücünü, dayanışmanın mucizevi gücünü öğretti bana. Sonuçları ne olursa olsun bu yürüyüş Türkiye işçi sınıfının en büyük mücadele öykülerinden biridir. Paşabahçe cam işçilerinin 1991 ve 2002 direnişleri de unutamadıklarım arasındadır.

SARI KÖPEK SÖZLEŞMESİ NEDİR?

Sarı köpek sözleşmeleri (yellow dog contracts) ABD’de işverenlerin 19. yüzyılın ikinci yarısından 1930’lara kadar kullandıkları bir yöntemdi. Bu sözleşmeyle işe girmek isteyen işçi, işverene hiçbir sendikaya üye olmayacağını ve sendikal faaliyete katılmayacağını taahhüt ediyordu. İşe ihtiyacı olan işçiye bu sözleşmeler dayatılarak sendikalaşma önleniyordu. Yellow dog ifadesi İngilizce’de ahlaksız, korkak, alçak gibi anlamlara geliyor. Sarı köpek sözleşmeleri ahlaksız ve korkakça sözleşmelerdi. Bu sözleşmeler 1930’larda yasadışı hale geldi. Ancak pek çok ülkede fiilen uygulandı ve uygulanıyor.