YAZARLAR

Eğreti siyaset: Çürük, haşere ve itlaf

Bugün AKP-MHP ittifakı tarafından kullanılan retoriğin belkemiğini insan bedeni ve korunmasıyla ilgili olan eğretilemeler oluşturmaktadır. “Çürüme”, haşere” veya “itlaf” gibi benzetimler ekseninde şekillenecek siyasetin açığa çıkardığı düşünme biçimleri ve yaratacağı sonuçlar üzerine düşünmeye gerçekten değer.

Türkiye’de siyaset dilinin şiddet dozu giderek artıyor. Siyasetçilerin kullandığı retorik neredeyse tüm bağlarından kurtulmuş ve büsbütün yıkıcı olan bir hayal gücünün etkisi altına girmiş durumda. Bir siyasi talep hangi cenahtan gelirse gelsin eğer haklar ve özgürlüklerle ilgiliyse hükümetin gözünde anında terörle ilişkili bir mesele halini alıyor. Terörse tıpkı kara büyüde kullanılan tılsımlı sözcükler gibi olmazı olduruyor, söylenemezi söylenir kılıyor. Söylenenler terörle mücadele argümanı ile retorik şiddetteki artış arasındaki etkileşimi gözle görülür bir hale getirdi. Özellikle Bahçeli ve Soylu gibi iktidar sözcülerinin başlattığı tartışmalar hiçbir zaman mutedil ve dengeli bir seyir içinde gelişmiyor. Tehdit ve korku algısı hemen ön plana çıkıyor ve arka plandaki hınç ve şiddet arzusunu cömertçe dışavuruyor. “805 yurttaş” tarafından imzalanan bildiri hakkında söylenenler, İçişleri Bakanı’nın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşma ve son günlerde MHP’den HDP aleyhine gelen açıklamalar bu bakımdan dikkate değer bir nitelikte. 10 Aralık İnsan Hakları Günü münasebetiyle yayımlanan bildiri ve imzacıları hakkında Bahçeli’nin sarf ettiği sözcükler, Erdoğan’ın Barış Bildirisi sürecinde kullandıklarından hiç de geri kalmıyor: “Çürük şahıslar”, “zillet bildirisi”, “aydın müsveddeleri” vs... MHP’li Semih Yalçın’ın HDP için “siyasi haşere” nitelemesini kullanarak “kamilen itlaf” şeklinde somutlaştırdığı imhacı siyasetse işin vardığı boyutu gözler önüne sermesi açısından son noktayı temsil ediyor.

Benzetme teknikleriyle ve başka literatürlerden aktarılmış kavramlarla son aşamada toplu imha savunusuna dönüşen bu anlayışı “eğreti siyaset” olarak adlandırabiliriz. Siyasi retoriğin içerdiği eğretilemeler, yani ödünç alınmış kavramlar aracılığıyla geliştirilen düşünceler, bize savunulan politik çözümlerin anlamı hakkında önemli ipuçları sağlarlar. Esasen masum kalmış veya kendi halinde olan hiçbir eğretileme yoktur; her benzetme ve aktarım kendi içinde özel bir önem taşır. Zira başka bir alana özgü bir kavramı ödünç almak, onun açıkladığı ilişkiyi de ödünç alıp kendi alanınıza uygulamak amacıyla yapılır. Genellikle siyasi çözüm arayışı içinde olduğumuz durumlarda sık sık eğretilemeye başvurmamızın nedenini bu gerçek oluşturur. Devleti bir gemiye benzetir, böylelikle kısmi veya kişisel çözümlerin değil herkesi kapsayan çözümlerin gerekli olduğunu anlatmak isteriz. Yahut herkesin devleti yönetemeyeceğini, devlet adamının en az bir gemi kaptanı kadar konusunda uzman olması gerektiğini ima ederiz. Siyasi kriz anlarında devlet ve gemi arasında kurduğumuz özdeşlik reform ve yönetim konusunda benimsediğimiz çözümlerin motivasyonunu da ele verir. Başka bir deyişle, eğretilemeler siyasetin yakıcı meselelerinde eylem yaratma kapasitesi taşıyan, harekete geçirici gücü olan araçlar olarak işlev görürler. Çünkü yaşam dünyamızın farklı alanlarında geliştirdiğimiz bilinç, söylem ve davranış biçimleri arasındaki bağı en sağlam şekilde bu yoldan tesis edebiliriz.

Bugün AKP-MHP ittifakı tarafından kullanılan retoriğin belkemiğini insan bedeni ve korunmasıyla ilgili olan eğretilemeler oluşturmaktadır. “Çürüme”, haşere” veya “itlaf” gibi benzetimler ekseninde şekillenecek siyasetin açığa çıkardığı düşünme biçimleri ve yaratacağı sonuçlar üzerine düşünmeye gerçekten değer. Sorunun çürüme olduğu bir yerde çözümün ayıklama olacağı, kangren olan bir organın daha çok çürümeden kesilip atılması gerektiği aşikardır. Haşereden maksat insan bedenine ve mahsulüne dadanmış parazitlerin veya böceklerin “kamilen itlaf” yoluyla ayıklanması, yani toplu olarak imha edilmesidir. Eğretilemelerin dayandığı ortak motivasyon sağlıklı bir toplum yaratmak, önerdiği eylem biçimiyse arındırmak ve son aşamada toplu imha gerçekleştirmektir. “Terör” Türkiye’de toplumun bedenine musallat olmuş bir hastalık, HDP’lileri bu hastalığı bünyeye taşıyan parazitler, yani görünmeyen nedenler olarak gördüğünüzde çözüm kaçınılmaz olarak bir tür “bağışıklık siyaseti” (politik immünoloji) görünümünü kazanıyor. Açıklanan resmi amaç terörün kökünü kurutmak, halkın terörizm tarafından istismar edilmesinin önüne geçmek için izlenecek bir bağışıklık siyaseti ve bunun ilk adımı olarak da HDP’nin kapatılması. Ancak varacağı yer bunun çok daha ötesinde, nüfusun belli bir kesiminin ayıklanarak imha edilmesini, yani bir tür soykırım yapmayı gerektirecek kadar vahim.

Şimdilerde harekete geçirici bir politik araç olarak kullanılan beden metaforunun tarihi çok eski dönemlere uzanır. Fakat özellikle XX. yüzyıldan itibaren insan bedenine dair yaptığımız benzetmelerin temel çerçevesi tıbbi söylem tarafından belirlenmiştir. Modern tarzda eğretilenmiş bir beden siyasetinin tarihsel öncüllerini iki dünya savaşı arası dönemde Nazi Almanya’sında iş başında görüyoruz. Ulusu “Yahudi mikrobu” tarafından hasta edilmiş ve tedavi edilmesi gereken bir insan bedeni olarak sunan siyasi retorik, dönemin Almanya’sında bir hayli popülerdi. Aslında faşist ideoloji Almanya’da toplumsal bedeni hasta eden parazitlere karşı kullanılacak bir kolektif “bağışıklık siyaseti” olarak doğmuş ve popülerleşmişti. Dönemin politik güçlerinin hastalık karşısında nihai çözüm olarak gördükleri şeyse kaynağın bir bütün olarak ortadan kaldırılması, yani bugün bizim soykırım olarak adlandırdığımız toplu imha siyasetiydi. Beden ve bedenin sağlığı konusundaki endişeler siyasetin işleyişiyle ilgili tartışmalara transfer edildiğinde ortaya faşizm ve soykırımcılığın çıkması sonucunu vermişti. Yahudilikten kasıt kelimenin dar anlamıyla dini bir topluluk değildi; çünkü seçilen bireylerin dini pratikleri esas alınmıyordu. Asıl olarak özel bir biyolojik anlayış çerçevesinde tanımlanmış, kültürel olarak sınırları esnetilmiş bir nüfus kesimi hedef alınıyordu. Yani görünüşte din temelli bir ırkın ayırt edilmesi olarak sunulan imha projesi, uygulamada nüfusun belli bir kesiminin ırklaştırılıp imha edilmesiyle sonuçlanmıştı.

Böylesi vahim sonuçlar veren toplumsal bağışıklık siyasetini çekici kılan dinamikler, Hitler’in zihin dünyası üzerine yaptığı önemli çalışmayla bilinen Edleff H. Schwaab tarafından Pasteur-Roch kompleksi kavramı çerçevesinde açıklanır. Bilindiği üzere Louis Pasteur insanlarda hastalığın kaynağının bakteriler olabileceği görüşünü ileri süren kişiydi. 1882’de tüberküloza yol açan bakteriyi keşfeden Robert Koch Pasteur’ün görüşünün somut bir kanıtını ortaya koymuş ve çoğu hastalığı açıklayan bir genellemeye ulaşmıştı. Buluşunu popülerleştirmek isteyen Koch, bedeni parazit sürülerinin işgaline uğramış bir alan olarak yeniden tarif ediyor ve tıpçıları böylesi bir mücadelede mikroplara karşı savaşan iyilik güçleri olarak öne çıkarıyordu. Bu iki bilim insanının olağanüstü etkili paradigmasını toplumsal alanda tekrar etmek, “toplumsal hastalıkların” kaynaklarını ve taşıyıcılarını yok ederek sağlıklı bir toplum yaratmak düşüncesi Pasteur-Koch kompleksinin esasını oluşturur. Schwaab’a göre modern tıbbın tekniklerini kitlesel ölçekte siyasete uygulayarak ulusal topluluğu arındırmak ve uygarlığı kurtarmak Nazizm'e asıl içeriğini kazandıran düşünce olmuştur. Böylelikle benzetim yoluyla işleyen eğreti siyasetin ilk gelişkin ve modern biçimi beden, hastalık ve bağışıklık metaforlarının kesiştiği yerde Nazi Almanya’sında şekillenmişti.

Bugün Türkiye’de uluslararası ilişkilerden içerde yaşanan ekonomik krizlere kadar her alanda toplumu ortaklaştıran ve bünyeye dahil olanı yabancı olandan ayırt eden ölçüt yerli ve milli ideoloji çerçevesinde tanımlanmış bir Türklük anlayışı çerçevesinde belirleniyor. Bu siyasetle çelişen her şey bedene dışardan dayatılmış, bünyeye aykırı bir parazit sürüsünün işi olarak görülüyor. HDP içerisinde bir araya gelmiş siyasi güçlerin bu milli konsensüs dışında bırakılmasını, hastalık kaynağı olan haşereler şeklinde adlandırılmasını bu şekilde anlamak gerekir. Uygulanan toplumsal bağışıklık siyasetinin kilittaşı terörle mücadeledir; ama terör kavramının kendisi esasta demokrasi ve insan hakları meselesi olan Kürt sorununu yeniden adlandıran bir eğretilemeden başkası değildir. Bu bağlamda halkın huzuru ve güvenliği için itlaf elbette ki soykırım anlamına gelecektir. HDP’nin aldığı oylar, tüm yaşanan baskılara rağmen tabanıyla olan bağın gücü gözetildiğinde “terör” ile Kürt sorunu arasındaki bağ çok daha açık görünür hale gelir. Yani temelde Kürt sorununun demokratik çözümü etrafında bütünleşmiş, genel hak ve özgürlükleri savunan anlayış çerçevesinde şekil kazanmış bir nüfus kesiminin terör kavramıyla ırklaştırılması ve yok edilmesi siyasetidir söz konusu olan. Tüm cafcaflı terör retoriğinin “eğreti” durmasına yol açan asıl gerçek budur.

 


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.