YAZARLAR

Edip Akbayram’a veda: Hep böyle kaldın, teşekkürler Edip abi

Edip Akbayram’ın müziği Türkiye gibi: İçinde her şey var ve Akbayram, onları bir araya getirerek harmanlamayı seviyor. Bunun sırrı, bizden olmasında. Dilinden düşürmediği dört kelime var -ki yolunu onlar çiziyor: Sevgi, barış, dostluk ve kardeşlik. Bunlara, bir albümüne isim olarak yakıştırdığı kelimeyi de ekleyelim: Özgürlük. Bugün Edip Akbayram bu kadar seviliyorsa, sevgiden, dostluktan, kardeşlikten dem vurduğu, barışı ve özgürlüğü savunduğu için.

Yazının başlığı, Roll dergisinde yayınlanan Edip Akbayram söyleşisine gönderme. “ ‘Edip Abi Hep Böyle Kal’ Diyorlar” başlıklı söyleşiden yazının sonunda bahsedeceğim ama orada da kuracağım cümlelerin bir kısmını başta da kurayım: Türkiye tarihindeki kırılma noktalarında kimi insanlar farklı yerlere savrulurken Edip Akbayram yerini hep korudu. Bir kısım kerterizleri vardı, rüzgârlardan, baskılardan etkilenmedi ve milim sapmadan dimdik yerinde durdu. Sesinin, yorumunun, şarkılarının hayranıyım ama en çok bu dik duruşundan etkilendim. Bunun için, vedası beni çok sarstı. Günlerdir, çocukluğumda tanıdığım, hayran olduğum bu büyük sanatçıya nasıl veda edeceğimi düşünüyorum. Bu yazı, aklımdakilerin bir kısmını içeriyor. Gün gelir başka şeyler de eklerim elbette.

Edip Akbayram’a veda: Hep böyle kaldın, teşekkürler Edip abi - Resim : 1

12 MART’TAN 12 EYLÜL’E

Onu, 12 Mart muhtırası sonrasında yaşanan acıların hepimizi etkilediği yıllarda tanıdık. İçinde değildim, yaşamadım, sonradan öğrendim ama yaşayanlar o dönemi kısık sesle, mırıldanır gibi anlatır. Acıları anmamak için değil, o dehşeti bir kere daha yaşamamak için Zülfü Livaneli’nin “zor yıllar” olarak tarif ettiği bu dönem, bir yandan da müziğin politikleştiği dönem. Kökü hemen öncesinde, üniversitelerden esen değişim rüzgârlarının bütün dünya gibi Türkiye’yi de etkilediği ’60’lı yıllarda… Müzikteki arayışlar geçmişten gelen seslerle birleşince bambaşka bir tür doğuyor: Anadolu-pop. Başta kolejli gençler eğlenerek türkü söylüyor, sonrasında halk ozanları keşfediliyor. Yollar bu noktada ayrılıyor ama aynı arterde yan yana ilerleniyor: Kimi Karacaoğlan’ın erotizmine takılıyor, kimi Yunus Emre’nin hümanizmini dillendiriyor; kimi Köroğlu’ndaki isyana odaklanıyor, kimi Pir Sultan Abdal’ın sesini yükseltiyor… ’70’li yılların ikinci yarısına doğru halkın talepleri ve yaşadıkları müziğin içine giriyor, acılardan isyanlara uzanan bir külliyat yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. Edip Akbayram, tam da bu dönemde onu etkileyen şarkıları söylemeye başlıyor ve bu hatta ilerleyen yeni şarkılar yapıyor.

Gaziantep’te yaşadığı yıllarda başladığı müzik çalışmalarını lisede kurduğu Siyah Örümcekler adlı toplulukla sürdürüyor. Sahneye çıktığı ilk yer, bir okul gecesi. O gece o yıllarda ortalığı kasıp kavuran “Samanyolu”nu yedi kere söylediğini farklı söyleşilerinde anlatır. Siyah Örümcekler ve Edip Albayrak adıyla yayımlanan ilk 45’lik plağında iki türkü yorumu var: “Kendim Ettim Kendim Buldum / Çiçeklerin Dili”. Sonrasında yaptığı bir başka plakta, Nejat Taylan Orkestrası eşliğinde, Barış Manço’dan bildiğimiz iki şarkıyı yorumluyor: “İşte Hendek İşte Deve / Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle”. Bu iki plak Gaziantep sınırları dışına çıkamayınca, şansını, 1972 yılında Günaydın gazetesi tarafından düzenlenen Altın Mikrofon yarışmasında deniyor ve birinci oluyor. Yarışma sonrası çıkan 45’liğiyle bir anda dikkatleri üzerine çekiyor ve art arda yaptığı plaklarla kendi yolunu hızla çiziyor.

‘70’li yıllarda öne çıkan tek bir sözcük var: Umut. “Umudumuz” sloganıyla iktidara gelen Bülent Ecevit, bunu körüklemek adına çalışmalar yapıyor ama olmuyor çünkü diğer yanda Çorum’dan Maraş’a uzanan, memleketin huzurunu bozan katliamlar var. Birileri insanların yüzünü güldürmeye çalışırken birileri bunu baltalıyor ve acılara acı katıyor. Sağ-sol çatışması giderek derinleşiyor; Türkiye ikiye ayrılıyor. Edip Akbayram, bu ayrılıkta sol tarafta durmayı tercih eden ama dinleyicisini sağcı-solcu diye ayırmayan bir isim. İçinden geleni söylüyor, çocukluğunda dinlediği ve etkilendiği ozanlarla aynı sahneyi paylaşıyor, sevdiği şairlerin şiirlerini besteliyor ya da onlar üzerine yapılmış besteleri yorumluyor.

Edip Akbayram’a veda: Hep böyle kaldın, teşekkürler Edip abi - Resim : 2

'HOCAM ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF'

Âşık Mahzuni Şerif, Edip Akbayram’ın yolunu çizen isimlerden biri. Tıpkı Âşık Veysel gibi. İstanbul’da yaptığı ilk 45’likte bu iki ozanın yan yana gelişi tesadüf değil. Bundan tam 53 yıl önce, içinde bulunduğumuz günlerde piyasaya verilen bu plakta yer alan düzenlemelerin ilki, Âşık Veysel imzalı “Kükredi Çimenler”, ona Altın Mikrofon kazandıran türkü. Diğeri, Âşık Mahzuni Şerif mesaisini başlatan “Boşu Boşuna”. İkisi de çok seviliyor ama ikincisi diğerinden bir adım öne çıkıyor. Başta farklı aranjörlerle ve stüdyo müzisyenleriyle çalışıyor ama sonrasında kendi grubunu kuruyor ve yoluna onunla özdeşleşecek bu grupla devam ediyor: Dostlar. Zaman içinde grup üyeleri değişiyor ama Edip Akbayram ve müziği değişmiyor, gelişiyor. Gaziantep’te çaldığı düğünlerde ve Adana’da program yaptığı Beyaz Saray gazinosunda söylediklerinin yanına ‘başka türlü’ şarkılar, türküler ekliyor ve bu, onu bugüne kadar durduğu yere konumlandırıyor.

Konserlerinin açılış şarkısı olan “Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz”dan vazgeçilmezi “Aldırma Gönül”e uzanan külliyat giderek güçleniyor ve her yeni albümde ona eklenen şarkılar, Edip Akbayram adını unutulmamak üzere hafızalara ve tarihe kazıyor. Bugün bir ortak hafızadan söz ediyorsak, onu yaratanlardan biri, Akbayram. Tam da bu yüzden devlet onu görmezden geliyor, konserleri engelleniyor, 12 Eylül sonrasında bir süre Selimiye Kışlası’nda ikamet etmek durumunda kalıyor. Bu dönemde ‘kazara’ çıktığı bir-iki televizyon programı var ama bu fark edilince ekran kapıları ona kapanıyor. Yılmıyor, konserlerini sürdürüyor, albümler yapıyor ve ortak hafızamıza yeni şarkılar ekliyor.

Edip Akbayram’a veda: Hep böyle kaldın, teşekkürler Edip abi - Resim : 3

İÇİMİZDEN BİRİ

Tarihini, yaptıklarını anlatmaya kalksam yazı çok uzar. Onu anlatmaya çalışsam kelimeler boğazımda düğümlenir çünkü acı çok yeni. Yokluğuna alışamamışken bununla ilgili cümleler kurmak çok zor. Herkesin Edip Akbayram’ı farklı elbette… Ortaklaştığımız çok nokta vardır ama külliyatına daldığımızda kendimizi başka yerlerde bulabiliriz. Kimi Âşık Veysel düzenlemelerini sever, kimi başkalarının söylediği şarkılara getirdiği yorumu; kimi şarkılardaki sağlam orkestrasyona takılır, kimi tertemiz vokaline ve güçlü sesine; kimi “İnce İnce Bir Kar Yağar” der ve düşünür, kimi “Hava Nasıl Oralarda”yı söyler ve içlenir… Edip Akbayram’ın müziği Türkiye gibi: İçinde her şey var ve Akbayram, onları bir araya getirerek harmanlamayı seviyor. Bunun sırrı, bizden olmasında. Onun için ilerici, sosyalist, Atatürkçü diyebiliriz ama yetmez. Şunu söylemek şart: Bunların hepsiyle gurur duyuyordu ama sözünü ettiğim ‘bizden’lik çok ötesinde bir şey. Dilinden düşürmediği
dört kelime var -ki yolunu onlar çiziyor: Sevgi, barış, dostluk ve kardeşlik. Bunlara, bir albümüne isim olarak yakıştırdığı kelimeyi de ekleyelim: Özgürlük. Bugün Edip Akbayram bu kadar seviliyorsa, sevgiden, dostluktan, kardeşlikten dem vurduğu, barışı ve özgürlüğü savunduğu için. Bizden olması da bununla alakalı. İnsanlığın temel ilkelerinde birleşmiş olmak yetiyor. Akbayram, güzel bir dünyadan ötesini istemiyordu zaten. Bu noktada da yanımızda. Geçmişten gelen güzellikleri bugünde yaşatıyor ve onları geleceğe taşıyordu.

Tam da bu yüzden, geçmişi unutturmak isteyenlerin memleketi yönettiği karanlık yıllarda aydınlık şarkılarıyla bize güç verdi.  Tam da bu yüzden sesini kısmaya çalıştılar ama olmadı. Tam da bu yüzden yaşadıklarını şarkılarına aktardı. 1988 yılında dinleyiciye ulaşan albümü “Özgürlük”te o yıllarda kurulmuş gencecik bir topluluk olan Grup Yorum’a destek vermesi ve onların söylediği “Büyü”yü repertuvarına alması az şey değil. Yıllarca bu topluluğun yanında oldu, haklarını savundu. Grup Yorum yargılanırken korkmadan adliyeye giden birkaç isimden biriydi. Sadece onların yanında durmadı, haksızlığa uğrayan herkese destek verdi. Cumartesi Anneleri’yle birlikte onların kayıp çocuklarını aradı, Tekel işçileriyle Kızılay’da kurdukları çadırda yan yana geldi, dayanışma gecelerinde şarkılarını haksızlıklara karşı söyledi. Belki çok iddialı olacak ama kendimden biliyorum ve tereddütsüz şu cümleyi kurabiliyorum: Karanlıkta yolumuzu bulmamız için önümüzü aydınlattı.

Mustafa Uysal’ın, Adnan Ergil’in, Murat Kalaycıoğlu’nun, Alp Murat Alper’in ya da başka bestecilerin şarkılarını söylerken albümlerine Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli gibi ‘sakıncalı’ isimlerin de şarkılarını alması, onlarla yan yana durduğunu göstermesi ya da hissettirmesi çok önemli. Bütün bunları yaparken Âşık Mahzuni Şerif türkülerinden vazgeçmiyor elbette… Hemen her albümünde onun türkülerini yorumluyor ve onu, “Anadolu’nun Mozart’ı” olarak nitelendiriyor. Bunun diğer tarafta da karşılığı var. Âşık Mahzuni Şerif, 30 Nisan 1975 tarihli Hey dergisinde Hulusi Tunca ile yaptığı söyleşide şu cümleleri kuruyor: "Bestelerimin hakkını vererek okuyan tek sanatçı, Edip Akbayram. Bazı konserlerinde benim hocası olduğumu söylüyormuş. Teşekkür ederim kendisine.”

DEĞİŞİME AYAK UYDURURKEN DEĞİŞMEMEK

Konser veremediği dönemde oğlu Ozan ve kızı Türkü’yü en iyi şartlarda yetiştirmek için eşi Ayten’in bileziklerini satan, astronomik rakamlar önererek arabesk söylemesi için kapısına gelen yapımcılara tereddütsüz “hayır” cevabı veren, doğru bilmediği hiçbir işe girmeyen bir isim Edip Akbayram. Bizden demiştim ya, bunlar da onun göstergesi. Değişebilir miydi? Elbette. Üstelik çok daha iyi bir yere gelebilir, hayatının kalanını hiçbir şey düşünmeden geçirebilirdi ama hiçbir zaman bu yolu seçmedi.

Ülkeler değişir, toplumlar değişir, insanlar değişir. Kimi zaman bunların sonucunda hayal kırıklıkları da olur ama değişim, hayatın vazgeçilmezi. Böylesi bir süreçte (üstelik değişime ayak uydurarak) değişmeden kalmak bir marifet. Edip Akbayram, her şeyden önce bunu başardı. 1972 yılında katıldığı yarışmada bize söylediklerinin arkasında durdu ve son nefesine kadar bunu sürdürdü, üzerine başka sözler koydu.

Sahnede onu izlememişseniz kaybınız büyük. Devleştiği yer orası. Şarkılarını, türkülerini bambaşka bir coşkuyla söylüyor ve ona eşlik edenlerin sesi, onu daha da güçlendiriyor. Konserleri böyleydi; bu yüzden onu çok kez sahnede izledim, şarkılarına ağız dolusu eşlik ettim. Bir kere, sahne arkasından izleme fırsatı bulduğum bir konserde heyecanına da tanık oldum. Bunun için kendimi şanslı hissediyorum.

Ankara’da, hasbelkader kuruluşunda bulunduğum Radyo Arkadaş’ın birinci yılını Yükseliş Koleji’nin spor salonunda kutlarken onunla tanışmakla kalmadım, radyo adına yaptığım söyleşide ondan çok şey öğrendim. Başka söyleşilerde kurduğu cümleler de beni hep heyecanlandırdı. Ana akım medyanın görmezden geldiği isimlerdendi belki ama oralara sızdığında da doğru bildiğini söylemekten geri durmuyordu.

2018 yılının 10 Kasım günü Posta’da kendisiyle yapılan bir söyleşide Alev Gürsoy Cimin’in sorularını cevaplarken demokrasinin tanımını şöyle yapıyordu örneğin: “Ben senden olmayayım, sen de benden yana olma ama birbirimize saygı duyalım. Ben rakı içiyorsam, benim cehennemime karışmayın. Siz namaz kılıyorsanız da ben sizin cennetinize karışmayayım.” Buna benzer cümlelere, 19 Ağustos 2018 tarihinde Hürriyet’te yapılan söyleşide de rastlıyoruz. Akbayram, Cengiz Semercioğlu’nun sorularını cevaplarken şunları söylüyor: “Ben 50 yıldır hükümetlerin dışında olmayı tercih ettim. Emeğin ve emekçinin ne kadar yüce bir değer olduğunu bildiğim için bütün şarkılarımı onlar için söyledim. Bu omuzdaki yük çok ağır.”

Edip Akbayram’a veda: Hep böyle kaldın, teşekkürler Edip abi - Resim : 4

HEP BÖYLE KAL EDİP ABİ

Beni en çok etkileyen söyleşi, şahane dergi Roll’un Eylül 1997 tarihli 11. sayısında yayınlanan. Akbayram, Salih Nâzım Peker ve Ensar Altun’un sorularını cevaplarken asla kendini sakınmıyor ve doğru bildiğini söylüyor. Dahası, yaşadıklarını (sıkıntılar dahil) içtenlikle anlatıyor. Söyleşinin sonunda sorulan konser sorusuna verdiği cevap, nasıl bu kadar sevildiğinin de kanıtı belki de: “Hisar konserlerine geçen sene girdim, bu sene girmedim. Benim dinleyicime ağır geliyor orası. Dinleyicimin ekonomik durumu bellidir. Kayahan’ı dinleyenle Edip Akbayram’ı dinleyen bir olmaz diye düşünüyorum. Yüzde 80’inin arabası yoktur. Gene de gelecek biliyorum ama ona ayrı bir külfet olacak. Sonra geri dönmesi var, otobüs parası, dolmuş parası… Bir kambur da biz vurmayalım vatandaşa. Yaparım Açıkhava’da, Gülhane’de konserlerimi, kimse sıkıntı çekmeden gelir, seyreder.”

Aynı söyleşide çizgisini şöyle anlatıyor:  “27 senedir düşe kalka müziğin içinde varolmaya çalışan bir insanım. Tarzımdan, düşüncemden ödün vermeyi düşünmedim, düşünmüyorum da. Dünyada gelişen medyadan, promosyon akımlarından Türkiye de büyük ölçüde nasipleniyor. Kendime göre, inandığım değerlere göre bir kaset oluşturuyorum ve kamuoyuna sunuyorum.”

Sonrasında şu cümleleri sarf ediyor: “Ben belli bir misyona şarkı söylemiyorum. Beni devrimciler dinlesinler diye kaset çıkarmıyorum. Geniş bir mozaiğe, 65 milyona şarkı söylüyorum ama doğru şeyleri söylemeye çalışıyorum. Bu toplum içerisinde mesajı alan yüzde otuzdur, kırktır... İnsan beynine en çok etki eden iletişim yollarından biri müzik. Ağzımdan çıkan her cümle insanların beynine kazınır. 1975'ten 1997’ye kadar demokrat, yurtsever, ilerici topluluk sanatçılara o kadar bel bağladı ki, sanatçının peşinden o kadar umutla koştular ki... Bana konserlerde gençler, ‘Edip Abi, n’olur hep böyle kal’ diyorlar. Bu cümle çok önemli. Çünkü peşinden koştuğu, onurlu, dürüst bildiği insanlar bu çarkın içinde farklı yerlere savrulmuş, kimisi müziği bırakmış…”

İşin sırrı okuduğunuz cümlelerde gizli. Edip Akbayram hep ‘böyle’ kaldı. Sevdası ve kavgası memlekete dair. Hep bizdendi, hep yanımızdaydı. Bundan sonra da yanımızda olacak, şarkılarıyla, türküleriyle bize güç verecek -ki bırakabileceği en büyük, en değerli miras buydu. Onu yaşatmak için yapabileceğimiz şey basit: Şarkılarını, yasaksız günlerde hep bir ağızdan söylemek.


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.