Ece Temelkuran: Önerdiğim on ahlaki kavram var

Ece Temelkuran'ın yeni kitabı 'HepBeraber' Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Temelkuran, politik meseleler etrafında şekillenen kitabını "Önerdiğim on ahlaki kavram var" sözleriyle anlattı.

Fotoğraflar: Joanna Paciorek
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ece Temelkuran'ın "yeni bir politik-duygu anlatısı" olarak duyurulan son kitabı 'HepBeraber' Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Temelkuran,  politik bir değişim için ahlaki bir sözleşme önerdiği çalışmasıyla ilgili, "HepBeraber’de önerdiğim on ahlaki kavram var, bu kavramlar etrafında bir siyasal zemin oluşturmanın siyasal kutuplaşmadan ve çılgın zalimlikten çıkış yolu olduğunu düşünüyorum" dedi.

Temelkuran'la mevcut politik atmosferi ve 'HepBeraber'de kaleme aldığı önerilerini konuştuk. 

HepBeraber, Ece Temelkuran, 184 syf., Everest Yayınları, 2021.

HepBeraber, bir politik-duygu metni olarak okura sunuldu. Bu politik-duygunun ana izlekleri nelerdir? 

Politik-duygu metni deyince ‘duygusal politik hezeyanlar’ sanmasınlar, önce onu söyleyeyim! (Gülüyor) Duygu politikası özellikle AKP’nin Türkiye'de iktidara gelişiyle düşünmeye başladığım bir mesele. Dünyada Türkiye’dekine benzer siyasi krizler tekrar ederek yayıldıkça daha da derinleşmek gerekti bu konuda. Yıllar önce siyasi krizin ahlaki krize dönüştüğünü yazdığımda, söylediğimde bu krizi bize has sanıyorduk, öyle olmadığı ortaya çıktı. Hatta meşhur olmuştu, “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?” diye bağırmam Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’nda. O sözün, sorunun bu kadar sahiplenilmesinin nedeni aslında birçoğumuzun adını koyması bile bu derin krizin farkında olduğunu gösteriyordu. Şimdi benzer sorular Batılı toplumlarda da soruluyor. Faşizm elbette bir siyasal mesele, alt yapısal konularla ilgili ama aynı zamanda, 1950’lerde, 60’lardaki Sol düşünürlerin temas ettiği gibi aynı zamanda duygu politikalarıyla yakından ilgisi var. Sadece ezilmiyoruz faşizm karşısında; dona kalıyoruz, korkuyoruz, tiksiniyoruz vesaire. Bu duygular kitlesel olarak ve yeterince uzun süre yaşandığında insanlığa olan inancımızı kaybetmemize, dolayısıyla değişime yönelik siyasal aksiyonu gerçekleştiremeyecek kadar yılgınlaşmamıza sebep oluyor. Benim HepBeraber’deki sorum şuydu: Bu inanç kaybından nasıl kurtulabiliriz? Çünkü siyasal eylem ancak bu inanç kaybının tedavisi ile mümkün.  

Dünya üzerindeki hakim sistemin otoriterliği beslediğini ve tüm halklar üzerinde bir baskıya dönüştüğünü söylüyorsunuz. Dünya ve Türkiye hangi noktalarda benzeşiyor?

Maalesef How To Lose A Country (Bir Ülke Nasıl Kaybedilir) Türkiye’de yayınlanmadı. Yükselen Sağ dalganın küresel olarak tekrar eden kalıplarını, bugünkü Sağ’ın büyük makinesinin çalışma mantığını yazmıştım. Benim tespit ettiğim 7 şablon (pattern) var. Bir: Bir hareket yaratılıyor ve bunun siyaset üstü olduğu iddia ediliyor. Bu, insanın ‘anlama’ ihtiyacı olmadığı fikri üzerine kurulu neo-liberal sistemde, bir ‘dava’ icat ediliyor ve bu ‘dava’ her zaman muğlak bırakılıyor ki kitle yeterince büyüyebilsin. Lider kültü, halkın dilinden konuşması vs gibi popülarist yöntemlerle pompalanıyor. İki: Rasyonel düşünme ve iletişim biçimi neredeyse şizofrenik diyebileceğim bir iletişim biçimiyle darmadağın ediliyor. 2000’lerin başındaki TV’deki siyasi tartışmaları hatırlayınız. Temeli, Aristo mantığını hiçe sayan bir zemin kayması, o zaman başlamıştı ve siyaset alanı terörize edilmişti. Üç: Utancın kaybı ve hakikat-sonrası dönem. Bu iki kavram son derece bağlantılı ve utancın kaybı önce siyasal bir araca sonra bir grup kimliğine dönüştürülüyor. Saygınlığın artık bir gereksinim olmadığı bir siyasal alan kuruluyor ki bu bugünün otoriter liderlerinin değil, 1980'lerden beri yaşanan sürecin bir sonucu. Dört: Amansız ve limitsiz bir kadrolaşma… diye gidiyor. Çok uzattım ama şunu söylemek lazım: Ülkelerin siyasal, toplumsal ve tarihsel gerçekleri son derece farklı olsa bile yaşanan bu kriz küresel ve ben ancak küreselleşmiş bir direnişle bunun durdurulabileceğini düşünüyorum.

'FAŞİZM BİR SİYASAL MODEL'

Faşizmi nasıl yorumluyorsunuz? Kitapta 'insana olan inancın ortadan kalkması' tabirini kullanıyorsunuz. Faşizm, aynı zamanda bir ekonomik anlayışı da barındırıyor. Bunu yıkmak için yalnızca insana inanmak yetecek mi? 

Biraz önce söyledim ve haklısınız, faşizm bir siyasal model. Elbette sadece duygusal ya da psikolojik bir mesele değil. Keşke öyle olsa. Ama şu soru bana önemli geliyor: Bu kadar insan ezilirken, insanlar açlıktan intihar ederken neden sistemi değiştirmeye yönelik yeterince güçlü bir hareket oluşmuyor? Bunun için birçok sebep sayabilirsiniz; kudretli sınıfın baskı araçları, korku, sindirme politikaları, cahillik, gelenekler, vs. Ama bunların hepsinin altını kazıdığımızda başka bir şey ortaya çıkıyor. Herkes her şeyi bilirken, düzenin nasıl işlediğinin herkes farkındayken bile bunu değiştirmeye cesaret edememelerinin nedeni, evet, en geniş anlamda ve bilhassa bugün insana olan inancın sistemli bir biçimde ortadan kaldırılması. Neo--liberal sistem faşizmin anasıdır ve bunu yapabilmesinin nedeni baştan beri kapitalizmi, en berbat halini bile, insanlığın doğal durumu olarak bize kabul ettirmiş olmasıdır. “Olabilecek en iyi sistemde yaşıyoruz” fikrini topla tüfekle bize kabul ettirdikten sonra insanlığın bir hafıza kaybı yaşadığını düşünüyorum. İnsanlığa inandığımız 60’ları, 70’leri, o günün zaman-ruhunu (zeitgeist) bugün hayal bile edemiyoruz. Ya da çok azımız edebiliyor. 

'YENİ EKONOMİK VE SİYASSAL YÖNTEMLER DENENMEYE BAŞLADI'

Kapitalizmin yıkıldığını belirtiyorsunuz. Nasıl bir dünya tahayyül ediyorsunuz?

Yıkılmaya başladığını söylüyorum. Bu benim savım değil, kapitalist dünyanın en tepesindekiler, Davos toplantılarını yönetenler de böyle düşünüyor. Hatta son birkaç haftadır bir tartışma var. Davos’tan yapılan ‘kapitalizmi dönüştürmeliyiz’ dendiği için Sağ basın ayağa kalktı, ‘Davosçular Komünizm getirecek’ diye. Ha ha! Böyle de deli saçması bir dünyada yaşıyoruz işte. Neyse, sonuç olarak, kapitalizm yıkılırken yeni ekonomik ve siyasal yöntemler denenmeye başladı bile. Yeni dünyanın iki temel unsuru önemli, üretenin karar alma mekanizmasına katılması (eski Yugoslav modeli benzeri bir demokratik sosyalizm) ve yukarıda fazla birikmiş sermayenin tekrar tabana yayılması için politik karar alma ve uygulama gücü. Bunlar ikna yöntemiyle olabilse keşke (ABD şu anda bunu deniyor mesela) ama tabii ki olamayacak ve işler çirkinleşecek. Çünkü kaynaklar artık eskisi gibi sonsuz görünmüyor, dünya gözümüzün önünde eriyor ve bu da insanın korkuyla sınandığında nasıl davranabileceğine dair en kötü ve en iyi örnekleri bize gösterecek bir dönemin başlaması demek. Kaçanlar, kendini korumaya çalışanlar ve hep beraber daha iyi bir dünya kurabiliriz diyenler. Yakın gelecek için böyle kristalize olmuş bir berraklık bekliyorum iyi ile kötü arasında.  

Kitabın ana izleklerinden biri de politik değişime dair bir ahlaki sözleşme... Bu sözleşmeyi açar mısınız?

Önce şunu söyleyeyim. Yıllardır düşündüğüm konu şu: Siyasal seçimlerimizi nasıl yaparız? Neden solcu oluruz, sağcı oluruz vs. İdeolojik seçimler, en azından benim için, şapka gibi bir şey değil, bazen takıyorsun bazen çıkarıyorsun olmaz yani. O sebeple de anlamam mesela insanlar nasıl “değişir”. İnsan solcu iken nasıl sağcı olur mesela, bu benim için anlaşılması çok ama çok zor bir durum. Zira, bunun olabilmesi için dünya görüşlerimizin ahlaki seçimlerimizle hiçbir  bağlantısı olmaması gerekir. Ben bunu hayal edemiyorum, bir romancı olarak hayal edebilmem lazım ama olmuyor. Bunu kenara bırakalım. Bugün, en ilerici siyasal görüşe sahip olsak ve “Başka bir dünya mümkündür” desek bile hepimizin neo-liberal düzenden, bu düzenin bugünkü çılgın Amok halinden etkilendiği kanısındayım. Tersi zaten çok mümkün değil. Mesela, insana olan inancımızın, bir okul dolusu çocuğa yıllarca cinsel istismarda bulunulduğu ve sonra cinsel istismarı gerçekleştirenlere  ödül verildiğini görünce hiçbir şey olmaması ne kadar mümkün? Bilhassa bizim memlekette her gün böyle insanlıktan tiksindirici olaylarla yaşıyoruz ve hayatta kalmak için bir tür duyarsızlık geliştirmeye zorlanıyoruz– ki bence faşizmin insanlıkta açtığı en büyük yara bu zorunlu duyarsızlık. Neyse, sonuç olarak HepBeraber’de önerdiğim on ahlaki kavram var, bu kavramlar etrafında bir siyasal zemin oluşturmanın siyasal kutuplaşmadan ve çılgın zalimlikten çıkış yolu olduğunu düşünüyorum.

'ESKİDEN ÇOK TEHDİT VE BASKI VARDI'

Dünyada kitaplarınız yayınlanırken Türkiye'de birtakım politik baskılarla karşı karşıya olduğunuzu biliyoruz. Bu baskılar ne boyutta? Yazarken otosansür uyguluyor musunuz? Baskıya karşı nasıl bir karşı koyma mekanizması oluşturdunuz?

O baskı eskiden müthişti. Anlatmam ben böyle şeyleri ama çok tehdit ve baskı vardı. Şimdi beni oturduğum toplumsal makam koltuğundan (gülerek söylüyor) hem işsiz bırakarak hem de troll fabrikalarını birkaç yıl boyunca 7/24 çalıştırarak indirdikleri için eskisi kadar saldırmıyorlar. 2012’de ‘Bu itibar suikastidir ve muhalif figürleri böyle yok ederler’ dediğimde dalga geçmişlerdi ama gördük ki artık sözünü herkesin dinlediği hiçbir aydın kalmayana kadar bu operasyonu yaptılar. O yüzden yurtdışındaki, başka ülkelerin vatandaşı okurlar bana “Ne yapmalı?” diye sorduklarında onlara şunu söylüyorum, “Aydınlarınızla, yazarlarınızla, sanatçılarınızla dalga geçilmeye başladığında alarm zilleri çalıyor demektir.” Önemli olan şu, baskı her zaman olur. Hakikaten yazı yazan, söz söyleyen insan için en özgürlükçü sistemde bile baskı vardır çünkü yazı ya da sanat iktidarla başı hoş olmayan, olmaması gereken bir iş kolumuz. Mesele, senin kendin gibi olduğunu düşündüklerinin desteklemesi. Gerisi çok önemli değil.

Okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir? 

Kısmetse bir roman yazacağız bakalım. Yakında Almanya’ya “Küresel Sol’un Yeni Lügatı” diye bir proje yapmak üzere, akademik davetli olarak gideceğim.