Ebru Ojen: Aile kavramı tüyler ürpertici bir kavram

Ebru Ojen'in yeni romanı 'Lojman', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. "Annelik yok edilmesi gereken bir yapıdır. Kutsallığın ise annelikle bir arada düşünülmesi dehşet verici bir durum" diyen Ojen ile 'Lojman'ı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 2014 yılında Edebi Şeyler etiketiyle yayımlanan ilk kitabı 'Aşı'dan sonra, 2017’de, yine Edebi Şeyler tarafından yayımlanan 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' adlı romanıyla dikkat çeken Ebru Ojen’in geçtiğimiz günlerde yeni bir romanı çıktı. Everest Yayınları’nın bastığı 'Lojman', bir dağ köyündeki öğretmen ailesinin hikâyesini konu ediniyor. Aile kavramının çok yönlü şekilde eleştirildiği, bununla birlikte ailenin etrafındaki güç mekanizmalarının ve iktidar yapılarının da bu eleştiriden nasibini aldığı 'Lojman' hakkında Ebru Ojen’le keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

'YAPILAR, DAVRANIŞLARIMIZI ETKİLİYOR'

Kitabın yazım süreciyle başlamak istiyorum. 'Lojman' nasıl bir derdin ürünü olarak ortaya çıktı? Kitabın yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz neler var?

'Lojman', benim beden ile ilgili bitmek bilmez derdim üzerine yazılmış bir romandır. Bedene ve onunla ilişkili her şeye takıntı seviyesinde ilgiliyim. Özellikle de iktidar-beden ilişkisine ciddi bir saplantım var. Zaten önceki iki romanım da aynı takıntı üzerine yazılmış romanlardır. Ama bu kitapta iktidarın vücut bulduğu mekânı, hikâyedeki kavramların orta yerine koyarak çalışmak istedim. İktidar-beden ilişkisi ilgi çekici olmaktan öte, zorla kavrayıcı, rahatsız edici bir ilişki. Çünkü lojmanlar ve türevleri, (iktidar ile ilişkili künt yapılar) bedenlerimizi tahrip ederek, bizleri kendi uzantıları haline getirirler. Bizler ise onların zihninden geçen ve insanın doğasına uygun olmayan organize bir şekilde tahrip edici fikirlerinin uygulayıcısı haline geliriz. Bu bağlamda bedenin yapı ile teması sonucu neredeyse metamorfoza uğraması kaçınılmazdır.

Bedendeki deformasyonlar üzerine aldığım notlarda görüyorum ki devlet dairelerinde, özel ofislerde vs. çalışan kişiler ile doğada yaşayan kişiler arasında farklar var. Bedenin dilinin okulda, evde, sokakta, hastanede, bankada ayrı olduğunu gözlemliyoruz. Nedeni nedir bu farkların? Yapılar, bedenimizin dilini, davranışlarımızı etkiliyor, değiştiriyor. Beden üzerine düşündüğüm zaman, bana her seferinde ona bunu yapanı, katilini tarif ediyor. Böylece ben de bir şahit olarak şahit olduklarımı yazma, anlatma sorumluluğu duyuyorum.

'Lojman'ın en etkileyici yanı, sanıyorum, aileyi geleneksel kalıplarının dışında tutarak, tavizsiz, kötücül bir gerçeklikle yeniden yaratmasında yatıyor. Özellikle Selma’nın bir birey, bir sevgili olma durumundan, bir anne olarak nesneleşme sürecine, eşi Metin’le neredeyse zorla hatırlanan sevgililik anlarına ve birbiri ardına doğan çocukların başlattığı hayal kırıklıklarına doğru ilerleyen bir yolculuk söz konusu… Sizce aile, kurumsallığı gereği, bu basamaklara mahkûm mudur, yoksa meseleyi coğrafya-kader ikilemi mi daha çok görünür kılar?

Bana göre aile kavramı tüyler ürpertici bir kavram. Aile-iktidar ilişkisinin bedenlerimizdeki göstergeleri de öyle. Tikler, kasılmalar, gevşemek bilmeyen kaslar ve deforme olmuş fasya. Bunun bir getirisi olarak erozyona uğramış zihin ve düşürülmüş ruh!

Lojman, Ebru Ojen, 200 syf., Everest Yayınları, 2020. 

Ailenin semiosisiyle bedenin herhangi bir noktasında karşılaşabilirsiniz. Beden size onun dilinin nasıl bir şey olduğunu tüm açıklığı ile gösterecektir. Bununla bağlantılı olarak şuna şahit oluruz; aile, kişiyi kurmak, uysallaştırmak, söz dinletmek üzerine örgütlenmiş en küçük iktidar hücresidir. Ve kendisini yapısal olarak devlete bağlılığı ile finanse eder. Akıllı bir makine gibi ekonomisini durmaksızın yükseltir. Bir süre sonra güç aldığı mekanizmadan arz-talep nakaratları üreterek arzu alanını biçimlendirir. Arzuya bir ekonomik değer atfederek kendisi ile yeniden bileştirir. O da insana ait her şey gibi finansal bir alan işgal etmelidir. Bir yanılsama kaynağı olmanın aksine arzu metalaşır, gönenir. Böylece finansal, dünyevi tecrübenin orta yerinde, satılabilecek, elle tutulur bir meta haline getirilmiş olur. Aile, kişiyi tekil halde bile kurumlaştırmak için elinden gelenin en iyisinin ötesinde çaba harcar. Bu sebeple aile bir bakıma kişiyi özüne ait nüvelerden uzaklaştırdığı için katil bir mekanizmadır. Romana dönecek olursak; aile, kurumsallığı gereği Selma’ya ve Metin’e yaptıklarının ötesinde romanın kendisine bile uzanır. Bir yazar olarak ailem bana, yazdıklarıma uzanmıştır. Romanlarıma, düşün dünyama ve totalde dünya ile ilişkili gayri maddi alanıma kadar.

Kurumsal bir aygıt olarak aile çökmeye mahkûmdur. Bu sebeple de romanımda bahsi geçen aile çöküşe uğrar. Çöküş, kişilerin aile olmaya karar verdikleri ilk andan itibaren başlar, çocuklarla birlikte bu devrilme hızlanır ve son noktada kaçınılmaz olarak yıkıma şahit oluruz. Coğrafya-kader ikilemi ise durumu tam anlamıyla görünür kılmaz aslında. Mekanizmanın yaptıklarının üzerini örtmek için en güçlü bahane olarak yine onun tarafından kullanılan işlevsel bir araç haline getirilir.

'ANNELİK YOK EDİLMESİ GEREKEN BİR YAPIDIR'

“Kutsal annelik”ten bahsetmek istiyorum. “Çocukları onun hırsızlarıydı. Onlar Selma’nın önce kalsiyum depolarını tüketmiş sonra ruhunun en dokunaklı kısımlarını çalarak kendilerine ait bir şeymiş gibi sergilemiş, bedenindeki izleri kendi bedenlerine iğnelemiş solucanlardan başka bir şey değillerdi. Biri ondan gülüşünü, biri çıkık elmacık kemiklerini, biri duygu dolu bakışlarını, biri becerikli ellerini, biri umut ışığını, biri gözlerinin şeklini, biri de şiire olan tutkusunu çaldı.” Selma’nın ruh haliyle günümüz muhafazakâr siyasetinde sürekli bir propaganda malzemesi haline getirilen “kutsal annelik” kavramına dair neler söylemek istersiniz?

Sadece günümüz için değil, bence geçmiş ve geleceği de kapsayan bir zaman aralığında annelik yok edilmesi gereken bir yapıdır. Kutsallığın ise annelikle bir arada düşünülmesi dehşet verici bir durum. Burada kurumlaşmanın kutsallığa da el attığına şahit oluyoruz. Annelik kutsal değildir. Çünkü yüce bir şey değildir. Oysa bu gerçeğe rağmen mekanizma anneliğin libidinal alanını kutsayıp onu kapatmış olur. Böylece biz de kutsanmış oluruz ve sakinleşiriz. Bu şizoanalitik alanı yaratan güç bizimle üst perdeden konuşmaya devam ederken annemizin cinsel aktivitesi sonucu var olduğumuzu bilmemizi istemeyecektir. Çünkü bu onun nazarında tehlikelidir. Bu vahşi tehlikeyi uzaklaştırmak için olağan tavrı bastırmayı devreye sokar. Kontrol edemeyeceği her şeyi kutsayarak bastırır. Annenin libidinal eteriğine söz geçiremeyeceğinden çaresizce onu kutsar. Anne, annelik prototipinin tekrarı olmakla birlikte yasaklı bir fallik imgeye de dönüştürülür. Din ile iş birliği içindeki mekanizmalarda bu türden dönüşüme daha çok şahit oluruz ve baskıyı çok daha etkili hissederiz. Dinler, kutsalı radikalleştirerek varoluş düzleminde duyularımıza sunar. Toplumsal organizma duyularımıza sunulanı kendi yorumu dahilinde kolektif olarak paylaşır ve sonuçta annelik ya da başka bir statünün kutsallığı yerini sağlama almış olur.

Günümüz muhafazakâr siyasetinin annelik-kutsallık ilişkisini bu denli acemice kullanıyor olması ise gülünç olmanın dışında tehlikelidir de. Toplumsal organizma giderek çürümeye mahkûm bırakılırken tek tek kişileri şeffaf bir jölenin içine yerleştirir. Şu anda toplumumuzda her birimizin gözler önüne serilen son durumu budur.

'Lojman'daki en büyük boşluğu Selma’nın eşi Metin’in bir tartışma sonrasında, kara kışa aldırmadan çekip gitmesi oluşturuyor. Bu boşluk önce köye, sonra aileye, sonra çocuklara ve Selma’ya yerleşiyor, bir türlü de geçmiyor. Metin’in yokluğu ailedeki bütün kötücüllüğü ortaya seriyor sanki. Sadece bahsettiğimiz “kutsal annelik” değil, “hayırlı evlat” meselesi de darbe almaya başlıyor. Çocuklar annelerinden, birbirlerinden, yeni doğan kardeşlerinden dahi nefret ediyorlar. Bu minvalde nefret-sevgi denklemini nasıl açıklamak gerekir?

Romanda çocukların anneye, özellikle de Görkem karakterinin Selma’nın bilinçli ilgisizliğine karşılık sevgi-nefret denklemine şahit olmayız aslında. Biz daha çok tutku-nefret ilişkisini görürüz. Görkem, Selma’nın sevgisine değil ilgisine tutkuludur ve tutkusuna hiçbir noktada karşılık alamadığı gerçeğiyle baş edebilmek için ikonuna nefret duyarak avunur. Babaya karşı erotize edilmiş sevgi, annede erotize edilmiş nefrete dönüşür ve tiksinme ile taçlanır. Biyolojik ve ruhsal bir zorunluluk olarak ilgi ihtiyacı, tatmin edilmediğinden Görkem’i bir tacizci haline getirir. Bu yüzden Görkem sıradan bir çocuktan beklenmeyecek yüksek, tekinsiz davranışlarda bulunmaya meyleder. Bu vahşi ve olağan dışı davranışlar çocuğun gücünü koflaştırarak Selma’nın onu daha çok görmezden gelmesine sebep olur. Çocuk-anne ilişkisi sevgi-nefret üzerinden geliştiğinde, Görkem ve Selma’nın arasında olup bitenden çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Bir bakıma romandaki anne-çocuk ilişkisi gözler önüne gerçek hayattaki gizli ilişkilerden daha sağlıklı bir yapı serer. Gündelik gerçeklikte çekirdek ailedeki makûs patalojik irtibata sebep, kurumsal kimliği koruma ısrarıyla beraber daha yüksek bir kurumsallığın künt yapısında yaşamakta ayak diremektir. Kendi durumumuza bir bakalım. Bütünüyle dengede kişilikler olduğumuz iddiasında bulunacak kadar saf mıyız?

'DAO’YU TANIMLADIĞINIZDA O ARTIK DAO DEĞİLDİR'

Romanda daimi bir mahkûmiyet durumu söz konusu. Bebek anne karnında, çocuklar annede, anne ailede, aile evde, ev köyde, köy doğada, doğa bayrakta bir mahkûmiyet yaşıyor. Bu yanıyla hayatın hem günlük pratikte hem de varoluşsal anlamda koca bir cezaevi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hayat benim için varoluşsal eziyetinin yanında bir türlü uyanamadığım, uyanmaya her yeltendiğimde ağzıma başka bir hap tıkılarak kendisine mahkûm bırakıldığım ve tam manasıyla kötü diye de nitelendiremeyeceğim bir deneyim. Hapishane diyebilir miyim buna? Bilmiyorum. Ama çok yakın bir örnek olsa da hapishane benzetmesi bizlerin en azından benim durumumu karşılamaktan ziyade tanımsız bir alanın boşa harcanmış tanımlama çabasından da öteye gitmiyor. Bu bana Çinli Daoisterin Dao için söylediklerini anımsatıyor. “Dao’yu tanımladığınızda o artık Dao değildir.” Bu cümlenin bizde yarattığı his, temelde pozitif bir histir. Cümleyi şu anda yaşadığımız hayatı anlatmak için devşirirsek anlamı negatifleştirmiş olmakla kalmaz, içinde bulunduğumuz saçmalığın da ne kadar tanımlarsak tanımlayalım tanımlar üstü bir saçmalık olduğunu görmüş oluruz.

'KURUMLAŞMA İNSANI KURULU BİR MAKİNEYE DÖNÜŞTÜRECEKTİR'

Bayrak meselesine gelirsek… Bir dağ köyüne sürgün edilmiş bir öğretmen ailesinin hikâyesini okuduğumuz 'Lojman'da bayrağın çok önemli bir gösterge olduğu aşikâr. Korkunç bir kışın ortasında, kar fırtınasından insanların dışarı çıkmaya çekindiği bir dağ köyünde, üstelik okula gitmenin bile mümkün olmadığı bir kıyamette bile bayrak her pazartesi direğe çekilip her cuma toplanıyor. Fırtınadan direğe dolanıp kaskatı kesildiği anlarda da derhal müdahale ediliyor. Devlet ve aile ne kadar da birbirine benziyor.

Bu duruma en iyi örnek enstitüleşme/kurumlaşma kelimesidir. Başka bir röportajda bahsetmiştim. İnsanların içinde bulundukları yapıların fiziki ve idari kurallarına zamanla intibak ederek onun aynısı olması yahut ondan kopamama durumu.
Romanın karakterlerinden biri olan Yasin’in bayrakla ilişkisi onun kurumlaştığının kanıtıdır.

Zaten uçsuz bucaksız doğa manzarasının orta yerine planlı bir şekilde konuşlandırılmış lojmanın ereği de budur. Etrafındaki her şeyi kuruma ait kılmak. Görevlendirmek. Yasin, kuruma ait bir görevli olarak bayrakla olan ilişkisinden güç alıp Selma ve çocuklarına müdahale etme cesaretinde bulunuyor. Kurumlaşma, bize başkasının hayatına parmak sokma cesareti verebilir. Bu bağlamda kurumlaşma insanın meziyetlerini köreltecek onu dezorganize doğallığından söküp alarak organize, kurulu bir makineye dönüştürecektir.

Bazı bakımlardan aile ve devlet birbirine benzer, bu benzeşme kökensel olduğundan ona temas edene karşı daha tahrip edici, inciticidir. Ailenin olmadığı bir devlet başkaları tarafından daha yeğlenir bulunabilir ama bana sorarsanız iki yapı da lüzumsuz birer iddiadan öteye geçmiyor. Peki elimizde ikisi de varsa ve yok etmek şimdilik mümkün görünmüyorsa ne yapmalı?

Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?

Sanatın başka bir alanında var.