'Dünyayla Benim Aramda', ne eksik ne fazla!

Seyirci televizyonu seviyor. Siz bakmayın İlkin gibi "ben televizyon seyredemiyorum" diyenlere. Televizyonda değilse bile çevrimiçi platformlarda seyrediyorlar. Çünkü televizyon her yerde!

Google Haberlere Abone ol

'Kaçış' dizisiyle çevrimiçi pazara giriş yapan Disney+, ikinci yerli yapımı 'Dünyayla Benim Aramda'nın ilk bölümlerini yayınladı. Senaryosunu Pınar Bulut'un kaleme aldığı ve Hülya Gezer tarafından yönetilen dizide günümüzün popüler oyuncuları boy gösteriyor. İsmi ve afişte yan yana uzanmış genç, sevilen oyuncu kadrosu ile seyirciyi çağırmasına karşın söylediği şeyler epey sınırlı gözüküyor.

Televizyon estetiğinden izler taşıyan yapım, bir kez daha havuzlu villaları, rezidansları ve bir atı çatlayıncaya değin koşturacak genişlikte üst düzey yönetici odalarını bir araya getirirken fakirler de bu odalara, bu gökdelenlere davetli/davetsiz bir biçimde sızıp ateşleyici bir etki yaratmaktalar.

AYİNESİ FRAGMANDIR İŞİN, TAMAMINA BAKILMAZ! 

Gezer'in yönettiği diziye geçmeden, ilk izlenimlere ve çerçeveye dair birkaç şey söylemek gerekiyor. Gerekirse "illallah" demeliyiz ama bir tepki vermeliyiz! Henüz başlamadan üstelik... Televizyon estetiğinden dem vurdum. Televizyona yatkınlık da denebilir. Televizyon için üretilen fabrikasyon aşk dizileri malumunuz. Bunlar dalga konusu olsa da her yaz bir iki küçük dokunuşla güncellenip yola devam ediyorlar. Zengin oğlan ile fakir ve sakar kızın aşkını işliyor bu diziler. Ama tabii bir de aşk anlatılarına televizyonda çizilen daha genel bir çerçeve söz konusu. Yaz kış demeden esas alınan bu çerçevede aşk, sınıf atlamanın bir aparatı olarak yorumlanıyor. Yine bu yorum dolayısıyla aşk, zenginlerin oyununa, gönül ilişkileri ise oyun parkına dönüşmüş durumda diyebiliriz.

Doğaldır, aşkı insani yönleriyle ele almak daha fazla gözlem, daha fazla emek ister; karakterler daha gerçekçi olmalı, işçilik detaylı olmalı. Aşkın velayetini sektör kararıyla zenginlere bırakan basit aşk senaryoları her daim az zaman ve emekle çok kazandıran işlerdir. Bu yatırım yapımcılar için anlaşılır fakat kolay yoldan kazançta dahi hiçbir yenilik görmeyişimiz ve copy paste anlatıların "sarsıcı, etkileyici" gibi sıfatlarla sunulması rahatsız ediyor. 'Dünyayla Benim Aramda' dizisi de maalesef umut vadetmiyor. Daha fragmanından aynı şeyleri izleyeceğimizi kavrıyoruz. Örneğin Sinem karakterinin "ben" deyişi bütün bir sezonu gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçiriyor. 

MONOTON AŞK, ATEŞ, BARUT VE YAN YANA

'Dünyayla Benim Aramda', İlkin ile Tolga'nın hikâyesiyle açılıyor. Tolga (Buğra Gülsoy) bir ağa dizisinin parlayan yıldızı, İlkin (Demet Özdemir) ise önemli bir moda dergisinin genel yayın yönetmenidir. Bir ödül töreninde kesişen yolları tutkulu bir aşkın fitilini ateşler. Nedir ki rüya gibi başlayan bu aşk doludizgin devam etmez ve dört yıl sonra çifti birbirine yabancılaşmış görürüz. Tolga sıkıntılarını içine atmakta, İlkin'den giderek uzaklaşmaktadır. Tamir ettirilmeyen televizyon kumandası kavgaya neden olmaktadır. İlişkilerinin çatırdadığını gören İlkin, biraz da arkadaşı Burçin’in (Zerrin Tekindor) teşvikiyle çeşitli yollar dener. Önce Berlin adındaki sahte bir sosyal medya hesabından oyuncuya ulaşır ve dostluk geliştirir. Tolga, bu yeni ve sanal dostuyla tanışmak isteyince ise daha da ileri gider ve dergide staj yapan Sinem'den (Hafsanur Sancaktutan) Berlin'in yerine geçmesini ister. Kadın çaresizlikten, biraz da meraktan kabul eder. Elbette entrika akılda durduğu gibi durmaz ve ortalık karışır! 

**

İlerleyen bölümlere dair yorumda bulunurken "karışacak" demek, temkini elden bırakmamak daha doğru sanırım. Zira dizinin gidişatını aşağı yukarı kestirebiliyoruz. İlk iki bölümde sürprize yer yoktu, tanıdık bir öykü izledik. Dolayısıyla esas olarak bu tanıdıklığı kurcalayıp nedenlerine eğilmemiz ve Bulut'un senaryosunu, Gezer'in rejisini televizyon üzerinden tartışmamız lazım. Zaten dizi de son dönemde sık rastladığımız üzere televizyon işlerini ve gösteri dünyasını merkeze alıyor.

.

Televizyon ilişkisini vurgulamadan anlatıdaki çatışmalara ve karakterlere de şöyle bir göz atalım istiyorum. Dizide hareket noktası bir çiftin monoton bir ilişkide kayboluşu. İlkin'in tarifiyle; 15 milyonluk şehirde birbirini bulan çiftin aynı çatı altında kaybetmeleri. Öykünün yazıldığı tarihe dair fikir veren fakat ufku pek genişletmeyen bu yaldızlı çerçeve aşinalığın ilk ve en önemli sebebi. Tutkuyu kaybeden, cinsel yaşamı yolunda gitmeyen bir çift var karşımızda.

SALON KADINI İLKİN VE OMZUNDA KÜRKLE GEZEN DEREBEYİ TOLGA

Çiftimizi tanıyalım. Televizyon ekranına bakmaktan feri sönmüş gözler(imiz) önündeki Tolga ile renkli sayfalar başında, kendisine entelektüel olanaklar yarattığını zanneden İlkin, genç âşıklarımız! İlkin belli ki atadan, anadan zengin... Özgüveni tavan. Öyle ki kar yağarken balodan sıkılıp da çıktığı şık mekânın terasında askılı elbisesiyle salınıyor. Hasta olmaktan korkmuyor. Sınıfsal bir özgüven belki de onunkisi. Tolga garibimiz ise emek yoğun ve türbülansı bol bir dünyada boy gösteriyor. Kendini bulamamaktan, rollerine kişiliğini yansıtamamaktan şikâyetçi ve elbette keşfedilememekten, yeni teklif alamamaktan... Dört sezon boyunca ucuz bir diziye saplanıp kaldığı ve alaylı olduğu için canı epey sıkkın. İlginçtir, Tolga yenilik veya kırılma da aramıyor, karşı taraftan bekliyor her şeyi. Bu durum da korkaklığından ziyade konfora düşkünlüğünü işaret ediyor. Tolga, yeni işler denemek istiyor fakat tutmuş dizisini bırakacak kadar değil! Tipik bir "o kadar uzun boylu değil" çelişkisiyle depreşmiş sancı.

Yine Tolga en yakını gördüğü, ilk görüşte vurulmanın ötesinde tüm ömrünü yanı başında geçireceğini düşündüğü İlkin'den uzaklaşmış, komplekslerinin ve kararsızlıklarının esiri olmuş. İçini dökecek, başka bir ifadeyle eylemsizliğini temize çekip vicdanını rahatlatacak bir dert ve suç ortağı arıyor. Derin bir karakter süsü verilen Tolga, sert adamlığının ve yaralarının altında ne saklıyor acaba? Dizi setindeki şovunu neye borçlu mesela? Ne dürtüyor onu, ne kışkırtıyor böyle? Yahut zahirde sevimli bir maçoyken işin iç yüzünde özgüvensizlik dehlizlerinde kaybolan bir karakteri, Rus derebeyi gibi çizmek kimin fikriydi? Bir sahnede omzundaki kürkle ve sarhoş halde balo salonuna giriyor. Aşkları da bu salondaki bakışmalardan filizleniyor. İlkin'e baktığımızda ise gösteri dünyasının eril yaklaşımını görüyoruz. Güçlü fakat erkeğini yörüngesinde tutabilmek için canını dişine takan, uydularını ha bire uzaya fırlatan kadın! Dizide Berlin ve Sinem uydularını art arda diziyor sevgilisinin boşluğuna! Cesur ama lise önünde saç saça baş başa kavga edecek kadar... Otoriter ama saçlarında sevdiceğinin eli gezindiğinde tüm yönetsel ve hatta bilişsel özelliklerini yitirecek denli de kırılgan. Bu eril dil, günümüz dizilerinde "güçlü" bir maskeyle dolaşan kadının erkeği uğruna yaşadığını ve yine erkeği uğruna türlü mücadelelere atıldığını ortaya koyuyor.

.

Öte yandan İlkin, ayakları yere sağlam basan, iyi çizilmiş bir karakter sayılmaz. Sürekli entelektüel olduğu duyuruluyor fakat gezdiği resim sergisini, kodamanlarla birlikte izlediği operayı ve fuayede lafladığı tiyatrocuları (Ki bu tiyatrocuları Bedri Baykam ile Ayşenil Şamlıoğlu canlandırıyorlar) saymazsak böyle bir kimliğe sahip olduğunu düşündürmüyor.

İlkin, iki bakımdan günümüz "güçlü kadın" karakterleri ile özdeşleştirilebilir. Niteliklerinden ilki zengin, diğeri ise moda dergisinde çalışıyor olması. Moda dergileri ve tekstil sektörü günümüz dizilerinde türedilerin, has burjuvaların şımarık çocuklarına doğal liman olmuş sanki! 80'lerde yerli sinema, zenginleri galerilere ve antikacılara üşüşmüş betimliyordu. Gülse Birsel'in dizisi 'Avrupa Yakası' ise kaymak tabakanın yeni gözde uğraşının moda olduğunu açıklığa kavuşturmuştu. Şimdi artık her iki yaz dizisinden birinde moda dergisine yahut tekstil sektörüne rastlıyoruz; üstelik aşkların kahramanları da öyle çalımlı podyum mankenleri falan değil. Entelektüel dergiciler, sakar stajyerler başrollerde hep! Bu denklemde kadınları entelektüel, marjinal (alternatif) ya da mahalleli, yoksul (kaide) rollerinde izliyoruz. İlkin de bu denkleme rahatça sığmış.

YOKSULUN SİNESİNİ DÖVDÜĞÜ YERDE SİNEM

'Dünyayla Benim Aramda', ilk iki bölümünde bitmeye yüz tutmuş bir ilişkiyi konu alıyor. Yeniden dirilme ve diriltme çabalarını, bu zengin çiftin bocalamasını izliyoruz ama "bu aşk nasıl dirilecek?" sorusunun cevabını yine yoksullar veriyor. Sinem anahtar oluyor bu kez, fake bir hesabı ete kemiğe bürüyor. Tolga'yı kendine çekiyor, kendisi de çekiliyor bu cazibe girdabına ve kaybolup gidiyor. En son bir yokuşta, Arnavut taşlara bastığı ayağını, yalpalayışını görüyoruz. Girdap kapanıyor.

.

Tolga, tuhaf derebey tavırlarını bir kenara bırakırsak nispeten iyi çizilmiş bir karakter ancak İlkin ve Sinem karakterleri ham kalmış. Bunun sebebi ise büyük ölçüde bir sınıfın temsiline indirgenmeleri... İlkin varsılları, Sinem yoksulları temsil ederken bu paket program karakterlerini zayıflatıyor ve kompozisyondaki aşırılık ister istemez inandırıcılık sorunu doğuruyor. Sinem, dergide iki yıldır staj yapıyormuş mesela. 18. yüzyıl İngiltere'sinde dahi iki yıl "staj" yapılıyor muydu, tartışılır. 'İki Yıl Okul Tatili' kitabı var Jules Verne'nin ama konumuzla ilgisi yok.

Bize "biraz abartılı geldi"! Bu kadın hiç mi sorgulamamış oradaki varlığını? Tamam, kariyer hırsına kapılsın falan demiyoruz ama staj denilen şey getir götür işi, ayak işi. Kısacası oradaki (ortamdaki) varlığının sebebi yokluğu aslında, bu çarpık durumu hiç mi sorgulamamış kızımız? Ezilmeyi, aşağılanmayı hiç yadırgamıyor, yayın yönetmeninin seni kovuyorum ifadesini buyruk belliyor. Neredeyse sorgulamıyor kovulmayı. Nutku tutulmuş bir vaziyette İlkin'in söylevini dinliyor. Neymiş hedefleri küçükmüş, dünyası küçükmüş! Büyütmek istemez miymiş? Miş muş da müş müş! "Küçük hanım küçük hanım, ben de sizin gibi üstü açık Lexus otomobile binsem hiç küçük düşünür müyüm?" demiyor. Bir yandan ise bu pasif tutum sınıfsal özü dışa vuruyor. Soma Katliamı’nın ardından yaralı çıkarılan bir madencinin "çizmelerimi çıkarayım, sedye kirlenmesin" ifadesi Sinem'in suratında beliriyor âdeta. İç acıtan, öfkeden deliye döndüren bir ifade bu... Sinem ilk bölümde şemsiyesini unuttuğu için sırsıklam bir hâlde İlkin'in odasına gidiyor. İlkin teklif edeceği iş için (sevgilisini ayartması için yani) sıcak davranıyor Sinem'e ve bir bluz veriyor gardırobundan. Sinem "özür dilerim" diyor. Buradaki "özür dilerim" utancı, "çizmelerimi çıkarayım" ile aynı mahcup söz ailesinden!

Sinem, sınıfının bütün zayıflıklarını kuşanmış. Sınıf atlamak, hayaller dünyasına dalmak, başka başka yerlerde kaybolmak için yaratılmış gibi. Ev sahibi kirayı ödemediği için dairesinin kilidini değiştirince kapıda kalıyor. Annesini arayıp para istiyor, annesi telefonda "oralarda yapamazsın kızım, yanımıza dön," gibisinden bir şeyler söylüyor. Belli ki Hasan dağına oduna gitmiş Sinem, iki yıldır da dönmemiş! Odun arıyor! Sinem'i otobüs bile almıyor. Otobüs yahu! Ötesi var mı? Kimse tarafından görülmediği için şikâyetçi genç kadın. İETT otobüslerinin kör noktası olmaz ama bilemedik.

TELEVİZYON, TELEVİZYON, TELEVİZYON! NE İSTİYORSUNUZ ŞU CAMDAN!

Geldik dizinin de, yazının da en hararetli kısmına. Dizide seyirci setlere konuk olarak, karavanlara girerek televizyon dünyasına çekiliyor. Dahası bu dünya dizideki çatışmayı da meydana getirmekte. Tolga, ilişkisiyle beraber ilerleyen televizyon işinden sıkılmasa belki bu aşk da ilk günkü sıcaklığıyla sürecek. Nedir öyle olmamış. Tolga reytinge, gönül ilişkisi de rutine, konfora yenik düşmüş. Burada zaten bir koşutluk görülüyor. Televizyon işte dizinin bu denli içinde. Televizyona vurmak son dönemde revaçta. Uyarlama dizi 'Menajerimi Ara' da bir televizyon kanalında televizyon dizilerini eleştiriyordu ki bu iç içelik hâli bile sektörün, işleyişine yönelik dönük kontrol altına alma çabasına yorulabilir. "Yakınımda eleştirsin, ileri gitmesin" politikası izleniyor anlaşılan. 'Dünyayla Benim Aramda' dizisinde ise bu eleştiri artık şova dökülüyor. Tolga bir sahnede coşageliyor ve sahte kanı (renkli şurubu) başından aşağı boca ediyor, sağa sola çıkışıyor. Bir anlamda medyada olan medyatik oluyor! Elbette bir şeyler değişiyor. Tolga'nın arkadaşı Cüneyt (İbrahim Selim) yönetmeni kovduruyor, yerine gelen senarist ise rol arkadaşını senaryodan çıkarıyor. Ayak oyunları, karavan oyunları, bar oyunları. Bizi ilgilendiren kısmı televizyonun neden bu kadar eleştiriye, tepkiye ihtiyaç duyması. Televizyon dizileri hedefe alınıyor fakat dile getirilen sorunlarda bir arpa boyu yol alınmıyor. Demek ki sektörün paydaşları hâllerinden memnun; demek ki Tolgalar, gerçek hayatta tükenen Meryem Uzerliler isyankâr birer örnek ve demek ki her mağduriyet aynı samimiyetten beslenmiyor. Uzun süreler, en çok tartışılan maddelerden ancak bu tartışma başladığında bir televizyon dizisi ortalama 150 dakikaydı hâlâ öyle...

.

Peki, neden yerinde saymış sektör? İyileşememenin asıl sebebi bu katı kuralların yapımcı keyfinden ziyade seyircinin talebinden kaynaklanması diyebiliriz. Seyirci televizyonu seviyor. Siz bakmayın İlkin gibi "ben televizyon seyredemiyorum" diyenlere. Onlar da seyrediyor. Televizyonda değilse bile çevrimiçi platformlarda seyrediyorlar. Çünkü televizyon her yerde! 'Dünyayla Benim Aramda' da televizyon ruhundan nasiplenmiş bir iş... Basit bir sahne ile açıklayalım. Ödül töreni gecesi var ilk bölümde. Kırmızı halı serilmiş görkemli binanın merdivenlerine... Ünlüler geliyor, kısa bir demeç ve poz veriyor, ardından yapıya giriyorlar. Basının yerleşiminden, konukların kadraja girişine değin televizyon mantığından adım adım, açı açı esinlenmiş bir sahne izliyoruz. Platform neden televizyonun diliyle konuşuyor burada? Elbette iletişim kurmak için! Konuştuğu seyirci henüz 150 dakikalık dizilerden sıkılmamış bir seyirci, tarife ihtiyaç duyan, o çok şikâyet ettiği on dakikalık bakışmalarda telefonuna dalıp giden bir seyirci. Yazısız sözsüz, imzanın gözlerle atıldığı, mührün uzun uzun vurulduğu ve üflendiği bir anlaşma. Televizyon dünyasında reformlardan bahsedemediğimiz gibi etki alanının da daralıyor görüntüsü altında genişlediğine, mecra mecra yayıldığına şahit oluyoruz. Bir yandan televizyon etkili-esintili işlerin platformlarda boy göstermesi hem süresi kısa, öyküsü tavsamayan işlerin seyirciye ulaşmasını sağlayabilir hem televizyondaki vahşi ortamın terapisi, alternatifi değil de ikamesi ile sağlanabilir. Bu imkâna da sevinmeliyiz belki!

DÜNYAYLA SİZİN ARANIZDA, NE EKSİK NE FAZLA

'Dünyayla Benim Aramda' sevilen genç oyuncuların hatırına izlenecek, sevilerek takip edilecektir. Şüphesiz! Zaten bu koşulların yerine getirilmesi dahi öykünün gide gele eskitilmiş bir toprak yolda ilerlediğine, neyi amaçlayıp neyi önemsediğine de kanıt sayılabilir. Bir televizyon öyküsünü televizyon estetiğiyle, teknik açıdan bir tık iyileştirerek aktaran dizide oyunculukların kendi yolunu bulacağını, sınırların zorlanmayacağını öngörüyoruz. Bununla birlikte, görünmezler görünür olacak, görünürler didişecek, çok görünürler ise başlarını jakuzilerde suya gömecek ve etrafa köpükler sıçratacak. Zenginler fakirleri parmağında oynatacak, sonra tam tersi olacak. Bu esnada ritmi pır pır eden, seyirciyi havaya sokan "kırılma" müzikleri çalacak. Ne eksik ne fazla; sizin aranızda olacak, sizin aranızda kalacak. Biz mi? Biz bakmıyoruz, hadi!