Dünyada bir geç vakitte: Kumkapı
Kumkapı… Bir başka zamandan geriye kalan… Eski bir kayıttan dinledik paslı sesini. Sabaha karşı, zorunlu bir gökgürültüsü dolaştı. Ekmek ve şarap, masada unutuldu. Sinağrit yüklü tekne kıyıya yanaşmadan, uzaklaştı.
Kumkapı hatırlamaktır. Bunun kış akşamlarının birinde, karanlık denize bakarak söylenmiş bir söz olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de Kumkapılıların öne sürdükleri şey de bir yanılsamadır. Düşünüzde olsun bir Bizans dehlizine inmediğinizi hatırladım. Biteviye sıkıntısıyla, istasyonun kimliği belirsizliğiyle, yasaların tenha yerlerde anlamsızlaşmasıyla buraları sağduyudan yoksun bulduğunuzu biliyorum. Kumkapı’nın müfredat programlarında yeri yoktur. Ulusal kutlamalar için ideal mekân da sayılmaz. Usulca gelip gidenlerinin yarattığı yeni sınırlar, kendini saklar. O sınırlarda an yoktur. Geçmiş ya da gelecek vardır. Kumkapı gerçeklikten başka bir şeydir artık.
Meydanı, kalafat yeri duruyor mu; akıntılar sürüyor mu bakmak gerekir. İster istemez Garbis Setoğlu’nu hatırlıyorum. Sessiz sandalı, devşirilmiş evi tarihin içinde mi hâlâ, sık sık yoklar. Annesizliğinde bile sahip çıkmış Kumkapısı, onun yaslı başkaldırısıdır. Bu hakikati bilmek için Kumkapı’yı dinlemek gerekir. Sokağa karışmış onca sesten, Garbis’in, Garbislerin sesini ayırmaya çalışacağım.

ANNE GÖLGESİNDE: BOĞOSYAN VARVARYAN ERMENİ OKULU
Garbis için Kumkapı’yı hatırlamak, zamandan kopmuş çocukluğunu hatırlamakla aynı anlamı taşır. Bekleme salonsuz, resmi dairesiz, hava limansız, otoparksız… Henüz bozguna uğramamıştır. Donanmalar geçiyordur denizden: “1948 yılında Gedikpaşa’da doğdum, kundaktayken Kumkapı’ya geldim. Behram Çavuş Sokak ile Düzgün Sokak’ın kesiştiği yerde dedemin bir arsası vardı. Çocuk sahibi olacaklarını öğrenen mamam Nıverik ve babam Hayk, kira evinden kurtulmak gayesiyle, oraya bir ev yaptırmışlar. Halk arasında Balıkçılar Kilisesi denilen, Surp Harutyun Kilisesi’ne çok yakındık. Babam, Sirkeci’de Terzi Saffet’in yanında çalışır; annem de 50 kuruştan, yakasız iliksiz bir tür ceket olan salta dikerek, evin geçimine katkıda bulunurdu. Kayseri’nin Urumdigin Köyü’nden olan babam, 1915’te Halep’e kaçmış. İstanbul’a çok sonraları gelmiş. 20 Kur’a askerlik yapmış. 6-7 Eylül pogromunda üç çocuklu aile babasıymış.
Mamam da babam da neredeyse her türlü çileyi çekmiş insanlar. Yine de ben onları gülen yüzleri ile hatırlıyorum. Bizim sokak yaz kış balık kokardı. İnsanı, evi hatta kilisesi bile! Kumkapılı balıkçıların yüzyıllardır bir geleneği vardır. Seferden dönünce dua ederler. 1855’te bölgenin balıkçıları bir kiliseleri olması için dönemin patriği Hagopos’tan ricada bulunmuşlar. Patrikiğin gayretleriyle sultan Abdülmecit’ten kilise yapmak için izin almayı başarmışlar. Alınan izin üzerine Kumkapı balıkçıları aynı yıl kendi maddi gayretleriyle bir kilise inşa etmişler. Eli hep Kumkapı’nın üstünde olan Artin(Harutyun) Amira Bezciyan’a bir teşekkür olarak onun adının yaşatılması için kiliseye Surp Harutyun adını vermişler”.
Harutyun Amira Bezciyan’ın Kumkapı’ya katkıları saymakla bitmez ama balıkçı çocukları için yaptırdığı okulla bugün bile Kumkapı’nın Ermeni balıkçılarının, o okuldan mezun olan öğrencilerin kalbinde ayrı bir yeri vardır. “Harutyun Amira Bezciyan’ın kayıkçısı Zakarya, Kumkapı’da balıkçılık yapan diğer Ermeniler gibi Kumkapı dışı diye adlandırılan surların dışındaki bölümde yaşarmış.
Amira’ya çocuklarının yakınlarda gideceği okullarının olmadığından bahsedince kayıkçının anlattıklarından etkilenmiş. Amira Bezciyan, bir gün yanına bir heyet ve Kayıkçı Zakarya’yı da alarak Kumkapı dışına ziyarete gelmiş. İki ahşap binayı satın alarak, okula dönüştürülmesini sağlamış. Okulumuz 1832 (1247) tarihinde Sultan II. Mahmut’tan alınan fermanla açılmış.
Okulun girişine altın harflerle Amira’nın annesinin ve babasının adlarına ithafen Boğosyan ve Varvaryan Okulu yazılmış. Dönemin Patriği de Amira’ya teşekkür niteliğinde bir ayin gerçekleştirmiş. Kilisemize de sadece Ermeni balıkçılar gelmezdi. Gemlikli Hayri ve Fikri Reisler de kendilerini Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları cemaatinden saydıkları için, doğal olarak onlarla uyum içindeydiler. Sefer öncesi, Küçük Deniz Sokağı’ndaki balıkçı evlerinden, kiliseye… Sefer sonrası, kiliseden Küçük Deniz Sokağı’na… Bu gelenek çok uzun yıllar devam etti”.
Kumkapı’da balıkçılar, denizden bol bereketli balık çıksın diye Tanrıya dua ederken, madenciler de kendi dinlerinde, topraktan altın çıksın diye dua ederler. “Kumkapı’nın altı Bizans dehlizi. Çocukluğum Bizans altını rivayetleri dinleyerek geçti. Madenciler gelir, kazar kazar… Taştan topraktan define çıkacağını düşünürlerdi. Şimdiye kadar bulanını duymadım. Definecilik ise devam ediyor.” Bir türlü uyuyamayan bu semtte, akşamın olduğu memuriyet hediyesi bir saatten anlaşılmaz. Kimse rüyasında belediye binası olsun, bir resmi daire görmez. Kumkapılı uykusunda soyluluk rivayetlerine suret arar. Sakın hafife almayın! Rüyasında olsun bir kez, Bizans altını ve balık akını görenle, görmeyen bir olmaz! Belki de, hepimiz -bir kez olsun- böylesi rüyalar görmüşüzdür… Uyanır uyanmaz üniforma ütülediğimiz için her şey dağılıp, unutulmuştur.
Kimbilir… Kumkapılılar ise, her şeyi, olduğu gibi, dupduru hatırlar: “Üç kardeşiz, Garbis, Varujan, Nahabed. Üçümüz de Boğosyan Varvaryan Okulu’nda okuduk. Küçük Deniz, Kumluk, Arapzade, Behram Çavuş, Düzgün sokakların çocukları beşinci sınıfa kadar genellikle Boğosyan Varvaryan Okulu’nda okur, sonrasında Bezciyan Ortaokulu’na kaydolurdu. Müdürümüz Digin Nıvart, Oryort Mari, Oryort Anahid, Digin Hayguhi, Baron Harutyun Çilingiryan o dönemlerin öğretmenlerinden.
Benim için ise, okul olmanın ötesinde anlamlar taşır. Annem Nıverik, küçük kardeşimin mezuniyet töreni için okula gelmişti. O yıllarda okulumuz tahta bina, oldukça eski… Yasalar bırakmıyor ki onaralım! Annemin başı döndü, merdivenlerden düştü. O esnada ayağına çivi batmış. Ne kendisi ne de etrafındakiler bu durumu önemsemediler. Annemi vakit kaybetmeden hastaneye gitmesi gerekirken, eve getirdiler. Kadıncağızın baş dönmesi başladı. Tam o sırada, kafasını demir sobaya çarptı. Nihayet, büyüklerim annemi hastaneye götürmeyi akıl ettiler. Apar topar Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’ne götürdük. Anneciğim orada sağlığına kavuşur sandık, olmadı. Durumu her gün daha da kötüye gitti. Bir gün komaya girdi. Bir buçuk ay sonra da vefat etti. Hastaneden aldığımız ölüm raporu ibretlikti! Annemin başına gelen, kimsenin başına gelmesin diye resmi makamlara bu raporu götürdük. Okulun onarılması, gerekirse yeniden yapılması için harcadığımız çabaya, bir de ölümle sonuçlanan korkunç kaza eklenmiş oldu. 1963-4 eğitim yılının sonunda nihayet okulun boşaltılmasına karar verildi. Öğrenciler Bezciyan Okulu’nun dernek binasında eğitimlerini sürdürdüler. Bir süre sonra okulu yıktılar. Bekliyoruz ki yerine yenisi yapılsın... Kimsenin ilgilendiği yok! Üç kere temel atıldı, iptal edildi. Okulun altı sarnıç diye iskan vermiyorlardı.
O dönem İstanbul Emniyeti’nin silahlarının da bakımını yapan, ‘Tüfekçi Simon’ adıyla maruf Simon Lüleciyan başkanlığında, Istepan Akçelyan, Vahe Ohanyan, Mıgır Demirkıran ve şimdi adlarını anımsamakta zorlandığım çok değerli isimlerden oluşan mütevelli heyetimizin bir kısmı Ankara’ya resmi makamlarla görüşmeye; bir kısmı da milletvekilimiz Mıgirdiç Şellefyan’ın evine, Yeşilköy’e gitti. Yeşilköy grubuna başıma gelen acı olaydan dolayı çocuk halimle ben de katıldım.
Sayın Şellefyan’la görüşebilmek için uzun uzun beklediğimizi hatırlıyorum. Meğer o gün yanında Süleyman Demirel varmış! İkisi çok yakın dosttu. Şellefyan 16.00 sularında evinden çıktı, Demirel’i uğurladıktan sonra bizleri kabul etti. Derdimizi olabildiğince açık anlattık. Çok yardımcı oldu. Onun vasıtasıyla Gülbenkyan fonundan hatırı sayılır bir bağış alındı. Cemaatimizin hayırseverleri de çok yardım ettiler. Nor Marmara Gazetesi bu olayı manşetten verdi. Hepimiz gazetemizin o sayısını yıllarca sakladık. Yeni okulumuz 1966 yılında, üç katlı, modern bir bina olarak Şınork Patrik Kalustyan’ın katıldığı bir merasimle açıldı. Hepimizin ne kadar mutlu olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez! Yeni binamızı okul arkadaşlarımızdan Hagop Akçelyan’ın dedesi Ğugas Kalfa yaptı. Biz çocuklar okulumuza kavuştuğumuz için çok mutluyduk. Çocuk halimizle hayırseverlerimize, sonra Ğugas Kalfa’ya minnet doluyduk. Hagop, haklı olarak dedesiyle çok övünürdü. Ğugas Kalfa da övünülmeyecek biri gibi değildi. Gedikpaşa yazlık kışlık Azak Sineması’nı da o yapmıştı”.

Okulun taş binasını inşa eden Ğugas Kalfa Akçelyan ve eşi Eliza Akçelyan
Kumkapı, 1960’lar - Hagop Akçelyan arşivinden
1960’lı yılların sonuna doğru, aynalı koridorun karşısına öğretmenler odası yeniden kurulur. Okul tahtasına yeni alınyazıları yazılır. Amira annesi Varvara hatırlanır da öksüz Garbis’in annesi hatırlanır mı? Taş binaya kavuşmanın bedeli biraz da Nıverik’in canı değil midir? Nıverik… “Hediye” demektir. Kastamonulu ailenin üç kızından biridir. Köylerinde herkes erkek çocuğu olsun diye dua ederken, Artin Haçaturyan Bey, Sirvart’ın, Surpik’in babası olmayı çok sever. 1915’te kızlarının üstünü bezle örtüp, kağnı arabasında saklar. O bezi de ölene kadar baş ucunda tutar.
Karısı Makruhi ve iki kızıyla birlikte sağ salim, Kastamonu’dan İstanbul’a ulaşmayı başardıklarında, Kumkapı’da yeni bir hayat kurarlar. Artin Bey, ailesinin geçimini sağlayabilmek için Langa’da, Rum Kilisesi’nin dükkanlarından birinde berberlik yapmaya başlar. Nıverik’in doğumunu, Tanrıdan bir hediye olarak kabul ettiği söylenir.

Garbis Setoğlu/ 29 Ocak 2025 , İstanbul
SABAHLARA KARŞI: MERAMETÇİ HAYGANUŞ, YEREVON REİS, ZAVEN REİS
Kumkapı’nın kadınları, on üç yaşında annesiz kalan Garbis’i ve küçük kardeşlerine kol kanat gererler. Çocukların yalnızlığını azaltmayı kendilerine görev bilirler. Üç öksüz çocuğa da güven duygusu verirler ki güven yaşamlarının dinamiği olur. Üç kardeş kendilerini hayata bırakmayı merametçi kadınların sevgisiyle öğrenir. Her gün aldığımız tekinsiz cevapları düşünün…
Sabahlarımız “bir emirle” düzenlenirken, gecelerimiz kara soluklarıyla konuşanların tortusuyla sürmedi mi? Ter içinde uyanırdık hani... Çocuk Garbis’in ise Zaven Reis’in, Yerevon Reis’in sesleriyle uyandığını bilmezdik bile: “Haydiiiiiii balığaaaaaa! “On dört yaşında, Zaven ve Yerevon Reisler ile birlikte balığa çıkardım. Reislerimizin çocuklarıyla mahalleden arkadaştık. Zaven Reis’in oğlu Kirkor, Yerevon Reis’in oğulları Karnik, Kalust…Hepsini severim. Arkadaşlarımın babaları, benimle çok iyi anlaşırlardı. Balıkçılığın inceliklerini onlardan öğrendim. Sinağrit ve kefalle ünlü Zaven Reis, herhangi bir denizde balık olup olmadığını, varsa hangi balık olduğunu kokudan anlardı. Sabaha karşı, balığa açılırız. Tekirdağ’a kadar gideriz. Denizin bembeyaz zamanları…Motorun tam önünde Zaven Reis oturur… Yerevon Reis’le ortaklar. Denizler aşıyoruz, ikisinde de çıt çıkmıyor. Tam bir sessizlikteyiz. Dargın olduklarından değil, balıkçılığın raconu buydu! Tekirdağ’a girer girmez balık akınıyla karşılaşırdık. Zaven Reis’in sesi o zaman duyulurdu: Tornistaaaaaan! Bunu duyan hiç kimse o balığı tutmaya yanaşamazdı. Yanına gidip yalvarırdık, bari üç beş tanesini alalım, derdik. Zaven Reis buna çok kızardı. Neymiş, Tekirdağ’a giren balık tuzlanırmış! Orada balık tutmak balıkçılığın şanından değilmiş. Asla almazdı! Lüfer Çanakkale’dense Kumkapılılar o balığın yüzüne bakmazdı. Kalamar dediğin beyaz ve toplu olur. Şimdiki gibi kimse sübye satıp, kalamar bu, diyemezdi. Bırak onları, günümüzde uskumru ile kolyozu bile ayırt edemiyorlar! En basitinden, uskumrunun kafası uzundur, kolyozun kısa. Renkleri, çizgileri farklıdır. Bunlara kimse dikkat etmiyor artık. Zaven Reis, henüz tutulmuş balığın yenmemesi gerektiğini söylerdi. Balıklar, ağ çekilirken kendini kasarmış. Bu da lezzetine yansırmış. Lakerda yapılacak toriğin ayaz yemesi lazımdı. Yemli balık makbul değildi, hamsi yiye yiye karnı şişmiş balıkta lezzet aranmazdı. Toriğin incesini seçmek gerekir. Sırrı, kulağına bastırınca su çıkmasıydı. Su yerine kan gelirse iyi değildir. Karides en iyi kokmuş işkembe ile yakalanır. Kepçenin altına işkembeyi koyacaksın, yakalayıp çekeceksin…”
Kumkapılılar gündelik denizin ötesinde, güneşini azar azar harcadıkları yeni bir deniz keşfetmiş gibilerdir. Boldur, bereketlidir…Kalafat Yeri’ndeki Haçik’in sabahçı kahvesinde fırtınalardan konuşulur. Yalnız erkeklerin değil, kadınların da avuçları kıpır kıpırdır. “Balıkçı reislerinin eşleri, yürekleri ağzında yaşarlardı. Lodos olduğu zamanlar, sokakta koşturan bir kadın görürseniz, kocası muhakkak balıkçıdır. Kadıncağız kocası sağ salim evine dönebilsin diye Balıkçılar Kilisesi’ne dua etmeye gidiyordur. Kilisemizin din adamı Vağarsak Papaz, hiçbirini bir gün olsun kırmamıştır. Kadınlar ne zaman isterlerse, kiliseyi onların ibadeti için açardı.
Reis eşleri, genellikle merametçilik yaparlardı. Dalgakıran’ın etrafı onların yeriydi. Sabah mahallenin bütün kadınlarını orada bulurdunuz. Bir yandan ağ örerler, bir yandan Kumkapı’nın bütün sorunlarını masaya yatırırlardı. Verjin ve Arşaluys hanımların sözü çok geçerdi. Hayganuş Hanım ise merametçilerin en kıdemlisiydi. Behram Çavuş Sokak’ta kiliseye ait cumbalı evlerden birinde yaşardı. Kimi kimsesi pek yoktu. Varı yoğu, oğlu Horoz Onnik’ti. Akşamları evine dönerken biz çocuklara çağanoz, yengeç ve simsiyah kanal karidesi getirirdi. Çıtır çıtır yerdik. Fram Reis’in kızı Hayganuş’un çinekop turşusu meşhurdu. Öylesini yememişsinizdir! Ben komşularımızla her zaman övünürüm. Her biri, kendi işinde çok iyiydi. Kumkapı’da balıkçılar, merametçiler kadar yazmacılar da meşhurdu. Arapzade Sokak, yazmacıların sokağıydı. Onlar için de sokaklardan at pisliği toplardık. Kumkapı yazmacıları boyayı kendileri elde ederdi. At pisliğini de alizar kırmızısı yapmak için kullanırlardı. Garo Avakyan arkadaşımın ailesi, meşhur yazmacılardandı”. Sanmayın ki çocuk Garbis sadece balıkları, fırtınaları, denizleri görmüş. 1955’in 6-7 Eylül’ünde altı yaşında bir çocuk olarak, Şekerci Yani’nin evinin penceresinden sokağa atıldığını, öldürüldüğünü de görmüş!”.

Boğosyan Varvaryan Okulu, Kumkapı 1955
Sol başta okul müdürü Oryort Nıvart,sağ başta mangabardez(anaokulu) öğretmeni Oryort Kristin. Oryort Nıvart’ın yanındaki kendinden emin çocuk Onno Tunç (Ohannes Tunçboyacıyan)
GÖKYÜZÜNE KUŞ BAKIŞI: ONNO TUNÇ
Çocukluktan delikanlılığa geçen Garbis’in beklentileri, gerçekliğin çelişkisine ilk defa çarpar. Yirmileri, bu çelişkiye yer bulmaya çalışarak geçer. Sınırı olmayan yokuşlarda, yüksek sesle konuşan delikanlılar olarak kaldırımların fiyakalı tarihine geçerler. Günleri karıştırırlar, yarını yadsırlar… “Gençlik yıllarımın en yakın arkadaşlarından biri de Onno (Ohannes) Tunç’tu. Boğosyan Varvaryan’da aynı sınıftaydık. Ablası Takuhi, sessiz kardeşi Arto da bir dönem Boğosyan’da okudular. Babası Setrak kunduracı, annesi Valantin, ev hanımıydı. Gedikpaşa Yokuşu’ndan çıkarken sağdan dördüncü ev, Onno’larındı. Okul çıkışları, evine beraber giderdik. Onno eline geçen her şeyle müzik aleti yapmaya çalışır, annesini çok kızdırırdı. Zavallı kadın, oğlunun ticaretle ilgilenmesini isterken, Onno’nun aklı fikri müzikteydi.
O günlerde Kapalıçarşı’da kendime bir iş bulmuştum. Valantin Mayrig (anne), Onno’ya da iş bulmamı rica etti. Cevahir Bedesteni’nde, çalıştığım dükkanın yanında, İstanbul’un meşhur antikacılarından Petro Kazancıoğlu’nun dükkanı (Numara 5-7) vardı. Bay Petro, namlı bir antikacıydı. Dükkanı Beykoz camları, Bohemya kristalleri, fağfur kaseler, ince porselenler, opaller, billurlar ve özellikle fanus avizeleri ile ünlüydü. Onno’yu burada işe başlatmak ne kadar doğruydu, bilemiyorum. İlk gün onun eline bir toz alma püskülü verdiler. Çok yanlış bir şey yaptılar! Onno, o püskülü baget olarak kullanmaya başlamıştı. Tam toz alacak, dalıyor…
Dımtıısssstıısssdımmmtısss….. O nadide, eşi benzeri olmayan fanuslara vura vura, ritm tutuyor. Dolayısıyla her gün dükkanda bir şey kırılıyor. Onno’yu uyarmaya çalışıyorum ama nafile! Ya Garbis bozmasana, güzel bir şey çıkardım, diyor. Bay Petro’nun gelmesine yakın, nefes nefese kırılan camları temizleyip, ortalığa çeki düzen veriyorduk. Günler böyle geçiyordu. Kısa süre sonra Bay Petro tarafından durum anlaşıldı. Sinirlenir, azarlar, bağırır diye bekledik. O gitti Onno’ya gitar almasını için para verdi! Bu çocuk belli ki iyi bir müzisyen olacak. Burada tutmak onu hapsetmektir, dedi. O parayla Beyoğlu’na çıktık. Grundig Mağazası’ndan Onno’ya ilk gitarını aldık. O güne kadar elden düşme, ortadan çatlak bir İspanyol gitarı paylaşıyorduk. Hatta ben işi fazla ciddiye almış, o gitarla Şehzadebaşı’nda gitar dersi verildiğini duyup, yevmiyemle kursa gitmeye başladım. Nota öğrenmek istiyordum. Onno’yu da sürükledim. Bir iki geldi, sıkıldı bıraktı. Yine de kurstaki herkesten, -hoca dahil- daha iyi çalıyordu. Büyük sevinçle Onno’nun yeni gitarını aldık, Kumkapı Dalgakıran’a geldik. Gece yarısına kadar çalıp, söyledik. O Dalgakıran, sonraları pek çok bestesine de ilham vermiştir. O akşam bir grup kurmaya karar verdik. Ben, Onno, Levon ve Arman gitar, Nazaret bateri çalacak! Grubun adını da Dostlar koyduk. Fitaş Sineması’nda düzenlenen Altın Mikrofon Yarışması’na katılmayı çok istiyorduk. Artık yeni bir gitarımız olduğuna göre, katılmak icap ederdi. Katıldık. Beybonlar kazandı. Biz kazanamadık! Onno, ‘Oğlum üzülmeyin ya! Onlardaki aletler bizde olsa, ohooooo!’ dedi. Bize Onno’nun bu sözü yeterdi. Hiç üzülmedik. Pangaltı Tan Sineması’nda sahneye çıkmaya başladık.
Bizim amatör arkadaş grubunu dinlemeye gelenler arasında İlham Gencer bile vardı. İlham Bey, Onno’yu sahnede izledikten sonra, onunla görüşmek istedi. Onno, sonraki yıllarda İlham Gencer’in Çatı Bar’ında çaldı. Çatı, lüks mekan! Dam kavalye mekan! Bizde ne para var ne de kız arkadaş… Gidip de dinleyemedik ama Onno’yla her zaman gurur duyduk. Bunca zaman sonra, Onno’nun adı geçtiğinde gözlerim dolar”.
Hayatın kahramanları krallar, başkanlar, generaller değil, küçük insanlardır. İmparatorluğun görkemli amiralar zamanını da evsiz barksız kalmış çocukları da kendi halinde, büyüklük iddiası olmayan bir Kumkapılı’dan dinlersiniz. Tarihin hayat boyutu da böyle oluşur. Kumkapı böyledir, Samatya böyledir, Langa böyledir…Makam sahibi, seçilmiş insanların çoğu zaman buralara ne çok zarar verdiğini düşünüyorum. Garbislerin, Armenak ve Armenuhilerin, Boğosyan Varvaryan Okulu’nun varaklı, neonlu bir otele dönüştürülmesinden utanç duyuyorum. Otelin koridorunda paspas, kova ve Mangabardez (anaokulu) öğretmeni Meline’nin piyanosunu yan yana görünce, ürperiyorum. Suçluyorum! Boğosyan Varvaryan Okulu, 1980-1981 yılına kadar eğitim öğretime devam etti. Bir süre sonra maddi sıkıntılardan dolayı, Patrikhane tarafından okulun kapatılmasına karar verildi. Okul binası kısa bir dönem mezunlar derneği olarak hizmet verdi. Sonra otel! Derken hiç!
Kumkapı…Bir başka zamandan geriye kalan… Eski bir kayıttan dinledik paslı sesini. Sabaha karşı, zorunlu bir gökgürültüsü dolaştı. Ekmek ve şarap, masada unutuldu. Sinağrit yüklü tekne kıyıya yanaşmadan, uzaklaştı.
Not: Bu yazıyı yazarken desteklerini esirgemeyen Kumkapılılar Hagop Akçelyan’a, Arto Karatepe’ye, Karnik Akdülgeryan’a, sevgili arkadaşım Hanriet Basoğlu’na teşekkürü borç bilirim. Ve Margrit Sahakyan… Sayenizde!