'Göçler dünya politikasını değiştirmeye devam edecek'

'Sadece Türkiye'de değil bir kere Dünya'nın her yerinde ciddi bir sorun var. Öncelikle söylemlerde bir sorun var. Çünkü mültecileri mülteci olarak görmekten ziyade bir kriz hareketleri olarak görme eğilimi var. Mesela Almanya'da herkes "göçmen krizi" kavramını kullanıyor'

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye'de Suriyelilere yönelik son dönemde artan ırkçı saldırıları, Almanya'da ve Avrupa'da göçmenlerin maruz ksldıkları bireysel ve kurumsal ırkçılığı, sağ popülizmin yükselişini, küresel göçü, mülteci olgusunu ve bunun çevresinde değişen dünya politikasını Siyaset ve Siyaset ve Sosyal Bilimci Prof. Dr. Kemal Bozay ile konuştuk.

İstanbul İkitelli'de bir kız çocuğuna yapılan cinsel taciz olayında Suriyelilerin hedef gösterilmesi sonucu onlara yönelik ciddi saldırılar yapıldı. Görgü tanıkları ifadelerinde neredeyse Solingen'deki gibi insanların evleri yakılacaktı gibi cümleler kurdular. Bu durumda Almanya'da yaşanan ırkçılıkla Türkiye'de yaşanan ırkçılık arasında bir bağ kurulabilir mi? Daha doğrusu küresel anlamda yükselen ırkçılık her yerde aynı özellikleri mi gösteriyor?

Sorunun değişik boyutları var. Irkçılık ulusal, sadece Türkiye'nin veya Almanya'nın sorunu değil. Irkçılık küresel bir sorun. Dünyanın her tarafında değişik biçimleri var. Örnekler, hedef grupları değişse bile özne aynı. İnsanları dışlama, ayrımcılık yaratma, bunun üzerinden politik gündemler yaratarak insanları karşı karşıya getirme gibi olgular ırkçılığın neticede en radikal boyutlarını ve sonuçlarını doğuruyor. Bunun içerisinde yan faktörler de var. Aşırı ırkçılığın yol açtığı örgütlenmeler, yapılanmalar gibi. Bir tarafta da ırkçılığın yarattığı aşırı milliyetçilik gibi bir olguda şekilleniyor. Çünkü ırkçılık olgusunun içerisinde sadece biyolojik

ögeler değil kültürel ögeler de öne çıkıyor. Son yıllarda orada bir değişim görüyoruz. Eskiden ırkçılık sadece biyolojik ögelerle açıklanmaya çalışılıyordu ama küresel sürecin dönüşümünden sonra ırkçılığın çok daha geniş bir yelpazede kültürel ögeleri, din motifini ve birçok farklı motifi de beraberinde getiren bir düşünce olduğunda görmek mümkün.

'Avrupa'daki göç politikası da tamamen mültecileri geri gönderme perspektifiyle birlikte işliyor'

Mülteci akımıyla politika nasıl değişti?

Sadece Türkiye'de değil bir kere Dünya'nın her yerinde ciddi bir sorun var. Öncelikle söylemlerde bir sorun var. Çünkü mültecileri mülteci olarak görmekten ziyade bir kriz hareketleri olarak görme eğilimi var. Mesela Almanya'da herkes "göçmen krizi" kavramını kullanıyor. Bu kavram politik gündemden tutalım da medyaya kadar yansıyan bir kavram. Dolayısıyla otomatikman mültecilik olgusu gündeme geldiğinde bir krizle bütünleştiriliyor. Bilinçli vaya bilinçsiz toplum içerisinde bir kriz fenomeniyle bütünleşmesi gündemde. Almanya'da ciddi bir tarzda 'Willkommenskultur' dediğimiz kabullenme kültürü dışında mültecilere karşı ciddi bir hareketlenmeyi doğuran bir gerçeklik var. Bunun içerisinde de kültürel değerler öne çıkıyor. Misal Almanya'daki dönüm noktası 2015'i 2016'ya bağlayan yılbaşı gecesi kadınlara yapılan taciz öne çıktı. Bu taciz olgusu küçük bir hdef grubundan yola çıkarak bütün bir mülteci kesime empoze edilen bir durumu ifade etti. Bu da ciddi biçimde sağ popülist ve ırkçı hareketler için bir gündem oluşturdu. Bu gündem yeni bir örgütlenmeyi de gündeme getirdi. AfD (Almanya için Alternatif partisi) bu kadar yaygın değilken bu olgudan sonra çok ciddi bir ivme kazandı. AfD dışında birçok küçük radikal örgütlenmeler toplum içerisinde daha da güç kazanabildi. Bu gerçeklik Avrupa'nın birçok ülkesinde var. Çünkü mülteci hareketleri Avrupa'da hem yeni milliyetçi, şoven hem de sağ popülist hareketlerin hepsine güç kazandırdı. Mültecilik, göç ve İslam meselelerinin bu hareketlerin güçlenmesinde ön plana çıktığını söylemek mümkün. AfD'nin çıkışında ekonomik olgular çok öndeydi ama mülteci konusunu gündeme getirmesiyle daha çok oy kazandı.

Türkiye boyutuna baktığımızda asıl ciddi sorun bir göç politikasının olmaması. Türkiye 2013 kriziyle kapılarını direk açtı. Hatta o zaman Erdoğan "Suriye benim iç meselemdir" demişti. Arap Baharı'ndan sonra şekillenen hareketlere ev sahipliği yapmak üzere kendisini komşu ülke olarak çok öne çıkardı. Ama Türkiye'nin göçmeni, mülteciyi tanımlayan bir politikası yok. Onları topluma dahil eden, onları toplum içerisinde değişik konumlarla bütünleştiren hiçbir girişim olmadı. Bu politikasızlık toplum içerisinde bir kızışmayı da doğurdu. Toplumu aydınlatma, mültecilik hakkının insan hakkı olduğu söylemekten öte toplum içerisinde değişik yargılarının şekillenmesinde bir kırılma noktası gündemde.

Almanya ve Türkiye arasında mültecilere bakışta bir benzerlik var mı?

Var, iki ülkede de milliyetçiliğin şekillenmesinde kutuplaşmalar söz konusu. Ancak Avrupa'da biraz daha farklı bir kutuplaşma var. Sağ popülist hareketler yeni bir güç kazandı. Türkiye'de AKP'nin ya da MHP'nin söylemlerinde Suriyelilere dönük önyargı sadece milliyetçi hareketlere değil başka siyasi kesimlere de yansıdı. Örneğin sosyal demokratik hareket iddiasında olan CHP içerisinde de seçim sürecinde Suriyelilere dönük önyargı önemli bir konuydu. Toplumun, devletin göçmenlerle ilgili bakış açısında bir eleştiri yapılmadı. Burada bir kutuplaşma var ve bence bu kutuplaşma mültecilere dönük çözümsel bir göç politikasının olmadığı bir yerde. Bu çözümsüzlük daha da artarak devam edecek. Çünkü onları toplumla bütünleştiren, onların eğitimini sağlayan, onlara Türkiye'nin gelişmesi konusunda kendilerine bir yer edinmelerini sağlayan bir adım atılmadı.

Ama Avrupa'da bir göç politikası var.

Evet var ama Avrupa'daki göç politikası da tamamen mültecileri geri gönderme perspektifiyle birlikte işliyor. 2015'den sonra şekillenen göç hareketlerine baktığımızda 7 tane yasal düzenleme oldu. Dublin 2 ve Dublin 3 anlaşmaları Avrupa boyutunda mültecileri bir süre barındırıp sonra geriye gönderme eğilimini gündeme getirdi.

Avrupa'da yaşanan ırkçılık olgusu içerisinde sizinde az önce saydığınız üç öge arasında yer alan din faktörü, İslam veya Yahudilik ön plana çıkıyor. Avrupa'da hem ırk hem de din bağlamında iki kere ayrımcılığa uğruyor. Oysa Türkiye ve Suriye kültürel olarak birbirine çok da uzak olan iki ülke değil. Ayrıca her iki toplumda da çoğunluk aynı dine mensup. Din faktörü ırkçı olgu içerisinde çok da önemli bir faktör değil mi?

Din faktörü sadece politik bir ayrım noktasında öne çıkıyor. Suriyelilerin göç hareketleri içerisinde AKP'nin izlediği göçmenleri kabul etme stratejisinde onlar da bizim gibi müslümanlar eğilimi başta vardı. Ama günlük yaşam içerisinde şekillenen şiddet ve ayrımcılık, gerginlik, kışkırtmalar da başka faktörler öne çıkıyor. Din faktöründen öte "ben önce oradaydım onlar sonra geldiler" var. Sosyolog Norbert Elias'ın bu konuda bir tezi vardır: Önce ben burada oturdum onlar benim sistemime ayak uydursun eğilimi. Mesela buradaki göçmenlerde de mültecilere yönelik ön yargılar olduğunu görüyorum. Değişik uluslardan göçmenlerin yoğun yaşadıkları yerlerde sorun Almanlarla göçmenler arasında değil. Birbirleri arasında ciddi sorunlar gündeme geliyor. Burada din olgusu çok öne çıkmıyor. Burada daha çok kendi stabile olmuş haklarını koruma mücadelesi var. O da başkalarını dışa atmakla,ezmekle mümkün. Neoliberal stratejiler boyutuyla baktığımızda birilerinin ezilmesi üzerine şekillenen kendini meşrulaştırma var. Bizler mülteci kamplarını da gezerek sahada sosyolojik araştırmalar yaptığımızda değişik söylemlerle karşılaştık. O yargılar içerisinde birinci kuşak göçmenler döneminde Almanların göçmenlere karşı dile getirdiklerini içeriyor. Mesela, "onlar hep çöpünü dışarıya atıyor" söylemi. Bunu yıllarca Alman komşumuz benim babama söylerdi. Mesela bir başka örnek: Sizin çok misafiriniz var, çok gürültü yapıyorsunuz. Bunu Almanlar bize derlerken şimdi birden bire bizim birinci veya ikinci kuşaktakilerimiz göçmenlere söylemeye başladı. Dolayısıyla din olgusu sadece sağ popülist veya faşizan örgütlenmelerin propaganda aracı olarak gündemde. Türkiye boyutuyla baktığımızda orada politik bir düzenleme, topluma dahil etme perspektifi de yok. Burada dualist bir biçimde de olsa bir perspektif var.

Buradaki düzenleme nasıl?

Burada Irak ve Suriye'den geliyorsan 3 yıl kalma hakkın, Almanca öğrenme hakkın, iş arama-bulma hakkın var.

Diğer ülkelerden gelenler için durum nasıl?

Afganistan'dan veya başka ülkelerden gelenlere az önce söylediğim hiç bir hakkı tanımıyorlar. Burada da mülteci grupları içerisinde bir kategorize etme olgusu gündeme geliyor. Ayrımcılığa uğrayan gruplar içerisinde de yeniden iki kat veya üç kat daha fazla ayrımcılığa uğrayan gruplar söz konusu.

Bir de Avrupa'ya gelmeyi başaramayan farklı ülkelerde kötü koşullarda kamplarda tutulanlar, Akdeniz'de ölenler, Avrupa'ya geçemesinler diye Türkiye'de yapılan anlaşma dahilinde orada kalmak durumunda bırakılanlar var.

Bence bu konuya bu nedenle insan hakları boyutuyla bakmak lazım. Mültecilik hakkı insan hakkıdır. Yüzbinlerce Alman da II. Dünya Savaşı sırasında farklı ülkelere kaçtılar. Hatta Türkiye'ye giden Alman bilim insanları vardı. Büyük bir potansiyel de oluşturdular. 12 Eylül ve sonrasında Türkiye'den de kaçanlar oldu. Dünyanın neresinde olursa olsun savaşların, baskı rejimlerinin olduğu yerde her zaman mülteci akımları oluyor. Afrika ülkelerinden gelen mülteci akınında farklı bir problem var. Mülteci tanımı onların gelişini mülteci hareketi içerisinde modern olmadığı için içermiyor. Onlar doğal afetler nedeniyle kaçıyorlar diyelim ki, onlar da mültecidir ama BM'in 51 sözleşmesi mültecilik kavramında o doğal afetleri mültecilik gerekçesi olarak değerlendirmemiş. Dolayısıyla mültecilik olgusu hakkı insani bir haktır olgusu etrafında baktığımızda, bir insanlık değerini koruma ve onun bilinciyle hareket etme eğilimi taşımalıyız. Bu Türkiye'de bilince taşınmış bir olgu değil. Bu ne eğitim içerisinde yer alıyor ne sosyoloji kurumlarının değerlendirmesi içerisinde yer alıyor. Sadece kapılar açılıyor, politik istemler öne çıkıyor. Bu elbette bir çok ülke için geçerli. Avrupa açısından da önemli. En azından dünyadaki konjönktürel gelişmeler içerisinde kendisinin ekonomik çıkarlarını gözetmesi açısından.

Türkiye'de göçmenlerin toplum içerisinde uğradığı ayrımcılığın başında ekonomik nedenler geliyor. Niteliksiz ucuz iş gücü olarak iş buluyorlar. O alanda çalışan diğer gruplarla bu konu aralarında gerginliklere sebep oluyor. Almanya'da durum nasıl?

Göçmenlere yönelik öfkenin ve ayrımcılığın kaynağında Türkiye'de bir sosyal devlet olgusunun olmayışı ciddi sorun. Ancak Almanya'da da göçmenler ucuz iş gücü ve bu burada da ciddi bir soruna dönüştü. Burada ucuz iş gücü sektörü şekillendi. Bir iş olduğunda önce bu iş bir Almana verilebilir mi diye sorulur, Alman yapamıyorsa AB vatandaşına sıra gelir, o da olmuyorsa üçüncü ülkelerden gelen birine verilebilir mi diye bakılır. En son kategoride mülteciler gelir. Dolayısıyla mültecinin o işi yapabilmesi için sadece özel bir yeteneği olması lazım. Bunu da iş sektöründe kullanan şirketler var. Onlar da bu durumdan nemalanıyor. Mesela hastanelerde bile tıp okuyan bir mülteciler, direkt doktorluk yapamayıp çok ucuza stajyer olarak çalışıyorlar. Burada yeni bir sömürü sistemi de oluşmuş. Bu Türkiye'de de böyle.

Almanya bu süreçte vatandaşlık yasasında reform yaptı. Bu da göçmenlik meselesi içerisinde çok tartışıldı ve tartışılıyor. Yasaya "Alman yaşam tarzının benimsenmesi" gibi bir cümle eklendi. Ne demek tam olarak bu nasıl kullanılacak vatandaş olmak isteyenlere karşı?

Almanya kendisini bir göç ülkesi olarak tanımlamıyor. Muhafazakar gruplar, yapılanmalar uzun yıllar göç ülkesi olmamaya direndiler. Bu direniş 2000'li yılların ortasına kadar ciddi çatışmalara yol açtı. Toplumda oluşan kutuplaşma başka bir model doğurdu. Kanbağı denilen yasa kaldırılmadı ama hafifletildi. Önceden Alman vatandaşı olman için Alman kanbağı olması gerekiyordu. Mesela beşinci kuşaktan gelen Beyaz Rus Alman olduğunu ıspatladığında daha kolay Alman olabiliyordu. Kohl hükümetinin gitmesinin ardından göçmenlerin kalıcı olduğu, onların bu topluma dahil edilmesi gerektiği noktasında tartışmalar olunca bu tartışmalar içerisinde sermaye de önemli bir tartışma gündeme getirdi. Bu tartışmaların paralelinde küreselleşme olgusu ortaya çıktı. Sermaye de "uluslararası alana girmek istiyorsak göçe açık olmamız lazım" dedi. Politika ile sermaye arasında bu tartışma devam ederken en son demografi tartışmalarıyla beraber muhafazakar kesim geri adım attı. Alman toplumu yaşlanıyor, Alman toplumu renklileşiyor gibi söylemler oldu.

Verilen yeni istatistiklere göre önümüzdeki 15 yıl içerisinde sokakta gördüğümüz her iki gençten birinin arkasında göçmenlik hikayesi olacak. Alman muhafazakarlar bizim güvencemizi, emekliliğimizi, sağlık koşullarımızı güvence altına alçak bir model şekilenmesi lazım dediler. Bu nedenle muhafazakar cephe son yıllarda göç konusunda açıldı ama bu göçmenlere bütün haklarını eşit temelde verme eğilimini doğurmadı. Göçmenleri değişik kriterlerle dahil etmeyi beraberinde getirdi. Bu kriterler dönem dönem değişiyor. Önceden Almanca bilmek yeterliydi, daha sonra yasaya oturtuldu. Hem orta düzeyde Almanca sertifikası hem de entegrasyon kursunu bitirme ve entegrasyon sınavı konuldu. Almanya göçe açık oldu ama kriterler daha da ağırlaştırıldı. Bu süreç çifte vatandaşlığın kaldırılmasıyla başladı. Öyle ki kimi ailelerde bazıları Alman vatandaşı olabildi bazıları olamadı, böyle de absürd durumlar oluştu. Şimdi de yeni mülteci akımı ile başka bir korku oluştu. Şimdiki göç politikası bir sosyoloğun kullandığı tabir "ahlaki panik" yaratılarak bunun üzerinden de yeni ayrımcılıklar getiren yeni yasal düzenlemeler yapılıyor.

Bir taraftan da bu kriterler ağırlaştıkça göçmenler arasında "en iyi Almanca konuşan göçmen benim", "iş buldum en uyumlu göçmen benim", "en seçilmiş, en elit göçmen benim" gibi bir ayrışmaya da sebep olmuyor mu? Bu yasalar Alman vatandaşı olmayı ayrıcalıklı bir hale getirirken siz de bu vatandaşlığı elde edince en ayrıcalıklı göçmen oluyorsunuz.

Evet çok yaygın. 90'lı yıllarda bu tartışmaların sonunda şöyle bir söylem gündeme geldi: Bize faydalı olan yabancılar olmayanlar. Daha sonra göçmen yasası yapılınca entegrasyon isteyenlerle, istemeyenler arasında bir ayrım bile gündeme geldi. Göç içerisinde de iyi göçmen kötü göçmen ayrımcılığı oldu. SPD'li politikacı Thilo Sarrazin'in iki kitabı çıktı bu konuyla ilgili. 'Deutschland Schaft sich ab' (Almanya kendi kendini yok ediyor). Kitapta iyi göçmene Avrupalı göçmen tarifi yaptı. Kötü göçmene de Afrika, Arap ülkelerinden gelenlerle Türkiyelileri koydu mesela. Bunu toplumun politik elitlerinde de görmek mümkün. Kötü göçmenler arasında Avrupalı olmayanların sayıldığını görmek mümkün. Bir de ekonomik çıkarlar da öne çıkıyor. Biz hep bireysel, günlük yaşamda karşılaşılan ırkçılıktan söz ediyoruz ama bir de ırkçılığın kurumsal boyutu var. Yasal düzenlemelerde mültecilere ve göçmenlere aynı hakları tanımayan ırkçılık da var. Bazı yasalar içerisinde göçmenlerin yapamayacağı şeyler var. Göçmen kamplarında yaptığımız görüşmelerde gördük ki sekiz-on aydır kampta kalan çocuklar okula gidememişler. Bu okul eğitim yasasına aykırı bir durum normalde. Bu öylesine bir mesele değil orada ciddi bir kurumsal bir ırkçılık. Okullara başvurulmuşlar okullar kapasitemiz yok deyince kapatmışlar konuyu. Bir çaba sarf edip onu değiştirme noktasında bir uğraş yok. Göçmenlerin yoğun olduğu okullarda şekillenen kurumsal ırkçılık başka, polis kurumlarında göçmenlerin uğradıkları ayrımcılıklar başka. Bunların hepsi kurumsal yapılanmanın içinde şekillenen ayrımcılıklar. Bu boyutu da görmek lazım. Irkçılık ve ayrımcılıkta toplumsal kurumların burada politik zeminde oynadıkları rolü büyük ve gözardı etmemek gerekiyor. Bireysel ırkçılıkla kurumsal ırkçılığın birbiriyle diyalektik bir bağı var onu birbirinden koparamazsınız.

Bireysel ırkçıklık, kurumsal ırkçılığın iç içe geçmişliğinin geldiği son noktayı Kassel Eyaleti bölge valisi Walter Lübcke cinayetinde diye daha net bir şekilde görüyoruz. CDU'lu muhafzakar bir politikacı bile artık göçmen politikalarını savunduğu için ırkçı saldırı hedefi olabiliyor.

Biz bunu NSU cinayetlerinde gördük. Bu olayda NSU'ya bağlandı. NSU yaklaşık 11 yıl insanları öldürdü. İki kere bombalama eylemi yaptı. 2011'de NSU realitesinin ortaya çıkması toplumda bir şok yarattı. Merkel 2012'de bu sorunu tamamen şeffaf bir tarzda aydınlığa kavuşturacağını söyledi. NSU olgusu çözülmedi. Münih davası bitti. Davanın hukuksal boyutu sadece üç kişi üzerine oturdu. Yargılanan 6 kişiydi 3'ü ana sanıktı. 3'ü de onlara sözde destek olanlardı. Hukuksal boyutu ele alındı politik boyutu kapatıldı. Araştırma komisyonları hem eyalet hem federal parlamentoda çok çaba sarf ettiler. Bir soruya cevap geliyor o cevap yüz soru daha ortaya çıkıyor. Burada polis aygıtında ve devletin istihbarat servisinde gerçekten kurumsal ırkçılığı güçlendiren bir yapılanma var. Bu yapılanmayı da Almanya çözemedi.

Lübcke cinayetinden sonra, ucu sonuçta hükümete dokundu, bu konuda bir gelişme olabilir mi?

Adam CDU'lu olmasına rağmen CDU cephesinde toplumsal bazda çok fazla bir hareketlilik gözlemlemek henüz mümkün değil. Bekliyoruz sorun yaklaşım boyutunda bir değişiklik olacak mı? Mesela NSU davasında polis memuru Michèle Kiesewetter'in öldürülmesi sonrasında NSU olayının daha da ciddiye alınmasına neden oldu. Vali cinayeti de bunu yeniden tartışmak için bir olanak doğurdu.

Benim dikkatimi çeken başka bir konu var. Osmanen Germania Türk milliyetçi çete yapılanması meselesi. geçtiğimiz yılın en sıcak konularından biriydi. Bir anda onların da konusu kapandı. AKP ile ilişkileri olduğu iddia ediliyordu. Bunun dışında 6000 Türk istihbaratçısından bahsediliyordu o konuda kapandı. Ne oldu bu insnalar bir anda tehlike olmaktan çıktılar mı?

Bu konular bitmedi. Göç toplumund yaşıyoruz. Göç toplumunda sorunlara ve sonuçlarına sadece Almanya veya Almanlar oyutuyla bakmak mümkün değil. Toplum bir bütündür ve onun içindeki bütün hareketlenmeler, bütün olgular, çelişkiler, bütün siyasal sosyal gelişmeler toplumu büütn olarak ilgilendirir. Son yıllarda islami boyutuyla tehlikeli gruplar değil, farklı milliyetçi gruplar da oluştu. Gençlik içerisinde radikalleşen gruplar var. Osmanen Germania onun sadece bir örneğiydi, onlarcası var. Göç toplumunda birinci kuşağın rolü farklıydı yeni kuşakalrın rolü çok daha farklı. Birinci kuşak biz misafiriz gözüyle bakıyorlardı konulara ama yeni kuşaklar artık misafir değiller onlar bu toplumun bütünü. Doalyısıyla onların bu toplumda tepkisi çok daha radikal olabilir. Uysal değiller ve onlar Almanca bilmeyen kesimde değiller hep sussunlar. Bu nedenle bu gündem bitmedi. Bunu Almanya da biliyor. Federal siyasal eğitim merkezinde veya buna benzer kurumlarda programlar yapılıyor. Çünkü burada gelecek yıllarda daha farklı hareketlenmelerinde olacağını düşünüyorlar. Bu konu dönem dönem ivmeler kazanacak diye düşünüyorum. Osmanen Germania yasaklandı diye ortadan kalkmadı ki. Neticede bu yapılanmalardaki insanlar değişik ideolojik gruplardan gelen insanlardı bu boyutu da görmek lazım. Bu insanlar değişik yapılanmalar içerisine yine girecek. Selefiler de yasaklandı ama bütün devlet raporları onlara katılımın ve ilginin iki kat arttığını gösteriyor.

Göç konusu uzun süre daha gündemimizde kalacak farklı boyut ve sonuçlarıyla anlaşılan.

Bu konu dünyanın her yerinde en önemli gündem konusu. Her yerde de popülist, faşizan hareketler onun karşısına engeller koymaya çalışıyor. ABD'de Trump'ın Meksikalı göçmenlere dönük politikası, Almanya'nın mülteci politikası gibi. Almanya'nın politikasında bir dönüşüm de oldu. Önce kapıları açalım onlar da insan denirken, yılbaı gecesi yaşananlardan sonra bir gecede bu değişti. İşin ilginç olanı yasalarda hazırdı hemen iki haftada Almanya gibi yasa yapmanın zor olduğu bir yerde bütün yasal düzenlemeler yapıldı. Bu Almanya için bir rekor.

Siz bu konuları hem global düzlemde hem de Almanya içinde çok detaylı olarak biliyorsunuz. Ne bekliyor bizleri ileride. Irkçılık, sağ popülizm daha da yükselir mi yoksa bunlara karşı gülü bir cephe oluşur mu?

Bizi kolay günler beklemiyor. CSU'nun eski başkaı Franz Joseph Strauß CSU'nun sağında bir parti yoktur derdi. Şimdi ama CSU'nun sağında da partiler şekillendi. CSU bütün sağ popülistleri de barındıran bir parti değil ondan daha da radikal hareketlenmeler söz konusu. Artık politik elitler onlara karşı söylem geliştiremiyorlar onların çektiği zemin üzerinde tartışıyorlar. Herkesi sorunun çözülmek istenmesinden dolayı o popülizmin içerisine dahil ediyor. Sol içerisinde de birden bire sol popülizm çıkıyor. Oskar Lafontaine Sol Parti politikacısı Alman işçi sınıfını unuttuk göçmenlerle uğraştık diyebiliyor. Orada ideolojik anlamda bir ikilem de yaratılıyor. Bir başka boyutu da işin üniversite hocası olarak da fark ediyorum. Son yıllarda gençlik içerisinde yeni politik hareketler şekillenmeye başladı. Çevre hareketi kabul edelim veya etmeyelim önemli oldu. Bunu son seçimlerde de gördük. Kaptan Rakete'ye destek hareketi, parlamento dışında yeni gençlik hareketleri söz konusu. Dijital medya üzerinde etkin olan bir gençlik hareketi. Bu da politik elitleri bir zorlama noktasına getirebilir bence. Burada yeni dayanışma hareketleri de çıkabilir. Örneğin Hambacher Forst aylarca gençler tarafından işgal altında tutulabildi. Gençlik içerisinde oluşacak yeni hareketlenmeler belki hem bu sağcı hareketlerin hem de bu alışılagelmiş politik tartışmaların önüne geçebilir. Klasik politikacılar hala dijital medyanın gücünü anlamamıştır. Rezo diye bir youtuber CDU'ya bir gecede Avrupa seçimlerinde yüzde on oy kaybettirdi. Yeni gençlik hareketlerinde çıkmazda olan sistem içerisinde stabile olmuş partilerden hiçbir beklentisi yok. Yeşiller bu nedenle oylarını yükseltti. Ama Yeşiller'de etebile olduğunu gösterirse bu akış onlardan da kopabilir.