Brezilya seçimlerinden dersler: Yeni küresel faşizmi anlamak ve karşı çıkmak

Brezilya’yı – ve içinde Bolsonarolu bir Brezilya’yı bulunduran dünyayı – neler bekliyor? İşçi Partisi yönetiminde uluslararası sol cephenin önemli bir paydaşı olan Brezilya’nın faşizme kayması, bölgede ve dünyada sağdan esen fırtınanın şiddetini artıracağı gibi, uluslararası solu da önemli bir demokratik çekim gücünden mahrum bırakacaktır. Bolsonaro’nun Brezilya'sının Trump’ın ABD’si ve Netanyahu’nun İsrail'iyle ayrıcalıklı bir işbirliği içine gireceğini öngörebiliriz.

Google Haberlere Abone ol

Karabekir Akkoyunlu*

Dünya 21'inci yüzyıla hazırlanırken, Avrupa’da faşizmin hayat belirtilerini arayan Umberto Eco, “kök-faşizmin” hâlâ aramızda olduğunu yazmıştı. Fakat Eco’ya göre faşistler artık üniformalı değil, sivil kıyafetliydi.

“Biri çıkıp da ‘Auschwitz’i yeniden açmak, siyah gömleklileri yeniden İtalyan şehirlerinin meydanlarında görmek istiyorum’ dese işimiz çok daha kolay olurdu. Ama hayat bu kadar basit değil. Kök-faşizm en masum maskelerin arkasına gizlenerek geri gelebilir. Bizim görevimiz onun maskesini düşürmek ve yeni türlerini ifşa etmektir.”

Faşizm, Brezilya’ya maske takmadan geri geldi. Ülkenin seçilmiş başkanı eski yüzbaşı Jair Bolsonaro takım elbise giyiyor, ama başkan yardımcısı darbe hevesini gizlemeyen üniformalı bir general. Alman büyükbabasının Hitler’in ordusunda katıldığı İkinci Dünya Savaşı anılarını gururla anlatan Bolsonaro, Brezilya’nın askeri diktatörlük döneminin eli kanlı işkencecilerine övgüler diziyor. Orduyu sadece meydanlara değil aynı zamanda okullara ve devlet kurumlarına sokmayı, toplumu çetelere ve “teröristlere” karşı silahlandırmayı, polise geniş yetkiler verip imtiyazlar tanımayı, cezai sorumluluk yaşını düşürüp suça bulaşmış çocukları yetişkin gibi yargılamayı ve böylece diktatörlük günlerindeki nizamı yeniden tesis etmeyi vaat ediyor. Siyasi rakiplerini, hakkında olumsuz haber yapan gazetecileri, çevre ve insan hakları aktivistlerini, LGBTİ bireyleri, “zararlı ideolojileriyle gençlerin beyinlerini yıkayan” öğretmen ve akademisyenleri, kısacası “kızıllar” olarak nitelediği tüm muhalif kesimleri, “ülke tarihinde görülmemiş bir temizlik” ile tehdit ediyor.

Peki nasıl oldu da 13 yıl boyunca İşçi Partisi hükümetleri tarafından yönetilen bir ülkede böyle aşırıcı bir aday yüzde 55’lik bir oy oranıyla seçilebildi? Brezilya’da çoğunluk sahiden faşizan eğilimlere mi sahip? Bolsonaro yönetiminde Brezilya’yı ve dünyayı neler bekliyor? Ve son olarak, dünyanın dört bir yanında yükselen bu faşist dalgayla nasıl mücadele edeceğiz?

KAVRAM KARGAŞASI

Bu sorulara cevap aramadan önce, çoklu bir kavram kargaşası içinde olduğumuzun altını çizmeliyiz. İlk problem faşizm sözcüğünün rastgele kullanımıyla ilgili. Türkiye’de ve birçok ülkede olduğu gibi Brezilya’da da popüler sol, yıllarca merkezin sağında yer alan siyasi oluşumları sıklıkla faşist olarak damgaladı. Ancak bu toptancı yaklaşım zamanla kavramın içinin boşalmasına, inandırıcılığını yitirmesine yol açtı. Sonuç olarak, Bolsonaro gibi faşist eğilimleri bariz (ve bu konuda Trump, Órban, Erdoğan ve hatta Duterte gibi benzerlerinden çok ileride) olan biri ortaya çıktığında, “yalancı çoban” misali, kendisini bu şekilde tanımlamamız zorlaştı. Anaakım haber ve yorumlarda Brezilyalı lider “aşırı muhafazakar”, “sertlik yanlısı”, ya da “sağ popülist” gibi daha nesnel olduğu düşünülen kalıplarla tanımlanıyor. Fakat bunlar Bolsonaro’yu tarif etmekte yetersiz kaldığı gibi, kendisine hak etmediği bir demokratik meşruiyet de atfediyor.

Bir yanda, faşiste faşist diyememek Bolsonaro’yu olduğundan daha makul ve zararsız gösterirken, öte yanda sağ medya ve siyasetçilerin burada yıllardır işlediği komünizm korkusu, “pembe sosyalist” İşçi Parti’ni olduğundan çok daha radikal ve totaliter bir ışıkta yansıtıyor. Bu propagandadan etkilenen milyonlarca Brezilyalı, pazar günkü seçimin sosyal demokrat bir adayla faşist bir aday arasında değil de, komünist bir diktatörlük tehdidiyle buna karşı çıkan muhafazakar bir sert adam arasında olduğu inancıyla oy vermeye gitti.

Kendilerini demokrat olarak tanımlayan destekçilerine göre Bolsonaro demokrasiye bir tehdit değil, tam tersi Brezilya demokrasinin kurtarıcısı. Yani, bir başka kavram kayması da demokrasinin tanımı üzerinden yaşanmakta. Çağımızda geniş kesimlerin 20'nci yüzyılda şekillenen liberal anayasacılık fikrine gittikçe yabancılaşıp, Alman siyaset teorisyeni Carl Schmitt’in savunduğu “plebisiter demokrasi” anlayışına yöneldiğini görüyoruz. Birçok ülkede otoriter eğilimli liderler serbest ve adil seçimler sonucu iktidara geliyor, ardından seslerini duyurmalarına olanak sağlamış kamusal alanı kısıtlamaya, muhalefeti kriminalize edip bastırmaya ve güçler dengesini ayakta tutan kurumları tek elde toplamaya girişiyor. Bunları ise “gerçek demokrasi” adına yaptığını iddia ediyor ve destek buluyor.

Schmitt, parlamenter sistemlerin halkın değil kısıtlı elit kesimlerin çıkarını savunan sahte bir demokrasiyi temsil ettiğini öne sürer. Ona göre gerçek demokrasi, bireylerin kişisel tercihlerini değil halkın sarsılmaz ve özgün iradesini yansıtan bir düzen olmalıdır. Bu irade, ancak açık bir oylamayla yapılacak plebisit sonucu ortaya çıkar ve kitlelerle organik ve aracısız bağ kurabilen lider nezdinde vücut bulur. Schmitt’in iki büyük savaş arasında Weimer Cumhuriyeti üzerinden liberal demokrasiye getirdiği birçok eleştiri oldukça çarpıcıdır ve bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Ne var ki alternatif olarak öne sürdüğü vizyon, Nazi Almanya'sının kuramsal temelini oluşturmuştur. Bugün de liberal demokrasiye getirilen birçok meşru eleştirinin, gitgide faşizanlaşan alternatiflere güç verdiğini gözlemlemekteyiz.

YÜKSELEN DALGANIN ALTINDA YATANLAR

Brezilya’ya ve Bolsonaro’yu başa geçiren sebeplere geri dönelim. Dünyada sağ popülist akımın yükselmesinde etkin iki temel faktör Brezilya’da da, ülkenin yerel dinamikleri çerçevesinde, kendini gösteriyor. Bunlardan birincisi gittikçe yaygınlaşan toplumsal güvensizlik algısı. Buna algı diyorum çünkü somut sebeplerin yanı sıra özellikle sosyal medya üzerinden yayılan korku hikayelerinin ve yalan haberlerin de bu hissiyatın oluşmasında önemli payı var.

Yine de somut sebepler gözardı edilecek gibi değil: Brezilya, yılda ortalama 60 bin cinayetin işlendiği, 2014’ten beri çok ciddi bir ekonomik daralmanın yaşandığı, aynı zamanda muazzam bir yolsuzluk skandalıyla sarsılmış bir ülke. Bu üç etmenin – yani fiziki, ekonomik ve siyasi güvensizliğin – bir araya geldiği toplumlarda sertlik yanlısı güvenlikçi politikaların ve sistem dışı adayların destek bulması hemen hemen kaçınılmaz bir sonuç. Bu yönden bakıldığında Brezilya gibi şiddet dozu yüksek bir ülkede Bolsonaro gibi bir militaristin ortaya çıkması çok da şaşırtıcı değil.

İkinci temel faktör ise, toplumun “gelenekçi” kesimlerinde – yani sömürge döneminden beri ipleri elinde tutan ve birtakım ayrıcalıklarla yaşamayı kendine hak gören dindar, muhafazakar, ekseriyeti beyaz orta-üst ve üst sınıflarda – 13 yıllık İşçi Partisi iktidarı döneminde kuvvetlenmeye başlayan toplum kesimlerine ve fikirlere karşı duyulan öfkenin dışa vurumu. Gelenekçilere göre, sol iktidar döneminde toplumsal ahlak ve geleneksel aile yapısı çöktü, homoseksüellik yükseldi, devlet desteği alan yoksul kesimler tembelliğe alıştırıldı. İşyerleri ve eğitim kurumlarında düşük gelir gruplarını ve Afro-Brezilyalıları destekleyen kotaların konulması, yükselen asgari ücret, kurumsallaşan işçi hakları, kalbur üstü ailelerin evinde temizlikçi, işyerinde ucuz eleman çalıştırmasını zorlaştırdı, çocuklarını üniversite giriş sınavında daha çetin bir rekabetle karşı karşıya bıraktı.

(Bu konuları titizlikle işleyen 2015 tarihli ‘Que Horas Ela Volta?’ yani ‘Saat Kaçta Dönecek?’ – veya İngilizce adıyla ‘The Second Mother’ – filmini şiddetle tavsiye ederim.)

Şimdi bu gelenekçi kesim, Bolsonaro’nun önderliğinde ve onun aşırıcı söyleminin verdiği cesaret ve meşruiyetle, İşçi Partisi’nin mütevazi devrimini tamamen yok etmek ve kendisinde hak gördüğü tarihsel ayrıcalıkları geri kazanmak için bir fırsat yakaladı. Bu açıdan bakıldığında, Bolsonaro’nun zaferi bir karşı devrim niteliğindedir ve ABD’de Trump’ın, Avrupa’da çeşitli sağ hareket ve liderlerin öncülüğünde yükselen beyaz üstünlükçü hareketlerle karşılaştırılabilir.

Günümüzdeki demokrasi krizlerini anlamlandırmaya ve onlara çözüm üretmeye çalışan bizlerin, sözünü ettiğim bu iki temel faktör ve bunların birbirleriyle etkileşimi üzerine daha çok kafa yorması gerekiyor. Sağ analizlerin yaptığı gibi krizin kaynağını sadece güvenlik meselelerinde aramak, veya solun sıkça başvurduğu gibi, bu meseleler yokmuşçasına davranıp ezberden bir faşizm eleştirisiyle yetinmek yaşananları anlamlandırmaya yetmeyecektir. Özellikle sol 21'inci yüzyılın getirdiği fiziki, ekonomik, çevresel ve siyasi-kurumsal buhranlara yönelik toplumda karşılık bulacak çözümler önermek adına daha yaratıcı ve gerektiğinde geçmişe yönelik özeleştiriye açık bir pozisyonda olmak zorundadır.

KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI

Yukarıdaki gözlem, “Brezilya’da çoğunluk faşist mi?” sorusunu da bir ölçüde cevaplıyor. Evet, Bolsonaro’nun faşizan düşünceleri benimseyen kemikleşmiş bir seçmen tabanı var. Ancak bu taban, yıllardır marjinal bir siyasetçi olarak fazla ciddiye alınmayan ve hatta alay konusu olan bir yüzbaşı emeklisinin seçimlerde aldığı yüksek oy oranını açıklamaya yeterli değil. Bu kemikleşmiş tabanın dışında bulunmakla birlikte Bolsonaro’ya sempati duyan birçok Brezilyalı, aslında militarist adayın aşırıcı çözüm önerilerine çekimser yaklaştığını itiraf ediyor. Ancak kâh yayılan güvensizlik algısı, kâh sistem karşıtlığının popüler bir rüzgar olarak esmesi, kâh da Bolsonaro’nun ekonomik danışmanının vaat ettiği neoliberal “yeniliğin” piyasaları hareketlendirmesi, belki geçmişte İşçi Partisi’ne oy vermiş ama aslında apolitik olup tercihini kısa vadeli ekonomik hesaplara göre yapan bu tipleri, sandığa giderken çekincelerini bir kenara koymaya ikna etmiş görünüyor.

Bu apolitik kesimin varlığı hem bir fırsata hem de tehlikeye işaret ediyor. Fırsat, bu insanların çoğulcu demokrasi mücadelesine yakın gelecekte tekrar kazandırılabilecek olmasıdır. Bunun için, bu mücadeleyi sürdürenler, bir yandan Bolsonaro’nun bir faşist olduğunun altını kalınca çizerken, diğer yandan Bolsonaro’ya (veya dünyadaki muadillerine) oy vermiş herkesi tek kalemde faşist olarak damgalamaktan kaçınmalıdır. Böyle bir damgalama, Türkiye’de de gördüğümüz gibi, kutuplaşmayı derinleştirip safları otoriter liderlerin lehine sıklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Tehlike ise, Bolsonaro gibi birinin iktidarında, eskiden kamusal alanda kabul görmeyen söylem, fikir ve davranışların giderek normalleşmesi, yani faşizmin hızla sıradanlaşması – veya toplumun zombileşmesi... Faşizmin tarihsel yükselişi de zaten bu şekilde gerçekleşmiştir. Hitler’i başa geçiren SS subayları değil, günlük kaygıları, önyargıları, nefret ve heyecanlarıyla “olağanüstü” şartlar altında marjinal bir seçeneğe yönelen “sıradan” Alman vatandaşıdır. Ancak bu sıradanlık, Nazi hükümeti iktidarında giderek totaliter bir şekle bürünmüştür. Sonuçta Hitler’in yarattığı korkunç mekanizma, ille de kötü bir şey yaptığını düşünmeden kendine biçilen görevi yerine getiren milyonlarca “sade vatandaşın” omzunda yükselmiştir. Hannah Arendt’in sözünü ettiği “kötülüğün sıradanlığı” kavramı da bununla ilgilidir ve bu tehlike günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

QUO VADIS EY GEZEGEN?

Bundan sonra Brezilya’yı – ve içinde Bolsonarolu bir Brezilya’yı bulunduran dünyayı – neler bekliyor? İşçi Partisi yönetiminde uluslararası sol cephenin önemli bir paydaşı olan Brezilya’nın faşizme kayması, bölgede ve dünyada sağdan esen fırtınanın şiddetini artıracağı gibi, uluslararası solu da önemli bir demokratik çekim gücünden mahrum bırakacaktır. Bolsonaro’nun Brezilya'sının Trump’ın ABD’si ve Netanyahu’nun İsrail'iyle ayrıcalıklı bir işbirliği içine gireceğini öngörebiliriz. Ne yazık ki bu ilişkinin ekonomik getirileri, Bolsonaro’ya verilen toplumsal desteğin sürdürülür hale gelmesine de neden olabilir.

Brezilya içindeyse, yoksul kesimleri, Afro-Brezilyalıları, Amazon yerlilerini, muhafazakar taşrada var olmaya çalışan LGBTİ bireyleri, feministleri, sol aktivist, entelektüel ve eğitimcileri çok sert ve çetin bir mücadele bekliyor. Belki de bütün bunlardan daha kritik olarak, Bolsonaro’nun çevre politikası (Çevre Bakanlığı'nı Tarım Bakanlığı’na bağlamak ve dünyanın oksijen deposu Amazon ormanlarını tarım ve endüstriye açmak) iklim değişikliği tehdidiyle karşı karşıya tüm canlılar için bir ölüm fermanı niteliğinde.

Bu felaket senaryosu nasıl durdurulacak? Brezilya’da Bolsonaro’nun yaratacağı hasarın kısıtlı olacağını düşünenlerin savunduğu iki nokta var. Birincisi, Bolsonaro’nun temsil ettiği Liberal Sosyal Parti’nin (PSL) örgütsel cılızlığı ve Kongre’deki zayıf temsili. İkincisi ise bağımsız ve kuvvetli olduğuna inandıkları anayasal kurumlar. Bu görüşe göre, Bolsonaro politikalarını hayata geçirmek için Kongre’de çetin bir pazarlığa girişecek ve radikal görüşlerini törpülemek zorunda kalacak. Bu olmasa bile, kısa demokrasi tarihinde iki başkanı devirmiş ve bir üçüncüsünü de hapse atmış Brezilya yargısı, demokratik düzeni korumak için gerekeni yapacak.

Görünen o ki, Brezilyalılar ulusal kurumların, kural tanımaz liderler öncülüğünde yükselen küresel akımları durdurmakta çoğu zaman yetersiz kaldığının dersini henüz almış değil. Hem üst sınıfların, hem ordunun, hem de ABD hükümetinin desteğiyle yönetime gelen faşist bir lidere, nispeten kısa bir süre önce demokrasiye geçmiş bir ülkenin yargıç ve bürokratlarının başarıyla direneceğini düşünmek en hafif anlamıyla saflık. (Bunu burada son zamanlarda Türkiye örneği üzerinden sıklıkla anlatmaya çalışıyorum.) Zira, bu yazının yazıldığı sırada çıkan bir haber - Lava Jato adı verilen yolsuzluk skandalını yürüten ve eski başkan Lula’yı hapse gönderen yargıç Sergio Moro’nun Bolsonaro’nun Adalet Bakanlığı teklifini kabul etmeye hazırlandığı bilgisi – bu savı şimdiden çürütür nitelikte.

Bu tür bir felaket senaryosunu durdurmanın sadece tek yolu var: Örgütlü direniş, örgütlü muhalefet. Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel çapta, evde, işyerinde, sokakta, sınıfta, parlamentoda, liberal, muhafazakar, sosyal demokrat, sosyalist demeden, dil, din, ırk, sınıf ayrımı yapmadan, her türlü uzmanlık alanından ve teknolojiden yararlanarak, mümkün olan en geniş toplumsal tabanlı ve siyasi destekli demokrasi cephesini oluşturmak, ve bu cepheyi tüm enerjisini karşı karşıya olduğumuz yeni faşizm tehlikesini durdurmaya yöneltecek şekilde örgütlemek. Söylemesi kolay, gerçekleştirmesi çok zor; ama başka türlü aydınlığa çıkmak belki de imkansız.

* São Paulo Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, konuk öğretim üyesi