Dünya yeni bir soğuk savaşa doğru mu gidiyor?

Dünya gerçekten geçen yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi yeni bir soğuk savaşın eşiğinde mi bulunuyor? Bunun emareleri giderek artıyor.

Google Haberlere Abone ol

Hakan Okçal*

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres geçtiğimiz cuma günü Genel Kurul üyelerine ikinci bir dönem için seçildiği takdirde icraatında temel olacak vizyonunu anlatırken, yeni bir soğuk savaş tehlikesini önlemek için var gücüyle çalışacağını, uluslararası toplumun da bu konuda elinden gelen her türlü çabayı göstermesi gerektiğini bir kez daha vurguladı. Bu tehlikeye sadece BM Genel Sekreteri Guterres değil, çok sayıda uzman da işaret ediyor.

SOĞUK SAVAŞ EMARELERİ 

Dünya gerçekten geçen yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi yeni bir soğuk savaşın eşiğinde mi bulunuyor? Bunun emareleri giderek artıyor. İki zıt dünya görüşünü, iki farklı siyasi sistemi ve iki ayrı ekonomik yapıyı temsil ABD ve Çin arasındaki çatışma ve rekabet hayatın her alanında giderek keskinleşmeye başladı. Daha geçen ay Alaska’da ABD ve Çin Dışişleri Bakanları medyanın önünde birbirlerine ağır suçlamalar yönelttiler. Çin’in dış politikadan sorumlu en yüksek temsilcisi Yang Jiechi ve ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken birbirlerine insan hakları, demokrasi ve uluslararası kurallara uyma dersi verdiler. Bu tartışma son olarak BM’ye de taşındı.

ABD ile Çin arasındaki anlaşmazlık keskinleşiyor ama henüz soğuk savaşa dönüşmedi. Geçen yüzyılda olduğu gibi ortada iki düşman kamp yok. Ancak iki gücün etrafında kamplaşma var. ABD, Avrupa’da ve Asya-Pasifik bölgesinde Çin’e karşı bir demokratik ülkeler ittifakı kurmaya çalışırken, Çin ve Rusya, ABD’nin eleştiri, ambargo ve baskılarına karşı kendi aralarındaki iş birliğini ve dayanışmayı artırıyorlar. Bu ikiliye İran da katılıyor. Bugün, taraflar arasında geçen yüzyıldaki soğuk savaşın esas nedeni olan nükleer dehşet dengesi yok ama, nükleer savaş tehlikesi var. Özellikle Pasifik bölgesinde bir nükleer çatışma riski giderek artıyor. Eskiden iki düşman kamp nükleer dehşet dengesi nedeniyle birbirleriyle doğrudan çatışamazdı. Bu yüzden kanlı vekalet savaşlarıyla kürenin farklı köşelerinde birbirleriyle hesaplaşırlardı. Şu anda bu tür vekalet savaşları yok ama, Myanmar gibi krizlerde tarafların tutumları hemen ayrışıyor.

ABD VE ÇİN BİRBİRLERİNİ 'RAKİP' OLARAK GÖRÜYORLAR 

ABD, Çin’i düşman olarak değil, ekonomik gücünü zayıf ülkeler üzerinde siyasi baskı yapmak için kullanan, uluslararası değerleri ve insan haklarını çiğneyen ve askeri bakımdan yakında kontrol edemeyeceği hegemonyacı bir güç olarak, stratejik bir rakip görüyor. Biden bu yaklaşımı daha kısa süre önce Münih Güvenlik Konferansı’nda dünya liderlerinin önünde ifade etti. Biden aynı konuşmasında Çin’den kaynaklanan tehditlerden de söz etti.

Çin de ABD’yi düşman bir ülke olarak değil aynı şekilde rakip olarak görüyor. Çin, kendi anlayışına göre ABD ile uluslararası sistem içinde eşitlik ve saygı temelinde rekabet etmek istiyor. En azından resmi söylemi bu yönde. Çin, ABD’yi gerileyen, kendisini ise yükselen bir dünya gücü olarak değerlendiriyor. Uzakdoğu kültürüne mahsus bir sabırla Amerika ile rekabetini zaman içinde kazanacağına inanıyor.

ABD VE ÇİN ARASINDA SICAK ÇATIŞMA İHTİMALİ VAR

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD ve Çin arasında sıcak çatışma ihtimali Pasifik bölgesinde giderek artıyor. Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Tayvan’ı çevreleyen sularda ABD ve Çin silahlı kuvvetlerinin bir kaza sonucu veya istem dışı çıkacak bölgesel bir kriz neticesinde nükleer bir çatışmanın eşiğine gelmeleri her an mümkün. ABD’nin Batı Pasifik’teki hareket kabiliyeti giderek kısıtlanıyor. ABD uzmanları, Çin’in bu denizlerde askeri terminolojide A2/AD (Anti-Access/Area Denial) olarak adlandırılan hasım güce ulaşım engeli koyma ve alan hakimiyeti elde etme konularında üstünlük sağlamaya başladığını ifade ediyorlar.

Tayvan, Çin için anavatanın ayrılmaz parçası olarak kabul edilen çok hassas bir mesele. Ama şu anda Tayvan’la birleşme her zamankinden uzak bir ihtimal haline geldi. “Cüce” Deng’in bir zamanlar Tayvan’la barışçıl yöntemlerle birleşmek için ortaya attığı “bir ülke, iki sistem” siyasetinin inandırıcılığı Hong Kong’da Pasifik’in derin sularına gömüleli çok oldu. Tayvan’ın bağımsızlık yanlısı milliyetçi lideri Tsai Ing-wen Çin’e demokrasi tavsiyesinde bulunup, ülkesinin anakara ile birleşme niyetinin bulunmadığını vurguladıkça, Pekin’de birleşme için askeri seçeneğe başvurma düşüncesi ağırlık kazanıyor. Bu sebeple Çin savaş gemileri ve uçaklarının Tayvan’a son zamanlarda yaptıkları taciz/gözdağı devriyeleri tehlikeli şekilde arttı. Çin, Tayvan Boğazı dışında Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi’nde de sert gücünü fütursuzca sergilemekten kaçınmıyor. Uluslararası hukuk bakımından geçerliliği bulunmayan tarihi haritalara dayanarak, Güney Çin Denizi’nin neredeyse tamamını “Dokuz Kesik Çizgili Hat” (Nine Dash Line) olarak adlandırdığı hayali sınırlar içine alarak kendi egemenlik alanı ilan ediyor. Bu hat içinde kalan Paracel ve Spratly adacıkları ve Scarborough sığlıkları gibi oluşumlar üzerinde askeri tahkimatlar yaparak Vietnam, Filipinler, Endonezya gibi ülkelerin balıkçılık faaliyetlerini engelliyor, saldırı ve taciz eylemlerinde bulunuyor, deniz ticaretini aksatıyor. Çin silahlı kuvvetlerinin bu eylemleri bölgede serbest geçiş hakkını savunmak üzere devriye gezen ABD’nin Pasifik güçleriyle her an bir çatışma riski yaratıyor.

ABD’li dış politika uzmanları bir süredir, Çin’in Tayvan’ı askeri güç kullanarak işgal etmesi veya Güney Çin Deniz’inde çıkabilecek istem dışı bir çatışma durumunda savaşı göze alıp almama konusunu tartışıyorlar. Nükleer bir savaşa girmemek için buralarda geri adım atılabileceğini düşünen ve öneren uzmanların sayısı az değil. Ancak bunu yaptığı takdirde ABD’nin liberal/kapitalist dünyanın liderliğine veda etmesi gerekecek. ABD buna henüz hazır değil. ABD benzer bir durumu Ukrayna konusunda da yaşıyor. Ukrayna ile dayanışma mesajları vermesine rağmen olası bir Rus saldırısına karışı bu ülkeyi savunması alî çıkarlarına uygun düşmeyebilir. Ancak, geri adım atması halinde sadece Ukrayna’yı kaybetmeyeceği de çok açık. Bu yüzden ikilem yaşıyor. Çin ve Rus strateji uzmanları bu gerçekleri her halde bizden daha iyi görüyorlardır.

ÖNÜMÜZDEKİ ON YIL KRİTİK ÖNEMDE

Tarihin hiç durmayan çarkları bu dönemde biraz daha hızlı dönmeye başladı. Önümüzdeki on yıl dünya için kritik önemde olacak. Çin hem askeri alanda, hem teknolojide, hem de ekonomide kendine iddialı hedefler belirledi. 2030 yılında ABD’yi nominal değerler bakımından geçerek (şu anda satın alma gücü bakımından geçmiş durumda) dünyanın en büyük ekonomisi haline gelecek. Geçen yılın sonunda ülkede mutlak yoksulluğun sona erdiğini ilan eden Çin, önümüzdeki beş gibi kısa süre içinde refah toplumu haline gelmeyi, sıradan sanayi ürünleri yerine gelişmiş teknoloji ürünleri üretip ihraç etmeyi, 2035 yılında ise dünyanın önde gelen teknoloji ülkesi olmayı planlıyor. Çin askeri alanda da hızla güçleniyor. Xi Jinping’in açıkladığı hedeflere göre 21'nci yüzyılın ilk yarısı bitmeden Çin’in ABD’ye rakip bir dünya gücü haline gelmesi bekleniyor.

Çin son birkaç yılda dış ticaret, uluslararası finans ve alt yapı yatırımlarında önemli mesafeler aldı. 4-8 trilyon dolar bütçesi olacağı ileri sürülen “Kuşak ve Yol Girişimi” BRI çerçevesinde çok sayıda projeyi şimdiden hayata geçirmeye başladı. Çin’in BRI projelerini siyasi nüfuz elde etmek amacıyla kullandığı, bunları söz verilen zamanda bitiremediği, kalitenin uluslararası standartların altında olduğu gibi eleştiriler yöneltilse de, bu girişimler bir çok ülkede umut ve heyecan yaratıyor. Örneğin Çin’in Sincan Özerk Bölgesindeki Kaşgar ile Pakistan’ın Hint Okyanusu kıysındaki Gwadar limanını birbirine bağlayacak olan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) Pakistan hükümeti için ekonominin güçlendirilmesi ve ülke altyapısının modernleştirilmesi bakımından yaşamsal önemde.

Çin, dolar sisteminin dışında kendisinin merkezinde olduğu alternatif bir mali sistemin temellerini de atmış bulunuyor. BRI ile beraber son yıllarda hayata geçirdiği Asya Altyapı ve Kalkınma Bankası (AIIB) ve Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) serbest ticaret anlaşmasıyla, Washington’un denetim ve manüplasyonunu olanaksız kılacak bir ekonomik ilişkiler manzumesi yarattı. Bu kurumlar, işlemlerini mal değişimi veya yerel para birimleri ve Çin Yuan’ı üzerinden gerçekleştiriyorlar. Çin’in son olarak İran’la imzaladığı 400 milyar dolar tutarındaki kapsamlı iş birliği projelerinde de aynı usuller geçerli olacak.

ABD CEPHESİNDE MANZARA

Çin hızla güçlenir ve uluslararası nüfuzunu artırırken, ABD ve Batı, Çin’den kaynaklanan meydan okumalara karşı uyum ve eşgüdümden yoksun bir manzara içinde görünüyor. AB, özellikle Merkel’in dönem başkanlığında Çin’le ekonomik çıkarları ön planda tutan, Çin’in sunduğu ekonomik pastadan pay kapmaya çalışan bir yaklaşım içindeydi. AB, Almanya’nın dönem başkanlığında Çin’le yatırım anlaşmasını bu anlayışla Biden göreve gelmeden yangından mal kaçırırcasına imzaladı. Biden iktidara geldiğinden beri liberal dünyayı Çin’e karşı birleştirmeye çalışıyor. Ama bu o kadar kolay olmayacak.

ABD’nin liberal dünyanın liderliğini gölgeleyen bir kaç handikapı var. Öncelikle ABD’nin kendi içinde içinde çok derin siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları bulunuyor. 6 Ocak Kongre baskınının su yüzüne çıkardığı Amerikan toplumunun hastalıkları iyileştirilmeden ABD’nin liberal demokratik değerlerin ne ölçüde bayraktarlığını yapabileceği kuşkulu. Biden yönetiminin mevcut yaraları iyileştirmek için bulduğu çözüm yolları sosyal harcamaları artırmak, yerli mallar (buy American) tüketimini teşvik etmek, çevre dostu teknolojilerin desteklenmesi, zenginden daha fazla almaya dayanan yeni vergi düzenlemeleri, alt yapının yenilenmesi, sağlık ve eğitim kurumlarının güçlendirilmesi gibi uzun vadede sonuç verecek tedbirler. Biden Covid salgınına karşı 1,9 trilyon dolarlık bir sosyal yardım paketini Kongreden geçirmeyi başardı. Bundan sonra 2,3 trilyon dolarlık eğitim, sağlık, altyapı, küçük işletmelere yardım paketi ve vergi düzenlemeleri var. ABD’nin Biden yönetimi altında daha demokratik, daha sosyal bir devlet olacağı şüphesiz ama bunun Çin’le rekabete kısa vadede deva olması mümkün değil.

ABD açısından Çin’den gelen meydan okumalar ancak ileri teknoloji yatırımlarının teşvik edilmesi, askeri kurumların ve harcamaların artan Çin tehlikesine göre yeniden yapılandırılması, otokratik ülkelere karşı demokrasi cephesinin canlandırılması ve uluslararası ekonomik iş birliği projelerine daha fazla katkı yapılmasıyla göğüslenebilir. ABD’nin elinde, Çin’in bilgi teknolojileri, yapay zeka, kuantum bilişimi, çevre teknolojileri gibi alanlardaki hamlelerine gereken yanıtı verebilecek teknolojik birikimi ve insan kaynağı fazlasıyla mevcut. Mesele serbest pazar ekonomisi içinde bunların eşgüdümü. ABD firmalarının 5G teknolojisine yatırım yapmadıkları, Çin’in bu sayede boşluğu doldurduğu düşünülürse bunun pek de kolay olmayan bir mesele olduğu kolayca anlaşılır.

Aynı şekilde askeri alanda ABD’nin gereken dönüşümü yapıp yapamayacağı da tartışma konusu. Obama zamanından beri ABD’nin Avrupa ve Orta-Doğu’daki angajmanını azaltıp dikkatini Çin tehditinin arttığı Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştırması konuşuluyor. Ama bu hedef bir türlü tutturulamıyor.

Biden’ın sözünü ettiği demokratik ülkeler cephesinin güçlendirilmesi de, kulağa hoş gelse de pek kolay olmayacak. AB’nin içinde, ABD’nin Çin’le kavgasına taraf olma konusunda isteksizlik var. AB’den aykırı sesler yükseliyor. Biden’ın seçim öncesi açıkladığı “Demokratik Ülkeler Zirvesi” de hayli tartışma çıkaracağa benziyor. Çin ve Rusya bu konuda tepkilerini yüksek sesle dillendirmeye başladılar bile. Kendi içinde demokratik sorunları bulunan ABD’nin dünyaya demokrasi dersi vermeye ne ölçüde yetkin olduğu haklı olarak tartışılıyor. Bütün bunlara rağmen dünyadaki otokratik eğilimlere set çekmek için bir liderliğe de gereksinim olduğu açık. Sincan’daki insan hakları ihlalleri Biden yönetimi işbaşına geldikten sonra yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Herkese demokrasi dersi veren AB’nin motor gücü Almanya ve Fransa, Biden yönetime gelene kadar bu konuda etkili bir performans sergilemediler. Eylül’de gerçekleştirilecek Almanya seçimlerinde yeni aktörler sahaya inecek. Biden paradoksal olarak, Yeşillerin Şansölye adayı Annalena Baerbok’un iktidara gelmesi halinde aradığı Avrupalı müttefiki bulabilir. Asya-Pasifik bölgesinde ise Avrupa’ya nazaran daha yakın iş birliği yapacak ülkeler mevcut. “Dörtlü Güvenlik Diyalogu” Quad grubunu oluşturan Japonya, Avustralya ve Hindistan, Çin tehdidini doğrudan yaşadıkları için ABD ile daha uyumlu hareket ediyorlar..

ÇİN-RUSYA YAKINLAŞMASI 

ABD karşısında yakın zamana kadar yalnız hareket eden Çin, Rusya ile yakınlaşmaya başladı. Geçmişin bu iki düşman kardeşi silah sanayi, enerji, alt yapı gibi alanlarda birbirlerini tamamlıyorlar. İki ülke, aralarına İran’ı da alarak Hint Okyanusu’nda Quad grubuna nazire, ortak tatbikat yapıyorlar. Ancak biraz daha yakından bakıldığında resmin o kadar da berrak olmadığı görülüyor. Geçmişte yaşanan Sovyetler Birliği-Çin Halk Cumhuriyeti kavgası sadece ideolojik boyuta indirgenecek bir kavga değildi. İki ülke arasındaki çatışma esas olarak Asya üzerinde bir hegemonya mücadelesiydi. Çin o dönemde Rusya’nın üstünlüğünü kabul etmiyordu. Derinden devam eden bu çatışmada roller şimdi değişmiş durumda. Çin şu anda Asya’nın başat gücü haline geldi. Rusya’nın Çin’in üstünlüğüne ne kadar tahammül edeceği merak konusu. Özellikle Çin’in Rusya’nın silah teknolojisine ihtiyaç duymaması halinde, iki ülke ilişkilerinin nereye doğru evrileceği bilinemez.

BUGÜNKÜ GÜÇLER DENGESİ GEÇMİŞTEKİNDEN FARKLI, MORAL ÜSTÜNLÜK BATIDA

Muhtemel yeni soğuk savaşın karşıt kampları arasındaki çizgiler, geçen yüzyıldaki gibi çok berrak değilken, güçler dengesinde de önemli farklar var. Yirminci yüzyıldaki soğuk savaşta ABD tartışmasız üstün güçtü. ABD o dönemde dünya GSMH’nın yüzde kırkına sahipken, Sovyetler Birliği’nin ekonomik gücü en iyi zamanında ABD’nin ancak üçte birine tekabül ediyordu. ABD soğuk savaşı ekonomik gücüyle ve yeni teknolojiler yaratma kabiliyetiyle kazandı. Bugün ABD’nin GSMH’sı yaklaşık olarak dünya GSMH’nın yüzde yirmisi civarında seyrediyor ve giderek geriliyor. Çin’in GSMH’sı ise ABD’ye yaklaştı ve yakında onu geçecek. Teknoloji savaşında Çin’in ne yapacağı henüz belli değil ama bugünden hesaba katılması gerektiği söylenebilir. Çin’in yeni teknolojileri yaratma kabiliyeti, demokratik değerleri kucaklamasına ve insan hakları ve hukuk devleti olma siciline bağlı olacak. Her şeye rağmen dünyada moral ve kültürel üstünlük hâlâ batıda. Batı kavramının içinde Güney Kore, Japonya, Tayvan ve Singapur gibi batı uygarlığıyla coğrafi ve tarihi bağıları bulunmayan ama batılı değerleri sindirmiş ülkeleri de katmak gerekiyor. Başta Çin olmak üzere otoriter dünya, insanlığın ortak mirası olan evrensel değerleri kucaklamadığı sürece batının moral üstünlüğü devam edecek.

YENİ BİR DÜNYA DOĞUYOR

Hızla gelişen teknolojiler sayesinde yeni bir dünya doğuyor. ABD’nin üstünlüğünden dolayı İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın ortak iletişim dili (Lingua Franca) haline gelen İngilizce’nin ve ortak ekonomik değişim aracı haline gelen Dolar’ın hakimiyetinin çok fazla devam etmesini beklememek gerekir. Bilgisayarlarımızda bulunan çeviri programlarının ve kripto paraların gündelik hayattaki kullanımının yaygınlaşmasıyla, İngilizce’ye ve Dolar’a insanlığın ihtiyacı ortadan kalkacak. Dolar ve İngilizce, İngiliz Sterlini ve Fransızca’nın yanına gönderilecek. Mesele yeni teknolojilerin ve bilginin demokratik, hukuka saygılı ellerde bulunması.

ABD’nin Çin’e karşı uzun soluklu bir soğuk savaşı sürdürmesi, hele günün sonunda bu savaştan galip çıkması mümkün değil. ABD bundan sonra ancak çok merkezli dünyanın eşitler arasındaki birinci ülkesi olabilir. Soğuk savaş her iki taraf için de sıfır toplamlı bir denklemden başka sonuç getirmez. İklim sorunları, pandemi, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, demografik sorunlar gibi umman meselelerle karşı karşıya olan dünyamızda soğuk savaşa değil, iş birliği ve diyaloga ihtiyaç var. Umalım BM Genel Sekreteri Guterres ve dünyanın ilerici güçleri mücadelelerinden başarılı çıkarlar.

Türkiye yeni teknolojilerin ve yeni güç merkezlerinin şekillendireceği yeni dünyada yerini almalı. Bugünkü despotik yönetimden çıktıktan sonra eski fabrika ayarlarına dönme talebi haklı ve gerçekçi değil. Türkiye için yegane çıkış yolu, çağdaş demokrasiyi kucaklamak ve ideolojik saplantıları bir kenara bırakarak yeni bir reformasyon sürecini başlatmak. Bakalım bu hangi baharda gerçekleşecek.

 *Emekli Büyükelçi