Zenginler iklim krizindeki sorumluluklarından nasıl kaçıyor?

Zenginlerin tüketiminde görülen artış, yoksul ülkelerdeki doğurganlıktan çok daha büyük bir çevresel etkiye sahip. Aşırı nüfustan yakınan zengin kesimler, çevreye verdikleri hasar kat be kat büyük olsa da iklim krizinden yoksulları sorumlu tutmakta ısrar ediyorlar. Bu, tam anlamıyla ırkçı bir yaklaşımdır.

Google Haberlere Abone ol

George Monbiot

Geçtiğimiz ay, küresel insan nüfusunun tepe noktasına ulaşacağını ve çoğu bilim insanının öngördüğünden çok daha erken çökeceğini gösteren geniş çaplı bir araştırma yayınlandığında, saf bir şekilde, zengin ülkelerde yaşayan insanların tüm dünyadaki çevre sorunlarından nüfus artışını sorumlu tutmayı bırakacağını düşünmüştüm. Hata etmişim. Tam aksine, durum daha da kötüleşmiş gibi görünüyor.

Gelecek hafta -çocuk sahibi olmamak yönündeki kişisel kararını duyurarak, algımızı çevresel çöküşün yarattığı dehşete odaklamak isteyen kadınlar tarafından kurulan-BirthStrike (DoğumGrevi/ç.n.) hareketi, kendi feshedecek; zira, hareketleri, nüfus saplantısı yaşayanlar tarafından ısrarlı ve sürekli biçimde yolundan saptırılıyor. Hareketin kurucuları, “İklim çöküşüne ilişkin giderek büyüyen bir inkâr formu olarak ‘aşırı nüfus’ argümanının gücünü hafife aldıklarını” ifade ediyorlar.

SORUMLUSU NÜFUS ARTIŞI DEĞİL

Dünyanın kimi bölgelerindeki nüfus artışının, küçük ölçekli tarımın yağmur ormanlarına doğru genişlemesi, vahşi hayvan eti ticareti ve konut yapımı amacıyla su ve arazi üzerinde yaratılan yerel baskılar gibi belirli ekolojik hasar türlerinin önemli bir itici gücü olduğu doğrudur. Buna karşın, küresel çaptaki etkisi birçok insanın öne sürdüğünden çok daha azdır.

İnsanların çevresel ayak izini hesaplamak için kullanılan formül basittir ama büyük oranda yanlış anlaşılmıştır: Etki = Nüfus x Bolluk x Teknoloji (I = PAT). Küresel tüketim artışı oranı, salgından önce yılda yüzde üçtü. Nüfus artışı oranı yüzde birdi. Bazı insanlar bunun, nüfus artışının artan tüketimle ilgili sorumluluğun üçte birini taşıdığı anlamına geldiğini varsayıyorlar. Buna karşın, nüfus artışı, ezici bir şekilde, 'N'lerini çoğaltmak için neredeyse hiç 'B' veya 'T'ye sahip olmayan dünyanın en yoksul insanları arasında yoğunlaşıyor. Artan insan nüfusunun neden olduğu ekstra kaynak kullanımı ve sera gazı salımları, tüketim artışının yarattığı etkinin çok küçük bir kısmını oluşturuyor.

Bununla birlikte, yaygın biçimde, çevresel çöküşün genel bir açıklaması olarak kullanılmaktadır. Nüfus artışına ilişkin panik, artan tüketimin (bolluğun) etkilerinden en fazla sorumlu olan kişilerin, en az sorumlu olanları suçlamasına fırsat sunuyor.

ZENGİNE HER ŞEY MÜBAH

Davos’ta bu yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda, Population Matters (Nüfus Değerlidir/ç.n.) adlı yardım kuruluşunun hamilerinden olan primatolog Jane Goodall, bazıları küresel ortalamadan binlerce kat daha büyük ekolojik ayak izlerine sahip olan (çevresel/ç.n.) kirleticilere şunları söyledi: “Konuştuğumuz tüm bu şeyler, 500 yıl önceki nüfus büyüklüğüne sahip olsaydık, sorun olmazdı.” Başını sallayıp alkışlayanların “Evet, acilen yok olmam gerekiyor” diye düşündüklerinden şüpheliyim.

Goodall, 2019 yılında British Airways’in bir reklamında yer aldı ve bu şirketin müşterileri, tek bir uçuşta dünyadaki birçok insanın bir yılda ürettiğinden daha fazla sera gazı salımına neden oluyor. Şayet 500 yıl önceki küresel nüfusa (yaklaşık 500 milyon kişiye) sahip olsaydık ve bu kişiler ortalama İngiliz hava yolu yolcularından oluşsaydı, çevresel etkimiz muhtemelen bugün hayatta olan 7,8 milyar kişiden daha büyük olurdu.

Goodall, hayalinin gerçekleşebileceği bir mekanizma önermedi. Hayalinin albenisi bu olabilir. Yaptığı çağrının yetersizliği, değişim istemeyenler için güven verici. Onların çevresel krize vereceği yanıt diğer insanların yok olmasını dilemekse, bizler de her şeyi boş verip tüketmeye devam edebiliriz.

Nüfus artışına yapılan bu aşırı vurgu, kasvetli bir geçmişe sahiptir. Din adamları olan Joseph Townsend ve Thomas Malthus, 18'inci yüzyılda dini risalelerini yazdıklarından beridir, yoksulluk ve açlık için, açlık sınırındaki maaşlar, savaşlar, kötü yönetimler ve zenginlerin elde ettiği servet değil, yoksulların üreme oranları sorumlu tutuldu. Winston Churchill, Hindistan’daki pirinci kitlesel biçimde ihraç etmesi nedeniyle 1943’te Bengal’de yaşanan kıtlığa 'tavşanlar gibi üreyen' Hintlilerin neden olduğunu söyleyerek bu insanları suçlamıştı. 2013 yılında, aynı zamanda Population Matters’ın hamilerinden olan Sör David Attenborough, hatalı bir şekilde, Etiyopya’da yaşanan kıtlıklara 'çok az toprakta çok fazla insan yaşamasının' neden olduğunu ileri sürerek, bu ülkeye gıda yardımı yapılmasının ters bir etki yarattığını savundu.

IRKÇILIĞIN TEMELSİZ YAKLAŞIMLARI

Bu hayır kurumunun patronlarından bir diğeri ve kitlesel kıtlığa dair hatalı öngörüleri mevcut nüfus paniğini daha fazla kışkırtmaya yardımcı olan Paul Ehrlich, geçmişte ABD’nin gıda yardımı karşılığında Hindistan’ı, 'üç ya da daha fazla çocuğu olan bütün Hintli erkekleri kısırlaştırmaya zorlaması' gerektiğini savunuyordu. Bu öneri, Indira Gandhi’nin daha sonra BM ve Dünya Bankası’nın mali desteğiyle başlattığı acımasız programı andırıyordu. İngiltere’den gelen dış yardım, bu politikanın 'iklim değişikliğiyle mücadeleye' yardımcı olduğu gerekçesiyle, 2011 gibi yakın bir zamana kadar Hindistan’da uygulanan kaba ve tehlikeli bir kısırlaştırma programını finanse ediyordu. Bu programın kurbanlarından bazıları, kısırlaştırma operasyonlarına katılmaya zorlandıklarını ifade ediyorlar. İngiltere hükümeti, eş zamanlı biçimde, Hindistan ve diğer ülkelerdeki kömür, gaz ve petrol tesislerinin geliştirilmesine milyarlarca pound değerinde yardım aktarıyordu. Buna karşın, neden olduğu krizler için yoksulları suçladı.

Malthusçuluk kolayca ırkçılığa evrilebilir. Dünyadaki nüfus artışının çoğu, büyük kısmı siyah veya esmer insanların bulunduğu en yoksul ülkelerde gerçekleşiyor. Sömürgeci güçler, 'barbar' ve 'yozlaşmış' insanların 'üstün ırkları bozacağı' hususundaki ahlaki bir paniğe atıfta bulunarak kendi vahşetlerini haklı göstermeye çalışmışlardı. Bu iddialar, günümüzde aşırı sağ tarafından 'beyazların azalması' ve 'beyaz soykırımı' hakkındaki komplo teorilerini teşvik edecek biçimde yeniden canlandırıldı. Zengin beyaz insanlar, yanlış bir şekilde, kendi çevresel etkilerinin suçunu çok daha yoksul olan esmer ve siyah insanların doğum oranlarına yüklediklerinde, parmaklarıyla onları işaret etmeleri bu anlatıları pekiştirir. Bu yaklaşım, doğası gereği ırkçıdır.

Aşırı sağ, şu anda, ABD ve İngiltere’ye yaşanan göçlere karşı çıkmak için nüfus bahanesini kullanıyor. Bunun da korkunç bir tarihsel geçmişi var: muhafazakâr öncülerden Madison Grant, çevreyle ilgili çalışmalarının yanı sıra, 'İskandinav ana ırkının' ABD’de 'değersiz ırk tipleri' tarafından 'ele geçirildiği' fikrini destekliyordu. Grant, Göçmenlik Sınırlama Birliği Başkanı olarak, 1924 Göçmenlik Yasası’nın hazırlanmasına yardımcı olmuştu.

Buna karşın, nüfus artışının bazı somut ekolojik etkileri olduğu için, bu zararlara dair orantılı kaygıları sapkın düşünceler ve ırkçılıktan nasıl ayırt edeceğiz? Azalan doğum oranlarının en güçlü belirleyicisinin kadınların özgürleşmesi ve eğitimi olduğunu biliyoruz. Kadınların güçlendirilmesinin önündeki en büyük engel ise aşırı düzeydeki yoksulluktur. Bunun etkisi, kadınlar tarafından orantısız biçimde hissedilir.

Hal böyleyken, bir insanın nüfusla ilgili endişelerinin gerçek olup olmadığına karar vermenin iyi bir yolu yapısal yoksulluğa karşı yürütülen kampanyaların kayıtlarına bakmaktır. Yoksul ülkelerin ödemesi gereken imkansız düzeydeki borçlara karşı çıktılar mı? Kurumlar vergisinden nasıl kaçındıklarına ya da yoksul ülkelerde geride neredeyse hiçbir şey bırakmadan servet edindikleri maden endüstrilerine yahut İngiltere’nin yurt dışından çaldığı paraları işleten finans sektörüne karşı çıktılar mı? Yoksa, öylece oturup insanların yoksulluğa mahkum oluşlarını izleyip sonra da doğurganlıklarından şikayet mi ettiler?

Çok geçmeden, bu üreme paniği yok olacak. Uluslar, yakında göçmenler için mücadele edecekler: demografik değişim, ardında küçülen bir vergi tabanı, kritik işleri yapan elemanlarda eksiklik ve gittikçe yaşlanan bir nüfus bırakırken, onları dışlamak değil kendilerine çekmek için uğraşacaklar. O zamana dek, zenginlerin yoksulları şeytanlaştırma girişimlerine karşı direnmemiz gerekiyor.


Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)