Irklar arası adalet idam cezasının kaldırılmasını gerektirir

ABD’de ırkçılık, kendisini en fazla idam cezalarıyla gösteriyor. Beyaz üstünlük gruplar, linç ve keyfi infazlar yerine idam cezasını bir silah olarak kullanmayı sürdürüyor.

Google Haberlere Abone ol

Bharat Malkani

Breonna Taylor, Rayshard Brooks, George Floyd ve diğer pek çok siyah Amerikalının hukuk dışı öldürülmesine tepki olarak başlayan protestolar, ABD’de ırksal adalet için yıllardır süren mücadeleyle ilgili farkındalığı artırdı. ‘Black Lives Matter’ (BLM/Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketi, bu hedefe ulaşmak için polisin finansmanını durdurmak gibi çeşitli taleplerde bulundu. Kitabımda da belirttiğim üzere, ırk temelli adalet mücadelesi idam cezasının kaldırılmasını gerektirir; zira bu uygulama, Amerika’nın kölelik, linç ve ırkçı şiddet geçmişiyle bağlantılıdır.

İdam cezasının ırkçı yapısı, sömürge dönemine kadar dayanır. 1712 yılında, New York kolonisi köleleştirilmiş insanların isyanına karşı bir yanıt olarak, sadece siyahlar için geçerli olan bir idam cezası yasasını kabul etti. Bağımsızlığın ardından, kölelik düzeni hala Amerika’daki idam cezası sistemlerini şekillendirmekteydi. Mesela, 1856’ya gelindiğinde Virginia’da köleleştirilmiş bir insanın idam edilebileceği 66 suç bulunuyordu; buna karşın, beyazları idama götürecek yalnızca bir suç mevcuttu. Basitçe söylersek, siyah insanların hayatları beyazların hayatları kadar kıymetli değildi.

Köleleştirilmiş insanlar, kısmen eziyet dolu ölümleri daha fazla hak ettikleri ve kısmen de diğer köleleştirilmiş kişilere bir mesaj verildiği düşüncesiyle, çoğu zaman beyazlardan daha korkunç infaz yöntemlerine maruz kaldılar. Bu nedenlerden ötürü, Frederick Douglass ve William Lloyd Garrison gibi dönemin önde gelen kölelik karşıtlarından bazıları, idam cezasına açık biçimde karşı çıktılar. Kölelik ve ölüm cezasıyla ilgili yanlışın aynı madalyonun iki yüzü olduğunun farkına varmışlardı: Her iki uygulama da kimi hayatların diğerlerinden daha değersiz olduğu inancına dayanıyordu.

LİNÇLER VE İNFAZLAR

Amerikan İç Savaşı, genelde Konfederasyon ve kölelik savunucuları için bir yenilgi olarak nitelendirilir; yine de savaş, beyaz üstünlükçülerinin zihniyetini değiştirmedi. Köleleştirilmiş insanların eski sahipleri ve ırk ayrımcılığını destekleyenler, artık özgür olan siyah nüfusa boyun eğdirmek için farklı yollar aradılar. 1865 yılında yürürlüğe giren ve ‘suç karşılığı ceza olması’ haricinde köleliği yasaklayan ABD anayasasındaki 13'üncü Değişikliğin içerdiği ifadelerden faydalandılar.

Ava Duvernay’in ‘13'üncü Değişiklik’ adlı belgeselinin ortaya koyduğu üzere, ceza yargılaması sistemi plantasyonların (kölelerin çalıştırıldığı çiftliklerin/ç.n.) yerine kullanılmaya başlandı ve siyah Amerikalılar idam cezasına beyazlardan daha büyük bir oranda çarptırılmaya devam ettiler. İşin gerçeği, siyah Amerikalılar, kölelik döneminde olduğundan daha fazla infaz tehlikesi altındaydı. Siyahlar ‘mülk’ olarak sınıflandırıldıklarında ve parasal bir değere sahip olduklarında, köle sahipleri çoğu zaman hayatlarının kurtarılmasını savunuyordu. Özgürleşmeden sonra, durum artık değişmişti.

Irkçı ön yargılar 1900’lerin başında ölüm cezasının varlığını sürdürmesinin merkezinde yer alıyordu. Colorado eyaleti 1897 yılında idam cezasını kaldırdı ve adli yaptırımı olan infazlar ortadan kalkınca, beyazların üstünlüğünü savunanlar siyah insanları linç etmeye başladı. Eyalet meclisi, dört yıl sonra linç çetelerini cezalandırmak amacıyla değil, aksine siyah insanların öldürülebilmesini sağlamak isteyenleri yatıştırmak için idam cezasını yeniden yürürlüğe koydu.

Ve linç karşıtı kampanyalar 1920’ler ve 1930’larda yargısız infazlarda bir düşüşe yol açtığında, buna karşılık olarak, linç yerine devlet tarafından onaylanmış idamların sayısında bir artış yaşandı.

YÜRÜRLÜKTEN KALDIRMA VE TEKRAR YÜRÜLÜĞE KOYMA

1972 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin idam cezasını yürürlükten kaldırmasına karşın, yalnızca dört yıl sonra halkın bu karara tepki göstermesinden dolayı, talep eden eyaletlerde yeniden yürürlüğe konmasına onay verdi. İdam cezası uzmanı Evan Mandery’nin belirttiği gibi, mahkemenin kararına yönelik eleştiriler, idam cezası ile ırkçılık arasındaki ayrılmaz bağlantıları bir kez daha ortaya koyan biçimde, sivil haklar çağına duyulan daha genel bir tepkinin parçasıydı.

1987’de, ırk ayrımcılığı sebebiyle idam cezasını kaldırmaya yönelik bir girişim Yüksek Mahkeme tarafından reddedildi. Mahkeme, dikkat çekici bir şekilde, idam cezasının ırk ayrımcılığı içeren bir şekilde uygulandığını kabul etmekle birlikte, bunun 'ceza yargılama sistemimizin kaçınılmaz bir parçası' olduğunu ve müsamaha gösterilmesi gerektiğini ifade etti.

YAPISAL IRKÇILIK

Ölüm cezasının ırksal ayrımcılığın temel alınarak  uygulanması, günümüze kadar küçük bir farkla sürdü. Bugün, -sanığın ırkı yerine- mağdurun ırkı, bir kişinin idam cezasına çarptırılıp çarptırılmamasını belirlemede temel rolü oynuyor. Beyaz bir insanı öldürdüğünüz bir durumda, siyah bir insanı öldürdüğünüz durumdan çok daha fazla ihtimalle idama mahkum edilirsiniz. Ayrıca beyaz bir insanı öldürmekle suçlanan siyah bir insansanız, bu ihtimal katlanarak artar. En son rakamlar, 1976’dan beridir beyaz bir kişiyi öldürme suçlamasıyla 295 siyah insanın idam edildiğini, buna karşın 21 beyaz insanın siyah bir kişinin öldürülmesi nedeniyle idam edildiğini gösteriyor.

Son dönemde, bazı durumlarda idam cezasının ırk ayrımcısı bir şekilde uygulanmasını engellemek amacıyla kimi başarılı çabalar sergilendi. Örnek olarak, 2018’de, ABD Yüksek Mahkemesi, bir jüri üyesinin “İncil’i inceledikten sonra, siyah insanların ruhları olup olmadığını merak ettim” dediği ortaya çıkınca, Keith Tharpe adlı bir adamın idam cezasını bozdu.

Yine de, ırkçılığın ölüm cezasından vaka bazında kesilip alınabilecek bir tümör olmadığı, bundan ziyade sisteme özgü olduğu apaçık ortada. Bu sebeple, ırksal adalet meselesine ciddi biçimde yaklaşan politikacılar, ırksal açıdan daha adil bir topluma giden yolun idamlara son verilmesini gerektirdiğini kabul etmelidir.


Yazının aslı The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)