Salgından sonra 'yeni dünya' nasıl şekillenecek?

Bu kabustan uyandığımızda manzara gözümüze nasıl görünecek? Karantina günleri kitlesel uyku durumunu andırırken, hiç şüphesiz ki her şey bittikten sonra hayat asla eskisi gibi olmayacak.

Google Haberlere Abone ol

Neal Ascherson

Fransızlar 'cure de sommeil' yani 'uyku tedavisi' deli oluyordy. Bu tedaviyi Bern’den Dr. Jakob Klaesi icat etmişti. Uyuşturulmuş bir halde, günler, hatta haftalar geçirirdiniz. Ardından, dikkatli bir şekilde uyandırılırdınız. Bir şeyler hakkında çok farklı hissettiğinizi düşünmeniz beklenirdi.

Politikacılar, korona virüsü koşullarında karantinada olmanın savaş zamanındaki deneyime benzediği konusunda ısrarcılar. Bir husus hariç, aslında öyle değil; o hususa da birazdan değineceğim. Öncelikle, şu anda etraf çok sessiz. Savaş gürültülüdür: Sirenler, marşlar söyleyerek yürüyen askerler, gece göğünde duyulan bombardıman uçaklarının motor sesleri...

DERİN BİR UYKUNUN ARDINDAN

Bu karantina haftaları, daha ziyade (tıbbi vb. bir yolla/ç.n.) teşvik edilmiş bir uykuya benziyor. On kişiden dokuzu hemşireler, doktorlar, otobüs şoförleri ve hayati alanlarda çalışan işçiler hakkında hiçbir şey görüp duymuyor. Cesaretlerini ve ölümlerini yalnızca radyodan, maskeli bir çocuğun bıraktığı bir gazeteden ya da ekranlardan öğreniyoruz. Çoğu insan açısından hayat beklemeye alınmış durumda. Üzerimize bir uyuşukluk çöküyor, kuş sesleriyle ruhumuz gevşerken yakınlarda bir köpek havlıyor ve ardından bir ambulans sesi duyuluyor.

Peki bu durum sona erdiğinde ne olacak? Avrupa edebiyatında ‘savaştan sonraki manzara’ denilen bir tür vardır; harabeleri, açlık ve soğuğu, ailelerden geriye kalanları aramak için gösterilen çabaları anlatır. Salgından sonraki manzara da epey yabancı olacak ama savaş sonrasına benzemeyecek.

İlk etapta, izolasyondan çıkış -uyanma- adımı dikkatli bir şekilde ele alınmalı. Bu ‘phase de sevrage’ (sütten kesme/ç.n.) süreci, hastayı solunum cihazından ayırma aşamasını ifade eder. Fransız bir doktor, “Uzun süreli olarak hayal dünyasına dalmak, bir hastanın fantezilerini deneyimlemesine, belki de aralarındaki bağlantıları keşfetmesine olanak sağlayabilir” diyor ve uyarıda bulunuyor: “Bazı hastalarda, sonradan görülebilecek depresif kaygı bozukluğuyla ilişkili ani ve şiddetli nöbetleri tetikleyen zararlı etkiler görmek söz konusu olabilir.”

Fanteziler ve endişeler her zaman içimizdedir. Ve bu noktada savaş zamanıyla bir karşılaştırma yapmak işe yarayabilir. Virüsün yol açtığı olağanüstü durum ne kadar uzun sürerse, virüs öncesi dünyanın bilgisi de o kadar inandırıcılıktan uzak ve gerçek dışı görünmeye başlar. İkinci Dünya Savaşı’nda durum tam olarak böyleydi. “Barış dönemi…”

ESKİNİN O ‘TATLI’ GÜNLERİ GEÇMİŞTE KALDI

Yalnızca birkaç yıl öncesinde, istediğiniz kadar şekerleme alabileceğiniz bir İngiltere gerçekten de var mıydı? Milyonlarca erkek ve kadının iş başı yapmasının istenmediği, yoksulların doktora gitmeye parasının yetmediği, orta sınıf ailelerin hizmetçilerinin olduğu ve evin hanımı huysuz bir günündeyken hizmetçisini rahatça işten atabildiği bir dönem yaşanmış mıydı? Geçmişte, şu soruları sormaya başlayanlar yalnızca işçi sınıfından insanlar değildi: “Gerçekten de böyle yaşamaya devam edebilir miydik? Bu savaş her şeyi değiştirdi. Bazı açılardan kötü oldu ama hayat böyle süremezdi.”

Şimdi de hiç şüphe yok ki 'her şey bittikten sonra hayat asla eskisi gibi olmayacak' ve 'tüm bunlara geri dönemeyiz' duygusu var.

Bunu yalnızca ‘yapamaz’ mıyız? Bizi yönetenlerden bazıları, sadece eşitsizliklerle şekillenen ‘kendi’ İngilterelerini geri getirmeyi hayal edebilirler. Kurtarma harcamalarının ardında bıraktığı devasa borçlarla yüz yüzeyken, bu salgın aylarında gösterilen gerçek ve hararetli dayanışmadan onlar da istifade edeceklerdir. Sosyal hizmetlerin ve yoksulların zarar görmesine aldırmaksızın, “Hepimiz aynı gemideyiz” sloganıyla vahşi bir kemer sıkma kampanyasını dayatacaklardır.

Buna karşın, tıpkı 1945’te olduğu gibi bazı sesler “Bir daha asla!” demeye başlıyor. Tıpkı dedikleri gibi: Bir daha asla insanları acil bir durumda çaresiz bırakan ‘kemer sıkma’ olmamalı. Bir daha asla refah devletinin ve her şeyden önce NHS’nin (sosyal güvenlik sisteminin/ç.n.) zayıflatılmasına izin verilmemeli. Öyle bir noktaya gelmeliyiz ki, neoliberalizm bir daha asla var olmamalı. Fakat somut duruma baktığımızda, 'bir daha asla' siyasetini kim yürütecek? Yoksa bu umutlar yalnızca 'uzun bir süre için hayal dünyasına dalıp gitmek' ya da İngiltere’nin korona komasından uyanırken yaşadığı ve 'depresif kaygı bozukluğu nöbetlerine' dönüşen acıklı fanteziler mi?

Salgından sonra manzara farklı görünecek. Bu yılın sonunda anlaşmasız ve ‘intihara meyilli’ bir Brexit (AB’den ayrılma süreci/ç.n.) saçmalığı gerçekten de uygulanırsa, devletin verdiği kredilere rağmen yüzlerce firmanın iflasıyla birlikte kitlesel işsizlik çok daha kötü hale gelecek. Büyük şirketler daha küçük işletmelerden geriye kalanları yamyamca yerken, zenginlik ve gücün daha az sayıdaki insanda toplandığını göreceğiz. ‘Kemer sıkma’ koşullarında kamu harcamalarının azalmasıyla birlikte, iflaslar toplumsal refah ve araştırmalar için çalışmalar yürüten hayır kurumlarını ve fonları da harap ediyor.

YENİ DÜNYA NASIL ŞEKİLLENECEK?

Buna karşın, tünelin ucunda yeni bir ışık görünüyor. Neoliberalizm öldü ama Boris Johnson’ın ondan ayrışan kendi yolu, Avrupa neopopülizminin Birleşik Krallık versiyonunun yolunu açıyor: Güçlü şekilde milliyetçi, kendini dünyadan izole etmiş ve yabancı düşmanı bir devlet, insan haklarına karşı sertlik yanlısı ve ‘kenara itilmiş’ kitlelerin refahı için daha büyük harcamalar yapan bir yönetim. Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın ticaret hayatını kurtarmak için keşfettiği milyarlar, tıpkı kentlerin hoyrat bir şekilde uyuyan milyonlarca insanı barındırdığının keşfedilmesi gibi, daima nelerin mümkün olabileceğini bizlere gösteriyor. Borçlar ve bütçe açığı -Muhafazakârların tutucu tavrını alt üst ederek- hızla artıyor ama neticede çok da ölümcül görünmüyorlar. Ve buna bir ölçek orta düzey enflasyon eklenebilir mi? Neden olmasın?

Devlet, sahneye geri döndü. Bu, Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi açısından ‘özgürleştirici’ bir düşünce. Fakat 2020’lerde güçlü bir İngiliz devleti acaba neye benzeyecek? Tarihçi David Edgerton, kendi kendisine şu soruyu soruyor; “İngiltere ne zaman İngiltere’ydi?” Yanıtı şöyle: İmparatorluğun zirvede olduğu günlerde değil, 1940’ta da değil, belki 1945’ten sonraki savaş ertesi yıllarda böyleydi. Ardından, İngiltere kati biçimde merkezi ve planlı bir devlet haline geldi. Neredeyse kendi kendine yeten ‘İhraç et ya da Öl!’ politikası, o dönemde daha önce hiç olmadığı kadar sanayiye yayılmıştı. Edgerton, Muhafazakârların yanı sıra İşçi Partisi’nin de benimsediği bu ‘ekonomik milliyetçiliğin’ ancak 1980’lerde bozulduğunu ifade ediyor. Serbest piyasa dogmasının gelişiyle, devletin iç burkucu biçimde küçülmesi ve gerilemesi, İngiltere’deki fay hatlarını daha fazla birbirinden ayırdı.

Geçmişteki ‘güçlü İngiltere’ ardında daha sağlıklı, daha güvenli, daha iyi eğitimli ve daha eşit halklar bırakmıştı. Bununla birlikte, o günlere geri dönmek artık mümkün değil. Sanayi bazlı ekonomi devri artık sona erdi. İskoçya ve Galler’i tekrar İngiliz hükümetinin denetimi altına almak için zorlayabileceğinizi de unutun! Johnson’ın ‘güçlü İngiltere’si’ yalnızca İngiltere’nin, Polonya veya Macaristan’daki baskıcı popülizmi cılız biçimde taklit etmesi anlamına gelebilir.

Yine de şimdiki salgın dönemi gibi büyük bir acil durum, insanların sahip oldukları gücü tekrar hissetmelerini ve geçmişin liderlerini beklemeden harekete geçebileceklerini fark etmelerini sağlayabilir. En nihayetinde, bu uzun soluklu uyku tedavisinden uyandığımızda, bu ‘bir daha asla’ fikrini solgun bir hayalden ziyade gerçek hayatta var etme şansına sahibiz. Bu bir şans ama aynı zamanda hepimiz ayağa kalkıp etrafa bakınırken birkaç ay boyunca yaşadığımız yaratıcı bir kafa karışıklığı. “Uykundan bir aslan gibi uyan” diyordu Shelley. Yapacak pek çok şey var ama bunları hızlı biçimde yapmalıyız.


Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)