Agamben: Bir soru*

İlk olarak, ve belki de en ciddi olanı, ölen insanların cesetlerine ilişkin. Nasıl oldu da, sırf açıkça belirtilemeyen bir risk adına, sevdiklerimizin ve genel olarak insanların bir başına ölmesi gerektiğini, bununla da kalmayıp ölü bedenlerinin cenaze töreni olmaksızın yakılmasını kabul edebildik?

Google Haberlere Abone ol

Giorgio Agamben

“Veba, kent için yozlaşmanın başlangıcı oldu…. Hiç kimse öncesinde iyi olduğunu düşündüğü şeylerde sebat etme eğiliminde değildi artık, çünkü muhtemelen bunlara ulaşamadan öleceğine inanıyordu” (Thukydides, Peleponnes Savaşları).

Bir aydan fazladır durmaksızın düşündüğüm bir soruyu merak edenlerle paylaşmak istiyorum. Nasıl oluyor da koca bir ülke, hiç fark etmeden, bir hastalık karşısında politik ve etik olarak çöktü? Sorgulamamı formüle etmek için kullandığım sözcükler tek tek dikkatlice tartıldı. Etik ve politik ilkelerimizden feragat edişimizin ölçüsü aslında çok basit: Nesele, ne noktada bu ilkelerden feragat etmeye hazırlıklı olmadığımızı kendimize sormak. Yazının geri kalanında öne sürülen noktaları göz önünde bulundurma zahmetine giren okuyucuların, insanlık ile barbarlığı birbirinden ayıran eşiğin -ya farkında olmadan ya da farkında değilmiş gibi yaparak- aşıldığına katılmadan edemeyeceğini düşünüyorum.

1- İlk olarak, ve belki de en ciddi olanı, ölen insanların cesetlerine ilişkin. Nasıl oldu da, sırf açıkça belirtilemeyen bir risk adına, sevdiklerimizin ve genel olarak insanların bir başına ölmesi gerektiğini, bununla da kalmayıp ölü bedenlerinin cenaze töreni olmaksızın yakılmasını kabul edebildik? Antigone’den beri insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir şey bu.

2- Daha sonra sırf açıkça belirtilemeyen bir risk adına, ülkenin tarihinde İkinci Dünya Savaşı’nda bile gerçekleşmemiş bir şeyi (savaş esnasında sokağa çıkma yasağı yalnızca belirli saatlerle sınırlıydı), yani hareket özgürlüğümüzün kısıtlanmasını sorunsuz bir şekilde kabul ettik. Akabinde, sırf açıkça belirtilemeyen bir risk adına, arkadaşlık ve aşk ilişkilerimizi, yakın çevremiz olası bulaşı kaynağı haline geldiğinden de facto (fiilen) askıya aldık.

3- Bunun olmasını mümkün kılan şey – işte burada olgunun kökenine geliyoruz –birbirinden ayrılmaz olan bedenli ve manevi yaşamsal deneyimimizi, bir yanda saf biyolojik teşekkül, diğer yanda duygulanımsal ve kültürel yaşam olacak şekilde birbirinden ayırmış olmamızdır. Bu ayrımda modern tıbbın oynadığı rolü Ivan Illich göstermiş, David Cayley ise kısa bir süre önce bunu burada bizlere anımsatmıştı, bu durum verili kabul edilse de aslında mevcut bütün soyutlamaların en büyüğüdür. Bu soyutlamanın, modern bilimde, bedeni sadece bitkisel hayatta tutan reanimasyon tertibatları aracılığıyla hayata geçirildiğini çok iyi biliyorum. Ama şayet bu durum, kendine has mekansal ve zamansal sınırların ötesine geçip tıpkı bugün yapmaya talip olduğumuz gibi bir tür toplumsal davranış ilkesi haline gelirse içinden çıkılmaz çelişkilere düşeriz.

Biliyorum ki birileri çıkıp aceleyle, karşı karşıya kaldığımız bu durumun geçici olduğunu, sonrasında her şeyin eski haline döneceğini söyleyecektir. Gerçekten bunu kendimizi kandırmadan tekrar edebiliyor oluşumuz tuhaf, öyle ya olağanüstü hal ilan eden yetkililer, mevcut olağanüstü hal geçtiğinde aynı talimatları izlemeye devam etmek zorunda olduğumuzu ve manidar bir hüsnü-tabirle “sosyal mesafelenme” diye anılan durumun, toplumun yeni kurucu ilkesi olacağını bizlere anımsatmaktan geri durmuyorlar. Ne olursa olsun, ister dürüstçe ister kendimizi kandırarak boyun eğmeye rıza gösterdiğimiz bu durum geri çevrilemez.

Şu noktada, her birimizin tek tek sorumluluklarını ifade etmiş olduğum için, insan haysiyetini korumakla görevli olanların daha ciddi sorumluluklarını anmadan edemem. Her şeyden önce kendini çağımızın gerçek dini haline gelmiş olan bilimin hizmetçisi kılan Kilise, en asli ilkelerini kökten reddetmiş durumda. Kendine Francis (Fransua) adını veren Papa’nın yönetiminde Kilise, Fransua’nın cüzzamlıları kucaklamış olduğunu unuttu. İnayet işlerinden birinin hasta ziyareti olduğunu unuttu. Komşumuzdan vazgeçmenin inancımızdan vazgeçmek demek olduğunu ve inanç yerine yaşamımızı feda etmeye hazır olmamız gerektiğini öğreten şehitleri unuttu.

Görevlerini yerine getirmekte başarısız olan bir diğer grup da hukukçulardır. Bir süredir, demokrasiyi tanımlayan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak suretiyle yürütme erkinin yerine de facto yasama erkini koyan olağanüstü hal hükümlerinin birbiri ardı sıra kullanılmasına alıştırılmış durumdayız. Ama bu durumda, bütün sınırlar aşılmış durumda, başbakanın ve sivil savunma başkanının sözlerinin doğrudan kanun hükmüne sahip olduğu izlenimi ediniyoruz, ki Führer için de böyle denirdi. Bizler, olağanüstü hal yasalarının geçerli olacağı zamansal sınırların ötesinde, özgürlüğe getirilen kısıtlamaların, söylendiği gibi, nasıl sürdürüleceğini öngöremiyoruz. Hangi yasal aygıtlarla? Daimi bir olağanüstü hal ile mi? Anayasanın kurallarına uyulup uyulmadığını soruşturmak hukukçuların görevi ama hukukçuların sesi çıkmıyor. Quare silete iuristae in munere vestro? (Hukukçular neden onları ilgilendiren konularda sessiz?)

Birilerinin illa çıkıp da ahlaki ilkeler adına -şüphesiz ciddi- bir fedakarlık yapıldığını söyleyerek buna cevap vereceğini biliyorum.

Onlara şunu hatırlatmak isterim: İyiyi kurtarmak için iyiden feragat etmemiz gerektiğini söyleyen bir norm, özgürlüğü korumak için özgürlükten feragat etmek gerektiğini öne süren bir norm kadar yanlış ve çelişkilidir.

*Bu çeviri ilk olarak terrabayt.com'da yayınlanmıştır. Yazı, İngilizcesinden Türkçeye, Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş tarafından çevrilmiştir.