Mülteciler salgında kasten feda ediliyor

Avrupa’nın korona virüsüne verdiği tepki bugüne dek ulus devletler ile vatandaşlara odaklandı; vatansız mülteciler herhangi bir önlemden mahrum bırakıldı. Aşırı kalabalık ve yetersiz hizmet verilen kamplar virüsten önce de zaten bir sağlık tehlikesi barındırıyordu. Mültecilerin salgın sırasında kasten ihmal edilmesi, onların feda edilmesi anlamına geliyor.

Google Haberlere Abone ol

Bilgin Ayata

Covid-19 salgını dünyanın birçok yerinde siyasi ve toplumsal alana hızla hâkim oldu. AB’de ulusal sınır denetimleri, seyahat yasakları ve ulusal çapta tecritlerin başlatılması, kamu hayatını son zamanlarda görülmemiş bir ölçekte askıya aldı. Bu karmaşanın kalıcı etkileri, şu anımız ve geleceğimiz hakkında yaşanan tartışmalarda anahtar konular haline geldi.

Mültecilerin Covid-19 salgınına verilen tepkilerdeki yeri üzerine hazırlanan bu mini diziyle, mültecileri analizin merkezine koyarak devletlerle özneler arasındaki ilişkileri keşfetmeye çalışıyoruz. Bizim odak noktamız Avrupa’daki mültecilerin durumu; fakat analiz Meksika-ABD sınırına, Bangladeş’teki mültecilere, Suriye’de ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilere veya işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere kadar genişletilebilir.

HİÇBİR HAKKI OLMAYANLARIN DURUMU

Dünyadaki mevcut ulus devlet düzeninde, son 70 yıl içinde mültecilere yönelik uluslararası bir koruma rejiminin oluşturulmasına karşın, mülteciler ‘hak sahibi bir vatandaşın’ tam tersi bir görünüm arz etmeye devam etmektedir. Geçtiğimiz haftalarda, kısıtlayıcı ulus devletlerin yeniden canlandığına, bazı AB üye ülkelerinde iltica prosedürlerinin askıya alındığına ve kamplarda yaşayan mülteciler için somut koruma önlemleri alınmadığına şahit olduk.

Bu küresel tehdide verilen tepkiler, Avrupa Birliği’nde bile, çoğunlukla ulusal temelde gerçekleşti ve bu da ulus-devleti ve vatandaşları zoraki biçimde eylem merkezine yerleştirdi. İtalyan hükümetinin ilk yardım çağrıları diğer AB üye ülkeleri tarafından yaygın biçimde görmezden gelindi. Almanya ve Fransa gibi güçlü ülkeler, virüsü engellemek ya da tatil yerlerinde bulunan vatandaşlarını pahalı hava taşımacılığı yoluyla geri getirmek gibi kendi tedbirlerini almakla meşguldü. AB, ‘eğriyi dümzleştirmek’ için süren ulusal yarışların sınır hatlarında dikilip duruyor.

Avrupalı liderler, ulusal ekonomiler, ulusal halk sağlığı ve ulusal eğitim sistemlerinden bahsediyor. Ancak Trump ve Orbán gibi faşizm heveslilerinin ayrımcı milliyetçiliğinin aksine, Merkel ve Macron’un kriz milliyetçiliği söylemleri itina, nezaket ve dayanışmayı vurguluyor. Onlar, kendi halklarına, savunmasız insanları korumamız gerektiği için evde kalmaları çağrısı yapıyorlar.

Bu çağrının öneminden şüphe etmeksizin sorulacak kritik soru, bir ülkede acil durum ilan edildiği durumda savunmasız kişileri kimlerin oluşturduğudur. Yahut, farklı bir ifadeyle, kimler savunmasız olanlara yönelik koruma uygulamalarından sessizce dışlanır ve bu listeden silinir?

Mülteciler, savunmasız bir nüfus olarak, bir halk sağlığı acil durumu sırasında dünyanın herhangi bir yerindeki kamp ortamında yüksek tehdit altındadır. Ancak AB’de buna ek faktörler yaratan biçimde iki kriz politikasının kesiştiği bir nokta mevcut.

YANLIŞ POLİTİKALAR KRİZİ BÜYÜTÜYOR

2015 yılından itibaren bir yıl içerisinde yaklaşık 2 milyon sığınmacının Yunanistan ve İtalya üzerinden AB’ye girmesiyle bir ‘Avrupa mülteci krizi’ söylemi dolaşıma sokuldu. AB’ye gelenlerin toplam sayısı Türkiye, Ürdün veya Lübnan’ın ev sahipliği yaptıklarıyla kıyaslandığında gayet küçük olsa da kriz söylemi, farklı üye devletler arasında artan kutuplaşmanın büyümesiyle git gide daha fazla kullanıldı. Avrupa Komisyonu tarafından, AB’nin güney sınırlarında göç kontrolünün daha da militarize edilmesinin yolunu açan bir takım yeni önlemler yürürlüğe kondu.

Komisyon tarafından 2015 yılında hazırlanan ‘Avrupa Göç Gündemi’, FRONTEX ve EASO gibi AB kurumlarının AB üye ülkelerinin ulusal göç politikalarını yönetmesine ve bunlara müdahale etmesine olanak tanıyan ‘Hotspot Yaklaşımı’nı (Sıcak Nokta) uygulamaya koydu. Bugüne kadar, bu yaklaşım, ‘sıcak nokta’ tesislerinde parmak izi alınması, kimlik tespiti ve kayıt yapılması için İtalya ve Yunanistan’a dayatıldı.

Görünüşte idari nitelikte olan bu prosedürler, aslında bir sığınma başvurusu için kimlere izin verileceğini, kimlerin başvurmak için yetersiz olduğunu ve reddedileceğini belirleyen, insanların uyruk bilgilerine dayanan bir biyopolitik filtreleme mekanizması içermekte. Bu ön eleme, bireysel değil kolektif kriterlere dayanıyor; bu nedenle 1951 Cenevre Sözleşmesi ve AB’nin buna olan bağlılığını da ihlal ediyor. Ayrıca, geçici bir acil durum önlemi olarak sunulan Hotspot yaklaşımı için, binlerce sığınmacının kaderini şekillendirmiş olmasına karşın, hâlâ kapsamlı bir yasal çerçeve sunulmuş değil.

Burada görebileceğimiz şey, AB’nin sınırlarına izinsiz biçimde gelenleri engelleme çabalarının, sistematik insan hakları ihlalleriyle birlikte mültecileri koruma yükümlülüklerinin ihmal edilmesine yol açan yasadışı bir gri bölgeye nasıl taşındığıdır. Bu gelişmelerin hepsi de daha eski politik önlemler üzerine inşa edilmiş, bununla birlikte mülteci krizi söyleminde yoğunlaşmış ve sertleşmiştir.

Salgının ciddi boyutlarda kriz önlemlerine yol açmasından hemen önce, Avrupa kamuoyunun bu konuya dair ilgisi çoktan yitmiş gibiydi. 1 Mart günü Türkiye, Yunanistan’la olan sınırlarını mültecilerin geçişine açtığında, Yunanistan-Türkiye sınırında ortaya çıkan ikinci bir ‘mülteci krizi’ tehdidi, Covid-19’un yayılmasından daha büyük bir endişe kaynağı olarak görülüyordu.

MÜLTECİLERİN DAHA DA ZORLAŞAN KOŞULLARI

Bir başka büyük mülteci akınının 2015’teki kriz senaryolarını canlandırmasından korkan Yunan hükümetinin verdiği militarist tepki, AB tarafından genel bir destekle karşılandı. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen Yunanistan’ı ziyaret etti ve birliğin dış sınırlarını göçten koruyan bir Avrupa kalkanı olması nedeniyle Yunan hükümetine teşekkürlerini sundu.

AB üyesi ülkelerin tümü yalnızca birkaç gün sonra, ulusal sınır kontrollerini yeniden yürürlüğe koyarak ve seyahat yasakları uygulayarak, korona virüsünün yayılmasına karşı önlem almaya başladı. Olayların dramatik bir şekilde değişmesiyle, devletler olağanüstü acil durum önlemlerine başvurdu. Şimdiye kadar kamplardaki mülteciler ve sığınmacıların payına düşen ironik önlemler şunlar: Seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, erzakların karneye bağlanması, önceliklere göre sıralama, tecrit, mekânsal sınırlama.

Birkaç gün içerisinde, birden bire Avrupa vatandaşları özgürlük, tıbbi bakım, eğitim, güvenlik, gıda, sabun ve tuvalet kâğıdı gibi hususlarda endişelenmenin ne anlama geldiğini hafif şekilde tattı. Virüsün yayılmasını kontrol altına alma amacı taşıyan tedbirler, vatandaşların temel haklarının bir kısmını da beklemeye aldı.

Avrupa’daki kamplarda mahsur kalan binlerce insan için varoluşsal soru, bu değişimin mülteciler açısından ne gerektirdiğidir. Şimdiye kadar demokratik standartların sınırları vatandaşlar için bile gerilmişken, vatansız olanları ne bekliyor? Bu acil durum koşullarında her türlü haktan mahrum ve en savunmasız durumda olan insanları kim koruyacak?

Bu mini dizi, bu meseleleri iki acil nedenden dolayı araştırıyor. Öncelikle belirtelim ki, toplum ve siyaset tarafından öteki, yabancı, hak sahibi olmayan ve marjinal olarak kabul edilenlere yönelik muamelenin, geleceğin bir habercisi olarak çağımızın durumuna ilişkin düşüncelerin merkezinde yer alması gerektiği konusunda birçok siyaset kuramcısıyla aynı fikirdeyiz. Dahası, göç ve kamplar hakkında çalışan akademisyenler olarak, ister Yunanistan veya İtalya’da isterse başka yerlerde olsun, kalabalık kamplardaki mültecilere yönelik gerçek bir önlem alınmadığından, hâlihazırda gözlerimizin önünde yaşanan şeyle ilgili derin bir endişe yaşıyoruz.

Altyapının göç yönetimindeki rolüyle ilgili karşılaştırmalı araştırmamızın bir parçası olarak*, 2019 yazında Yunanistan ve İtalya’daki ‘sıcak nokta’ tesislerini ziyaret ettik. Her şeyden önce şunu dile getirmek gerekir: Çok sayıda STK (sivil toplum kuruluşu) akademisyen ve gazetecinin de belirttiği üzere, Yunan sıcak noktaları onurlu bir insanın hayatta kalması için gereken şartlardan yoksun. Kendi saha araştırmamız, geçtiğimiz dört yıl boyunca sistematik ve kronik bir durum olan temel altyapı eksikliğinin yıkıcı sonuçları olduğuna dair açıklamaları destekliyor.

Bu kampları ziyaret eden herkes gibi biz de utandık, öfkelendik ve inancımızı yitirdik. Çoğu Avrupa ülkesinin dahil olduğu veya çıkar sağladığı savaştan, yoksulluktan ve yıkımdan kaçan mültecilerin dikenli tellerle çevrili kamplarda tutuluyor olması, hazmetmesi kolay olmayan tarihsel imgeleri çağrıştırdı.

EN TEMEL İHTİYAÇLARDAN BİLE YOKSUNLAR

Midilli ve Samos’taki kamplar, aşırı kalabalık nüfusları nedeniyle gerçek kampların ötesine geçen gayri resmi yerleşim birimlerini anımsatırken, Sakız, Leros ve Kos’ta bulunan sıcak noktalar daha fazla kontrol altında olsalar bile daha iyi koşullar sunmuyorlar. Suya, gıdaya, barınağa, tıbbi bakıma, sağlık önlemlerine ilişkin yetersiz erişimin söz konusu olduğu bu kampların yanı sıra, fiziksel koruma, güvenlik ya da mahremiyetin çok az olduğu İtalyan sıcak noktaları ve ilk kabul merkezlerindeki yetersiz koşullar, normalleştirilmiş gerçeklik haline geldi.

Daha salgın başlamadan önce bile, UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) ve doktorlar bu kampların hastalıklar için bir yuva haline gelebileceği ve kapatılması gerektiği konusunda uyarılarda bulundu. Korona virüsü tehdidi, bizzat bu kampların oluşturduğu sağlığa ilişkin tehlikeleri daha da ağırlaştırıyor. Bu kamplarda Covid-19’a karşı sosyal mesafe ve el yıkama gibi en temel önleyici tavsiyelere bile uyulması imkânsız.

STK’ların ve politikacıların bu kampların tahliye edilmesine yönelik çağrıları son birkaç gün içinde çoğaldı ve çağrılar Avrupa Parlamentosu’nda da takip edildi. #LeaveNoOnebehind (Kimseyi Geride Bırakma) girişiminin 29 Mart’ta düzenlenen çevrimiçi protesto gibi sosyal medya kampanyaları, giderek artan oranlarda destek topluyor. 28 Mart’ta Portekiz, sığınma işlemlerini askıya alan ülkelerin aksine, herkesin hayat kurtaran kamu hizmetlerine erişimini sağlamak için, vatandaş olmayanlara da daimi vatandaş muamelesi yapacağını ilan etti.

Dayanışma ve eşit muameleye yönelik bu eylemler ve davranışlar, vatandaş-mülteci ayrımına ve koruma sınırlarına meydan okumaya yönelik kayda değer müdahalelerdir. AB Komisyonu’nun kendisi bugüne dek bu çağrılara yanıt vermedi, sorunu ele alamadı ve harekete geçemedi. Mültecilerin salgın sırasında kasten ihmal edilmesi kararının, kırılganlığın üzerini örtmekle kalmayıp aynı zamanda onların kasıtlı olarak feda edilmesini içerdiği açık.

Not: Bu makalenin amacı, İtalya ve Yunanistan’dan gelen raporlarla oluşturulan bir mini dizinin tanıtımı ve Avrupa Birliği dahilinde hareket özgürlüğünün durumunu gözden geçirmektir.

*Araştırma projesi, Yunanistan ve İtalya’daki ‘Hotspot Yaklaşımı’nın uygulanmasını inceliyor ve Tunus, Libya ve Türkiye üzerindeki etkilerini araştırıyor. Disiplinler arası araştırma ekibi sosyal bilimciler ve mimarlardan oluşuyor. Proje, İsviçre Uluslararası Araştırmalar Ağı tarafından finanse edilmektedir.

Makalenin orijinali, Eurozine sitesinde yayımlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)