Kant, rafları boşaltanlar hakkında ne düşünürdü?

Immanuel Kant, kendimizi koruma meselesi söz konusu olduğunda hepimizin kendimiz için istisnalar yapmak gibi doğuştan gelen bir eğilimi olduğunu söyler. Korona virüsü salgınıyla beraber ortaya çıkan 'panik alışverişi' kavramı hakkında Kant ne düşünürdü?

Google Haberlere Abone ol

Matthew Barnard

Korona virüsü krizi, bizleri davranışlarımıza alışık olmadığımız bir biçimde bakmaya zorladı. Bireysel korunma ve menfaatlerimizden ziyade, kolektif iyilik dahilinde hareket etmemiz isteniyor. İyi niyetli insanlar için bile bunu yapmak o kadar da kolay değil.

Bu durum hükümetler açısından bir sorun teşkil ediyor. Pratikte, hükümetin tavsiyelerine uymamız ve yalnızca ihtiyacımız olan şeyleri satın almamız gerekiyor. Bu davranışları polisiye tedbirler vasıtasıyla bizlere uygulatabilirler; buna karşın İngiltere hükümeti gibi bazıları, bir bütün olarak toplum yararına hareket etmek hususunda görev ve ahlâk anlayışımıza hitap etmeyi tercih ettiler. ”Zorundasın” yerine “Senden bunu istemek zorundayız” diyorlar. Doğru olanı yapmamız için topluluk ruhunu yardıma çağırıyorlar.

KİMİN AHLÂKI?

Buradaki kilit nokta, yönlendirilmeye ihtiyaç duymaktan ziyade, bir görev duygusuyla kurallara uymamız gerektiğidir. Kahve tedarikimi karneye bağlamak zorunda olduğum gerçeğine bakılırsa, bu yaklaşım tartışılır bir başarı elde ediyor.

Friederich Nietzsche, ahlâka hitap eden çağrıların polisiye tedbirden daha cılız bir güç ve disiplin sistemi olmadığını savunur. ‘Ahlâkın Soykütüğü Üzerine’ adlı kitabında, ahlâki düşüncenin ilk etapta iyi ve mutlu bir insan olma arzusundan değil, üst sınıfların kendilerini alt sınıflardan ayırmasının bir yolu olarak oluşturulduğunu ve alt sınıfların neden daha az şanslı olduklarını haklı çıkarmayı amaçladığını savunur.

Birçok dilde, ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ kelimelerinin ‘temiz’ ve ‘kirli’ kelimelerinden kaynaklandığının altını çiziyor. Üst sınıfların ahlâki asaletinin kanıtı onların temizliğiydi ve alt sınıfların ahlâki düşkünlüğü, içinde yaşadıkları pislik aracılığıyla apaçık ortadaydı.

‘Temiz’ olmanın ‘ahlâki bir görev’ olduğu ve el yıkama, yüz bakımı ve sosyal mesafe gibi bedensel disiplin gereklerine uymayan insanların yalnızca tehlikeli değil, aynı zamanda bencil olduğu söylendiği için, bu düşüncenin günümüzde hâlâ geçerli olduğunu görüyoruz.

AKILCI DAVRANMAK

Burada itiraza konu olan ahlâk türü, felsefe tarihinde ilk kez 18'inci yüzyıl filozofu Immanuel Kant tarafından dile getirildi. Kant, yaptığımız işin iyi sonuçları olup olmaması ya da sağlam bir karakterden ortaya çıkıp çıkmamasıyla ilgilenmiyor; o, yalnızca akılcılık doğrultusunda akılcı biçimde hareket edip etmediğimizle, yani makul olup olmadığımızla ilgileniyor.

Kant, ‘Groundwork for the Metaphysics of Morals’ (Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi) adlı kitabından başlayarak, hepimizin ‘kategorik zorunluluk’ diye adlandırdığı ahlâki bir talimatı takip etmemiz gerektiğini savunarak, bizi rasyonel davranmaya teşvik etmeye çalışır; bize, herkes yapıyor olsa bile mantıklı olmayan şeyler yapmamamız gerektiğini söyler. Başkalarını irrasyonel (akıl-mantık dışı/ç.n.) olmaya zorlayan bir şekilde hareket etmek, kendi içinde irrasyoneldir. Bu, insanın saygınlığına karşı bir hakarettir.

Bununla bağlantılı bir örnek, panikle yapılan alışverişlerdir. Süpermarketlerde ihtiyaç duyduğum şeylerden daha fazlasını satın almam testi geçemiyor, zira herkesin ihtiyaç duyduğundan daha fazlasını satın alması mümkün değil; ancak nüfusun küçük bir bölümünün bunu yapması mümkün. Buna karşın, hepimiz yalnızca ihtiyacımız olan şeyleri satın alırsak, herkes ihtiyaç duyduğu şeyi satın alabilir.

BİREYCİLİĞİ ÖVERKEN ORTAKLAŞMAYA ÇAĞIRMAK!

Kant’ın daha sonra kaleme aldığı bir kitabında belirttiği üzere, buradaki sorun, kendimizi koruma meselesi söz konusu olduğunda, hepimizin kendimiz için istisnalar yapmak (kendimizi kayırmak/ç.n.) gibi doğuştan gelen bir eğilimi olması. İhtiyacım olandan fazlasını satın alma dürtüsünün, ekmek almak için mücadele etmemin asıl nedeni olduğunu biliyorum. Yine de, sonuç itibariyle markette bir haftadır ilk kez ekmek gördüğümde, ihtiyacım olandan daha fazlasını satın alma olasılığım söz konusu; çünkü tekrar ne zaman ekmek bulacağıma dair bir endişe taşıyorum ve kendimin ve ailemin ihtiyaçlarını toplumun ihtiyaçlarının ardında görmekten çok hoşlanmıyorum.

Toplumu kendimden önce görme hususundaki bu isteksizliğimin temel sebebi, Kant’ın -ve kimi hükümetlerin- bireyciliğe bağlı bir nüfusa toplumsal çıkarlar doğrultusunda harekete geçmeleri yönünde çağrıda bulunması.

İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın durumu söz konusu olduğunda, belirsiz bir talimattan ziyade katı emirleri yürürlüğe koymada gösterdiği tereddüt, kayıtsızlıkla değil, kişisel özgürlüğe dair naif bir inanç ve devlet iktidarına duyulan derin bir güvensizlikle bağlantılıdır. Kısacası, Johnson’ın serbest piyasa, özerklik ve küçük bir devletin ideallerine duyduğu bağlılıktan kaynaklanır. Bu durum, akıllılık, esneklik, çeviklik ve kendini koruma gibi panik alışverişinde görülen ‘girişimciliğin erdemlerinin’ en açık neticesini fark etmemizi sağlar.

Yalnızca gerçekten ortaklaşmacı (kolektivist/ç.n.) bir toplum kitlesel bir ölçekte kendini tecrit edebilecektir. Bireye övgüler düzen ve bizleri kendimiz için istisnalar yapmaya teşvik eden kişiler, korona virüsü salgını gibi bir kriz karşısında bile mücadele etmeyi sürdürecektir.

Bu yüzden, birçok hükümetin artık polisiye tedbirler ile tamamen zorunlu tecritlere başvurmak zorunda kalmış olması hiç şaşırtıcı değil. Kant’ın bizi ahlâki olarak hareket etmeye teşvik etmek amacıyla laik felsefesiyle çelişen biçimde tanrının gücünü yardıma çağırdığı yerde, modern liderler şimdi devletin gücünü yardıma çağırmak zorunda kalıyorlar ve kriz sona ermeden önce bunu birkaç kez daha yapacaklar.

Yazının aslı The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)