Dünya Forum... Kolera salgınları: New York’ta 1832’de başlayan kâbus

New York Şehri (NYC), 19. yüzyıl boyunca inanılmaz bir hızla büyümüştü. Her yıl binlerce göçmen, kentin sunduğu fırsatların peşine düşüp buraya göç ediyordu. Bununla birlikte, nüfustaki bu dramatik artış, kent yönetimini hazırlıksız yakalamıştı. Bu kadar sıkışık ve sağlıksız bir kentsel alanda yaşamanın birçok tehlikesinden biri de salgın hastalık ihtimaliydi. New York Şehri, 1832’den önce birçok salgın hastalığa maruz kalmış olsa da kolera hastalığı bu kıyılara yabancıydı. Yine de, 250.000 nüfusa sahip olan şehrin bir salgına uygun bir zemin sunduğu biliniyordu.

Google Haberlere Abone ol

Kolera, ‘Vibrio cholerae’ adı verilen bir bakterinin neden olduğu bulaşıcı bir hastalık. Bu bakteri türü genellikle kıyı alanları boyunca, haliçler ve körfezler gibi kısmen tuzlu ve sıcak sularda yaşar. İnsanlar, bakteriyle kirlenmiş sıvıları içtikten ya da çiğ veya az pişmiş kabuklu deniz ürünleri gibi bakterilerin bulaştığı yiyecekleri yedikten sonra, Vibrio cholerae’yi vücutlarına alırlar. Kolera bakterilerinin yüzlerce suşu, yani alt türü bulunur: Vibrio cholerae’nin ‘O1’ ve ‘O139’ denilen suşları, salgınlara ve ölümlere neden olduğu bilinen iki alt türdür. Bu suşlar, bağırsakları kaplayan hücrelerin artan miktarda su salmasına neden olan kolera toksinini üretir, bu da ishale ve hızla sıvı ve elektrolit denilen mineral ve tuzların kaybına neden olur.

Koleranın insanları tam olarak ne zaman etkilemeye başladığı bilinmiyor. MÖ 5'inci yüzyılda Hindistan’da yaşayan Sushruta Samhita, MÖ 4'üncü yüzyılda Yunanlı Hipokrat ve MÖ 1'inci yüzyılda Kapadokyalı Aretaeus tarafından yazılan ilk metinler, kolera benzeri hastalıkların vakalarından bahseder.

Bir kolera salgınıyla ilgili ilk ayrıntılı kayıtlardan biri, Bangladeş ve Hindistan’ın güneyini içine alan Ganj Deltası’nda ortaya çıkan bir hastalığın 1543 baharında bir salgına dönüşmesini aktaran Portekizli tarihçi ve yazar Gaspar Correa’dan kalmadır. Correa tarafından, yerel halkın bu hastalığı 'moryxy' (‘moriksi’) diye adlandırdığı, belirtilerin ortaya çıkmasından sekiz saat sonra kurbanların öldüğü ve yüksek bir ölüm oranına sahip olması nedeniyle, yerel halkın ölüleri gömmek için zorlu bir mücadele verdiği aktarılıyor. Sonraki birkaç yüzyıl boyunca, Portekizli, Hollandalı, Fransız ve İngiliz gözlemciler, Hindistan'ın batı kıyıları boyunca yaşanan kolera salgınları hakkında sayısız rapor kaleme aldılar.

İLK KÜRESEL KOLERA SALGINI

Ayrıntıları bilinen ilk büyük kolera salgını, Hindistan’ın Jessore bölgesinde 1817 yılında bakteriyle kirlenmiş pirinçlerden kaynaklandı ve Ganj Deltası’ndan diğer ülkelere yayıldı. Hastalık, Avrupalılar tarafından kurulan ticaret yolları boyunca hızla seyahat ederek Hindistan, günümüz Myanmar’ı ve günümüz Sri Lanka’sının çoğu bölgesine yayıldı. 1820 yılına gelindiğinde, Tayland, Endonezya ve Filipinler’e dek ulaştı; bu dönemde, yalnızca Java adasında 100 bin kişiyi öldürdü. Hastalık, gemilerde yolculuk yapan ve hastalığı kapmış olan insanlar yoluyla 1820 yılı içinde Tayland ve Endonezya’dan Çin’e ve ardından 1822’de Japonya’ya sıçradı.

Bununla kalmayan salgın, Asya’nın ötesine de yayılacaktı. 1821’de Hindistan’dan Umman’a seyahat eden İngiliz birlikleri, kolerayı Basra Körfezi’ne taşıdı. Hastalık, en sonunda Avrupa topraklarına doğru ilerleyerek günümüzde Türkiye, Suriye ve Güney Rusya’nın bulunduğu bölgeye ulaştı. Salgın, milyonlarca insanı pençesine aldıktan altı yıl sonra etkisini yitirdi; muhtemelen 1823 ve 1824 yıllarında yaşanan şiddetli kış koşulları sayesinde, su kaynaklarında yaşayan bakteriler ölmüştü.

İkinci küresel kolera salgını ise 1829 civarında başladı. Kendisinden önce yaşanan salgın gibi, ikinci pandeminin de Hindistan’da başladığı, ardından Doğu ve Orta Asya’dan ticari ve askeri yollar vasıtasıyla Ortadoğu’ya yayıldığı düşünülüyor.

1830 sonbaharında, kolera Moskova’ya ulaşmıştı. Hastalığın yayılması kış aylarında geçici olarak yavaşladı ama 1831 baharında Finlandiya ve Polonya’ya sıçradı. Daha sonra Macaristan ve Almanya’ya yayıldı. 1831’in sonlarında Sunderland Limanı ve 1832 baharında Londra üzerinden ilk kez büyük Britanya’ya ulaşarak Avrupa’nın geneline yayıldı. İngiltere, karantina uygulanması ve yerel sağlık kurulları oluşturulması da dahil olmak üzere, hastalığın yayılmasını engellemek için çeşitli eylemler yürürlüğe koydu. Buna karşın halk, toplumda yayılan korku ve çoğu doktor olan otoritelere duyulan güvensizlik nedeniyle huzursuzdu. Ayrıca basında verilen eksik ve hatalı bilgiler de insanların kuşkuya kapılmasına ve kamu otoritelerine karşı öfke duymasına yol açtı. Hızla yayılan panik havası Liverpool’da birkaç kolera isyanına yol açtı.

NEW YORK’UN KOLERA İLE İMTİHANI

New York Şehri (NYC), 19'uncu yüzyıl boyunca inanılmaz bir hızla büyümüştü. Her yıl binlerce göçmen, kentin sunduğu fırsatların peşine düşüp buraya göç ediyordu. Bununla birlikte, nüfustaki bu dramatik artış, kent yönetimini hazırlıksız yakalamıştı. Bu kadar sıkışık ve sağlıksız bir kentsel alanda yaşamanın birçok tehlikesinden biri de salgın hastalık ihtimaliydi. New York Şehri, 1832’den önce birçok salgın hastalığa maruz kalmış olsa da kolera hastalığı bu kıyılara yabancıydı. Yine de, 250 bin nüfusa sahip olan şehrin bir salgına uygun bir zemin sunduğu biliniyordu. Sokakları dolduran çöp, çamur ve hayvan dışkısı yığınları bir virüs ya da bakterinin üremesi için kusursuz bir ortam sağlıyordu. Şehir kuyularından sağlanan su kirliydi ve bu suları şehir dışından gelen kaynak suyunu almaya parası yetmeyen yoksullar içiyordu. Kolera salgını sırasında da ölümcül sonuçlarına rağmen bunu yapmak zorunda kalacaklardı.

İlk olarak 1805’te kurulan Sağlık Kurulu, çok az güç ve kaynağa sahipti. Bu gerçeğe rağmen, veba salgınının en kötü aşamaya geçtiği esnada, hastalar için beş acil hastane açtı ve şehir sokaklarında temizlik operasyonu başlattı. Bununla birlikte, Sağlık Kurulu’nun faaliyetleri geçiciydi ve kolera salgını kente ulaştıktan sonra, New York Kent Konseyi’nde her zamanki pasif rollerini sürdürmeye devam ettiler.

Son on yılda kentte herhangi bir salgın yaşanmaması, Sağlık Kurulu’nu neredeyse tamamen kayıtsız bir pozisyona sürüklemişti. Yönetim Kurulu, yalnızca yakın bir tehdit ortaya çıktığında harekete geçirilen gereksiz bir yapı olarak görülüyordu. Tıbbi bilgiler çok ilkeldi ve doktorlar böyle bir saldırıyla mücadele etmek için gereken her şeyden yoksundu. Tüccarlar, salgınların iş yaşamı için kötü olduğunu biliyordu ve onlardan gelen baskı, Kurul’un salgına yavaş yanıt vermesine neden olmuştu. Kolera tehdidi hızla yayılırken, şehir yönetimi sessiz kaldı. Son olarak, 4 Haziran günü Belediye Meclisi şehir sokaklarının temizlenmesini işini bir düzene sokmak için bir yasa çıkardı. Ne var ki bu önlem aşırı derecede yetersizdi ve artık çok geçti.

New York kenti, on beş bölgeden, yani farklı mahallelerden oluşan bir planla organize edilmişti. 1832’de, 20'nci caddenin altındaki bölgede yaklaşık 200 bin kişi yaşıyordu. Bunların çoğu, 14'üncü caddenin aşağısındaki şehrin ağır kokusu ve pisliği ile çevrili karanlık konutlarda barınıyordu. Günümüzde Foley Meydanı ve Çin Mahallesi’nin bulunduğu bölge, kolera salgını tarafından vurulan ilk alandı. İrlandalı yoksul Katolik göçmenlerin ve Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı bölge, zengin sınıflar arasında yoksullarla ilgili olumsuz algıyı daha da güçlendiriyordu. Zengin ve hastalıktan korunan sınıf, tanrının yoksulları işledikleri günahlar ve dine sadakatsizlikleri nedeniyle cezalandırmak için kolera salgını New York’a getirdiğine inanıyordu.

O zamanlar doktorlar kolera ile başa çıkmak için hiçbir donanıma sahip değildi. Birçoğu koleranın çürüyen maddelerden buharlaşan zehirden kaynaklandığına ve aslında bulaşıcı olmadığına inanıyordu. Hastalığın nasıl işlediğine dair net bir anlayış olmadan, hastaları geleneksel yöntemler kullanarak tedavi etmeye çalıştılar. Hastalardan kan almaya ek olarak, çoğu doktor onlara ‘calomel’ (civa-klorür) ve ‘laudanum’ gibi faydasız ilaçlar verdi. Bununla birlikte, hastalığa yakalanan kişilerin çoğu hastanelere kabul edildikten sonra bir veya iki gün içinde öldü. Panik nedeniyle birçok özel hastane kapatıldı ve okullarda acil durum tesislerinin oluşturulması gerekti. Kolera hastalarını tedavi eden doktorların birçoğu da hastalığa yakalanırken, yeni hemşire ve hastabakıcıların istihdam edilmesi günden güne zorlaştı.

1832 yılının Haziran ayında, kolera İngiltere’den gelen gemiler aracılığıyla önce Kanada’daki limanlara yayılmış, ardından St. Laurence ve Hudson Nehri’nden ilerleyerek Aşağı Manhattan’a ulaşmıştı ve burada gerçek bir salgın haline geldi. Yaklaşan felaketin farkında olan birçok zengin Manhattan sakini, salgından kaçmak için Manhattan adasından anakaradaki mahallelere taşındı. Ancak, Aşağı Manhattan’da yaşayan yoksulların hastalığa yakalanmaktan başka seçeneği yoktu. Etkili bir tedavi yöntemi olmadığı için, çoğunluğu yoksul göçmenlerden oluşan 3 bin 500 kişi salgının ilk günlerinde hayatını kaybetti.

Haziran ayı içerisinde, birkaç doktor kolera belirtileri taşıyan ve artan hasta sayısını not etmeye başladı ve şehir yetkililerine halkı uyarmaları ve harekete geçmeleri için yalvardılar. Dr. John Sterns bir arkadaşına şunları söylüyordu: “Yeni vakaların hızla yayılışı sürdükçe, yaklaşan bir yıkımdan başka bir şey görmüyorum; lütfen Kurul’u hastalığın varlığına ikna et...”

YÖNETİCİLER MECBUREN İLGİLENDİLER

2 Temmuz 1832 günü salgın manşetlere taşındı: New York’taki ilk kolera vakası nihayet doğrulanmıştı. Ardından panik başladı. Ertesi gün, Sağlık Kurulu hastalığın yayılışını günlük bazda izlemek ve rapor etmek için bir tıbbi komite oluşturdu. Şehrin önde gelen yedi doktorundan oluşan özel Tıp Konseyi, koleranın önlenmesi için bir öneri listesi hazırladı ve el ilanları ve şehir gazeteleri aracılığıyla halka ulaştırılmasını sağladı. Ardından 4 Temmuz’da gerçekleştirilmesi beklenen Bağımsızlık Günü kutlamaları iptal edildi.

Birkaç hafta içinde, şehir yetkilileri okulların ve büyük binaların aralarında bulunduğu yapılarda beş adet Acil Kolera Hastanesi kurdu. Şehri istila eden vahşi kolera salgını doktorları ve sağlık çalışanlarını adeta bir sel gibi boğmuştu. Salgının merkez üssü, büyük ölçüde Afro-Amerikalılar ve İrlandalı göçmenlerin yaşadığı kötü şöhretli gecekonduların bulunduğu 6'ncı Bölge’ydi. 20 Temmuz’da, salgın zirveye ulaştığında, günde 100 yeni vaka tespit ediliyordu. Şehir kurumlarının ilgisizliğinden öfkeye kapılan bir grup hayırsever, salgın nedeniyle büyük bir yıkım yaşayan insanlara yardım etmek için harekete geçmeye karar verdi. 16 Temmuz 1832’de Ticaret Borsası’nda düzenlenen bir toplantıda, yeni bir yardımseverler komitesi kuruldu ve birkaç gün içinde binlerce dolarlık bağış toplandı.

Bu esnada, her zamanki gibi yönetici elitle dayanışma halinde olan kilise liderleri, salgını tanrının gazabı olarak gördüler ve bu durumu, koleraya neden olan günahlar için tövbe etme fırsatı olarak lanse ettiler. Doktorlar ve hemşireler ölümle burun buruna mücadele etmekteyken, ruhban sınıfı salgından en çok etkilenen yoksul ve çaresiz kesimleri bu salgının nedeni olarak görüyor ve onları günahlarından arınmak için tanrının şefkatli kollarına sığınmaya çağırıyor, bunun dışında hiçbir öneride bulunmuyordu. Ruhbanların yanı sıra, kimi doktorlar ve zenginler de koleranın yoksullara, ahlâksızlara ve günahkârlara bulaştığı teorisini desteklediler. Buna karşın hastalık 6'ncı Bölge’den daha zengin mahallelere yayıldıkça, elitlerin sahtekârlığı da kısa sürede ortaya çıktı. Bu esnada, salgını fırsat bilen şarlatanlar para kazanmak için insanların çaresizliğini kullanmaktan geri durmuyordu. Doktorlar tarafından önerilen ve hiçbir etkisi olmayan bazı ilaçların yanı sıra karanfil veya acı biberle karıştırılmış sıcak brendi, terebentine batırılmış sargı bezi ve hardal kremleri dahil olmak üzere, birçok ‘ilaç’ önerisi kulaktan kulağa yayılıyordu. Sürpriz olmayan bir şekilde tüm bu ‘tedavi yolları’ başarısızlığa uğradı. İnsanların yanlış yönlendirilmesi sebebiyle ölümler hızla artıyor, cenaze evleri cesetleri yeterince hızlı gömemiyordu; kısa süre sonra sokaklarda ceset yığınları oluştu.

Ağustos ayında, vakaların sayısı azalmaya başladığında, başka bölgelere sığınan insanlar kente geri döndüler; işletmeler yeniden açıldı ve hayat daha önce olduğu gibi devam etmeye başladı. Salgın eylül ayına varıldığında sona erdi; ancak ölü sayısı resmi makamlara göre 3 bin 515’e ulaşmıştı. Tehlike geçtikten sonra, Sağlık Kurulu tekrar pasif rolüne geri döndü. Yetkililer kolerayla nasıl başa çıkacaklarını keşfetmeden önce, iki salgın daha New York’u vuracaktı.

1849 KOLERA SALGINI

İlk kolera salgınından yalnızca 17 yıl sonra, New York City (NYC) başka bir kolera salgınına doğru ilerliyordu. Nüfusu yaklaşık 500 bine ulaşan şehir önceki salgından bu yana iki kat büyümüştü; iç içe geçmiş konutlar ve kasvetli pansiyonlar Manhattan’ın en yoksul mahallelerini işgal etmişti. Gittikçe kalabalıklaşan sokaklar, caddelerdeki çöp miktarını da iki katına çıkarmıştı; buna rağmen, bakım ve temizlik sisteminde bu nüfus artışını karşılayacak herhangi bir değişiklik yapılmamıştı. Göçmenler, özellikle de ülkelerinde yaşanan kıtlıktan kaçan İrlandalılar, yeni insan akınının büyük kısmını oluşturuyordu.

1849 yılında Avrupa’da bir bölgede başlayan kolera salgını, hastalığa yakalanan denizciler aracılığıyla Atlantik Okyanusu’nu geçerek yeniden Amerika kıtasına ulaştı. Bu ticaret gemilerinden biri Staten Adası’na vardıktan kısa bir süre sonra karantinaya alınmıştı; ancak karantinaya alınmayı kabul etmeyen yolcuların birkaçı gemiden kaçarak kente giriş yaptı. Bu olayın ardından, New York’un 5'inci Bölge’sindeki gecekondularda kolera vakaları ortaya çıkmaya başladı. Koleranın yayılmasının hız kazanmaya başladığı dönem baharın başlangıcıydı ve aynı yılın sonunda dek yaklaşık 5000 kişi hayatını kaybedecekti.

Bu dönemde, doktorlar kolera belasıyla başa çıkmak için eskisinden daha hazırlıklı bir durumda değildi. 1849’dan önceki yıllarda, doktorların lisans sahibi olmasını gerektiren yasalar birkaç eyalette kaldırılmıştı ve bu da uygun olmayan nitelikteki insanların doktorluk yapmasının önünü açmıştı. Bazı doktorlar piyasada bir avantaj elde etmek için kendilerini lisanslı olarak tanıtıyordu. Ne var ki, bu belgelerin çoğu sertifika kazanmak için gidilen yalnızca altı aylık bir eğitimin ardından alınmıştı. Kolera salgınıyla mücadelede Sağlık Kurulu neredeyse ortalarda görünmüyordu; bununla birlikte, şehir genelindeki çeşitli devlet okullarında birkaç kolera hastanesi kurdular. Salgına müdahale biçimleri ve kentin sağlığı konusundaki sorumluluklarını açık biçimde görmezden gelmeleri, bu büyük salgına yönelik seçkinlerin alışılmış tutumunu net biçimde yansıtıyordu.

‘Vibrio cholerae’ bakterisinin kolerayla bağlantılı sorunlara neden olan ajan olduğu 1883 yılında keşfedilecekti. Bundan önceyse, 1854 yılında Londralı bir doktor olan Dr. John Snow, kirlenmiş su ile kolera arasındaki bağlantıyı kurduğunda, salgını önlemede kritik bir aşama geçilmiş oldu. Dr. Snow, kolera vakalarını Londra’nın Soho mahallesini içeren bir harita üzerinde işaretleyerek bu fikrini test etti. Elde ettiği sonuç, kurbanların çoğunun suyunu Broad (şimdi Broadwick) Caddesi’ndeki bir kamu pompasından aldığını gösteriyordu. Hastalık taşıyan bir bebeğin bezi, kuyunun yakınındaki bir lağım çukuruna atılmış, bakteriler de yağmur suları vasıtasıyla içme suyuna taşınmıştı.

Bu keşfin ardından büyük şehirlerin çöp ve lağım atıklarıyla ölüm saçan caddeleri temizlenmeye başlandı. 1832 ve 1849 salgınlarına rağmen, insanlar yine New York’a ve diğer iç içe geçmiş şehirlere akın ettiler. Ancak ilk salgın, 1842’de tamamlanan ve genellikle insan ve hayvan atıkları ile kirlenen kuyuların aşamalı olarak kaldırılmasını sağlayan Croton Su Kemeri sisteminin şehre temiz su getirmesini sağladı. 1849 yılında, belediye yönetimi 20.000’den fazla domuzu şehrin dış bölgelerine çıkardı. Önceki yıllarda benzer bir çaba ayaklanmalara neden olsa da bu kez halk salgın nedeniyle bu karara uymayı tercih etti.

Londra’da yaşayan Dr. Snow’un hastalıkla ilgili keşifleri ve 1866’da New York’ta daha küçük çapta yaşanan kolera salgını sonrasında, Sağlık Kurulu şehrin temizlik ve sağlık konularında geniş yetkilere sahip, doktorlardan oluşan bir konsey kurdu. Müfettişler evleri tek tek gezerek yeni ölen insanların kıyafetlerini yaktı. Sokaklardaki çöp ve diğer pislikler temizlenerek caddeler kireçle arındırıldı ve hayatta kalanlara yapılması gereken temizlik faaliyetleri konusunda bilgilendirilme yapıldı. Sonuç olarak şehir sakinleri ve yetkili kurumlar, kentleşmenin bir sonucu olan salgın hastalıkların önlenmesi ve kontrol edilmesi konusunda sorumluluk üstlenmeyi öğrenmişti ya da öğrenmek zorunda kalmıştı.

Kolera hastalığı, içme suyunun kirlendiği yerlerde hâlâ bir tehdit oluşturuyor. Bununla birlikte, gereken temizlik önlemlerinin yerine getirildiği ve insanların sağlığına kavuşması için derhal ve düzgün bir şekilde tedavi edilmesi halinde ölümden kaçınmanın mümkün olduğu da artık iyi biliniyor.

Kaynaklar:

http://merchantshouse.org/blog/cholera1832/

https://www.thoughtco.com/the-cholera-epidemic-1773767

https://www.baruch.cuny.edu/nycdata/disasters/cholera-1849.html

https://www.nytimes.com/2008/04/15/science/15chol.html

https://www.history.com/topics/inventions/history-of-cholera