Mülteci ‘krizi’ dünyaya Avrupa’nın çirkin yüzünü gösterdi

Akdeniz’i geçerken hayatta kalanlar kendilerini bekleyen şefkatli kollar yerine ırkçılık, korku ve hapis ile karşılandı. On binlerce insanın Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken denizde can verdiği bu zaman zarfında, Avrupa kendisini bir göçmen ya da mülteci ‘krizinin’ kurbanı olarak hayal etti.

Google Haberlere Abone ol

Hsiao-Hung Pai

Son on yıl içerisinde göç meselesi acil bir siyasi sorun haline geldi. 2010’lar, tarihe yalnızca ulusal sınırların ötesine taşan küresel insan hareketleriyle değil, aynı zamanda hükümetlerin kendi yollarına duvarlar ve çitler çekme çabalarıyla da damgasını vurdu. Milliyetçiliğin oy kazandığına ve aşırı sağın ana akım bir dünya görüşü haline geldiğine tanık olduk.

'Akın', 'sel' ve 'kriz'. Medyanın kullandığı görüntüler ve dil kamuoyunu şekillendirdi. Şüphesiz ki, küresel güneyden kuzeye doğru yaşanan göç -sömürgeciliğin mirası ve batının askeri entrikaları ile yakından bağlantılı biçimde- yıllardır sürüyor. Bununla birlikte, 2010’larda güneyden kuzeye doğru hareket eden insan sayısı daha da arttı. Avrupa, özellikle de Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’dan gelen yüz binlerce insanın kronik yoksulluk, siyasi istikrarsızlık, savaşlar ve Batı destekli kurumlarca sık sık talan edilen ülkelerdeki iklim krizinden kaçtığına tanık oldu.

KÖLELİK VE İŞKENCEDEN KAÇANLAR AKDENİZ’DE BOĞULDU

Libya, istihdam olanakları nedeniyle her dönemde Sahra-altı Afrikalıların göç ettiği bir yer olmuştu. 2011 Arap Baharı’nın bastırılmasının ve NATO’nun Libya’ya müdahale etmesinin ardından, Sahra-altı Afrikalılara yönelik ırksal bir nefretin ortaya çıktığı kanunsuz bir toplum oluştu.

Bu insanların birçoğu kölelik ve işkenceden kaçtı, botlara atladı ve orta Akdeniz’de tehlikeli bir deniz yolculuğuna çıktı. Ne var ki Avrupa’ya ayak bastıklarında da güvenli bir ortama kavuşamadılar. Bunun yerine, kendilerini beyaz, Avrupa merkezci bir söylemin odağında buldular ve toplumun yaşadığı rahatsızlıklar nedeniyle suçlanacak bir 'sorun' olarak gösterildiler.

On binlerce insanın Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken denizde can verdiği bu zaman zarfında, Avrupa kendisini bir göçmen ya da mülteci ‘krizinin’ kurbanı olarak hayal etti. İnsanların Avrupa kıtasına yönelik hareketinin yol açtığı ‘kriz’ kavramı, daima bir şeyleri Avrupa merkezli bir şekilde görme tarzına eklemlenmiştir. Sosyolog Encarnación Gutiérrez Rodríguez’in de belirttiği üzere, ‘öteki’nin gelişiyle ortaya çıkan bu kırılma, Avrupalının zihninde endişe ve korku yaratıyor ve neticede bu kaygıya ilişkin sonu gelmez mantıksız ve ideolojik temelli gerekçeler yaratma ihtiyacı ve korku açığa çıkıyor.

YÜZLEŞİLMEYEN SÖMÜRGECİLİK YENİDEN HORTLADI

Bu durum, sömürgeleştirilen ulusların aşağı ırktan varlıklar gibi sunulduğu sömürge döneminin gerekçelerine benzer bir şekilde, Avrupa’ya dönük göçün farklı kültürlerin ‘işgali’ ve ‘medeniyetler çatışması’ biçiminde tasvir edilmesiyle görünür hale gelir. Sömürgeciliğin gölgesi hâlâ göç tartışmasının üzerine düşmeye devam ediyor. Avrupa açısından ‘öteki’, kendi ‘varoluş tarzına’ meydan okuyor; zira onun varlığı, Avrupa kıtasının zenginliğinin üzerine inşa edildiği geçmişteki emperyalist dönemin bir yansımasını barındırıyor.

Geçtiğimiz on yılda, göçmen karşıtı politikaların ve ırkçılığın tüm dünyada yayıldığına tanık olduk. AB, ‘hotspot’ (bağlantı noktası) sistemini hayata geçirerek insanları bir süzgeçten geçirdi ve sığınmacılar ya da ‘ekonomik göçmenler’ olarak sınıflandırdı. Avrupa’nın güney sınırlarındaki devriyeler yoğunlaşarak Türkiye ve Libya ile anlaşmalar yapıldı. İtalya’nın o dönemki İçişleri Bakanı Marco Minniti’nin Libya ile 2017 yılında yaptığı anlaşmadan bu yana, İtalya, Libya sahil güvenliğine teknik destek sağlayarak Afrikalıları Avrupa kıyılarından uzak tuttu.

Akdeniz’de sivil toplum kuruluşlarının arama-kurtarma faaliyetlerine de kısıtlamalar getirildi. Bu politikalar daha sonra merkez-sol Demokrat Parti (PD) yönetimi altında da sürdürüldü; 2018 yazından itibaren sağcı League Partisi’nden Matteo Salvini tarafından geliştirildi ve şimdi PD / Beş Yıldız koalisyonunca devam ettiriliyor. Sonuç olarak binlerce kişi can verdi.

GÖRÜNMEZ, YASA DIŞI VE HAPSEDİLMİŞ

Eleştirmen ve yazar John Berger, 1970’lerde, göçmen işçilerin göç, çalışma ve geri dönüş döngüsünde Avrupa’ya yolculuklarını aktaran ‘Yedinci Adam’ adlı eserinde, Türkiyelilerin Almanya’ya göçünü tasvir etmişti. ‘Dönüş’, bir işçinin özgürce seyahat edebileceği ve evini ziyaret ettiğinde ailesi için hayatın iyileştiğini görebileceği bir geleceği temsil ediyordu. Ancak 2010’larda bu döngü bozuldu; birçok göçmen ve sığınmacının düzensiz durumu, onların evlerini ziyaret etmelerini engelliyor. Bunun yerine, görünmez bir hayat yaşamak zorunda kalıyorlar; yasadışı ilan edilmiş, tuzağa düşmüş ve ayrıştırılmış bir haldeler.

İngiltere’de Muhafazakâr hükümet ısrarla ülkeye mülteci kabul etmeyi reddetti; Avrupa’daki sığınma başvurularının sadece yüzde üçü İngiltere’ye yapılıyor, çünkü genelde mültecilerin ülkeye girişleri engelleniyor. Kıta genelinde mülteci sayısının en yüksek olduğu 2016 yılında, İngiltere’ye iltica başvurusu yalnızca 38 bin 517 iken, Almanya’da 722 bin 370, İtalya’da 123 bin 432 ve Fransa’da 85 bin 244 başvuru gerçekleşti. Basit biçimde söylersek, İngiltere Avrupa’nın en düşük mülteci kabul oranlarından birine sahip.

İngiltere’deki sığınmacılar ve göçmenlere hayatı daha da dayanılmaz hale getirmek amacıyla sarf edilen yoğun çabayı görmek için, İçişleri Bakanlığı’nın ‘düşmanca ortamına’ bakmak yeterli olur. On yıl içinde, insanlık dışı bir varoluşa mahkûm edilen, (yoksulluk sınırının altındakilere sunulan devlet desteğine rağmen) çalışma haklarından mahrum bırakılan ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak için ödeme yapan sığınmacılara tanık oldum. Umutsuzca bir arafta yaşıyorlar; sömürü ve kölelik dünyasına itiliyorlar. Çinli bir inşaat işçisi bana şöyle demişti; “Eğer bir kamyonun arkasında ölmediysen, burada çalışırken ölebilirsin.”

BİNLERCESİ HAPSEDİLDİ

Ve fiili bir şekilde hapsedilmiş birçok göçmen mevcut. Bu on yıllık sürede, Dover ve Yarl’s Wood geri gönderme merkezlerinde bir zaman sınırı olmaksızın ve hiçbir suç işlememesine rağmen gözaltında tutulan birçok insanı ziyaret ettim. Bugün İngiltere, sığınmacı ve göçmenleri süresiz olarak gözaltında tutan tek Avrupa ülkesi olmaya devam ediyor. Bu Noel’de, geri gönderme merkezlerinde bin 826 kişi hapsedilmiş haldeydi.

Dünya çapında çok sayıda insan hareket özgürlüğünden mahrum bırakılıyor ve yasa dışı ilan ediliyor, ancak hayatta kalma azimleri duvarlar ve sınırlar tarafından yenilgiye uğratılamayacak. Fransa’daki ‘siyah yelekliler’ (gilets noirs) ve İtalya’daki ‘siyah sardalyalar’ (sardine nere) gibi göçmen protesto hareketleri, çok fazla kararlılık sahibi ve mücadeleye istekli olduklarını gösteriyor.

Bizler de insanların göç durumunun düzenlenmesi için -ama aynı zamanda onların ötekileştirilmesine ve ırk ayrımına uğramalarına neden olan sisteme meydan okuyan biçimde- mücadele ederek onlara katılabiliriz. Göçe bakışlarını değiştirmek için farklı bir yol sunmalıyız; sömürgeciliğe ve yarattığı kitlesel eşitsizlikler dünyasına karşı, gerçek bir alternatif önermeliyiz.

Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)