CIA timsah gözyaşlarını kendine saklasın

Bir nesil önce, CIA’in Vietnam’da uyguladığı “Phoenix operasyonu” adlı işkence ve suikast programı, Suudi İstihbarat Servisi’nin hayallerinin bile çok ötesine geçmişti. Peki, bombalarımız ve füzelerimiz ve havan toplarımız altında ölmeye devam eden binlerce Müslümanı unuttuk mu?

Google Haberlere Abone ol

Robert Fisk *

Cemal Kaşıkçı’yı öldürmekle itham ederek Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin canını sıkan Amerika’nın en sıkı Cumhuriyetçilerinin ve Demokratlarının bakış açısını görmeyi becerebilen –kendi dalkavukları dışında– tek kişi ben miyim? “Çılgın.” “Tehlikeli.” Bir “yıkım topu.” “Dumanı tüten bir testere.” Bu insanlar öfkeli görünüyor. Tayland’da bulunan gizli bir Amerikan hapishanesindeki Müslüman esirlerin işkence görmesi için emir vermekten keyif alan CIA Direktörü Gina Haspel, Muhammed bin Selman ve Cemal Kaşıkçı’nın yaşadığı acılar hakkında konuşurken, açıkçası nelerden bahsettiğini iyi biliyordu.

ABD hükümetinin basına sızdırdığı bilgiler, CIA Başkanı Haspel, bu acı çığlıklara, boğulduğuna inanan Arap mahkûmların yaşadığı işkencelere, 2002 ve sonrasında Amerika’nın işkence sunaklarındaki kurbanların hayatları için nasıl umutsuzca yalvardıklarına gayet vakıf olduğunu düşündürüyor. Ne de olsa boğulduğuna inanan bir adamla nefes alamadığını hisseden bir adamın çaresiz çığlıkları birbirinden pek farklı değildir. Elbette, CIA’in kurbanlarının bir gün daha işkenceye maruz kalmasından farklı olarak –aslında birkaç gün daha– Cemal Kaşıkçı’nın boğulması olayı, hayatını sona erdirmek üzere tasarlandı. Ki, yapılan da tam olarak buydu.

ABD’NİN GÜNAH LİSTESİ ÇOK UZUN

Bir nesil önce, CIA’in Vietnam’da uyguladığı “Phoenix operasyonu” adlı işkence ve suikast programı, Suudi İstihbarat Servisi’nin hayallerinin bile çok ötesine geçmişti. Ajan lisanıyla söylersek, Kaşıkçı yalnızca “en yüksek seviyede peşin hükümle ortadan kaldırıldı.” CIA, Vietnam’da kitlesel katliamlara girişebiliyorken, neden bir Arap diktatörü daha küçük ölçekte aynı şeyi yapamasın? Gerçekten de, Amerikalıların kemik testereleriyle birlikte oraya gittiğini hayâl edemiyorum. Öte yandan, (eski) tanıklıklar, Vietnam’daki düşmanlara karşı kitlesel işkencelerin ardından kitlesel tecavüzler gerçekleştirildiğini gösteriyor. Peki, neden katillerin kulakları çınlıyor.

Ama dahası var. Geçtiğimiz hafta Demokrat senatör Bob Menendez, ABD’nin “dünya sahnesinde bu tür eylemlerin kabul edilemeyeceğine ilişkin açık ve net bir mesaj göndermesi” gerektiğini ifade etti. Tabii ki “eylem”, Kaşıkçı’nın öldürülmesiydi. Ve bu sözler, Gazze’deki masum insanların katledilmesinin ardından, sürekli biçimde İsrail’i savunan bir adamdan geliyor.

Ya dünyada neler olup bitiyor? Belki de Menendez’in bahsettiği –ve üzerinde düşünürseniz, uygun bir ifade– “dünya sahnesi”, Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin artık yabancısı olmadığı Beyaz Saray’dı. Yine de bu yüksek makamda görev yapmış en az bir ABD Başkanı Irak’taki savaş suçlarından ve on binlerce Arap’ın ölümünden dolayı suçlanabilecekken, nasıl oluyor da Amerikan senatörleri yalnızca bir adam hakkında şikayet ederek, Muhammed bin Selman’ı (bir an için Yemen savaşını bir kenara bırakırsak) sadece tek bir Arap’ın katledilmesini ve parçalanmasını emretmekle suçluyor?

BEYAZ SARAY’IN KATLİAMCI KONUKLARI

Neticede, dünya liderleri –ve ABD başkanlarının kendileri– daima kitlesel katliamlar ve savaş suçu ithamlarıyla karşı karşıya kalmak gibi zayıf bir noktaya sahip. Trump, yüz kızartıcı biçimde, Kim Jong-un’la buluştu ve onu Beyaz Saray’a davet etti. Yani, Rodrigo Duterte’nin de bir davetiye almasını bekleyebiliriz.

Obama, Beyaz Saray'da ölüm mangaları yarım milyondan fazla insanı katleden Suharto’ya bile gelmeden önce, Gambiya, Burkina Faso ve Kamerun’dan bir takım kanlı otokrata misafirperverliğini müsrifçe sergilemişti. Dahası, gizli polisi kimi zaman mahkûmlara tecavüz eden ve hukuka uygun duruşmalar yapılmaksızın yüzlerce İslamcının asılmasını onaylayan Hüsnü Mübarek ve halefini, yani Mısır’da yaklaşık 60 bin siyasi mahkûmu hapseden ve polisleri genç bir İtalyan öğrenciye işkence etmiş gibi görünen Mareşal Başkan El-Sisi’yi de ağırladı. Ancak Giulio Regeni Mısır konsolosluğunda öldürülmedi. Bu listeye, İsrail’de yürütülen bir soruşturmada, 1982 yılında İsrail Savunma Bakanı olarak Beyrut’taki Sabra ve Şatila kamplarında yaşayan 1.700 Filistinli sivili katletmekle suçlanan Ariel Şaron bile dahil değil.

Hâl böyleyken, senatör Menendez’in bu konuyla ilgili söz oyunları yaptığı “açık ve net mesaj” nedir? Mesaj onlarca yıldır açık ve net. ABD’nin “ulusal çıkarları” daima ahlaki ya da uluslararası suçlara baskın gelir. ABD neden Saddam Hüseyin’in İran’ı yok etme girişimlerini ve İran’a karşı kimyasal silah kullanmasını desteklemişti? Neden Donald Rumsfeld, Aralık 1983’te muhaliflerine karşı hardal gazı kullanmasının ardından Irak diktatörü (elbette o zamanların “güçlü adamı”) Saddam’a, Bağdat’taki ABD elçiliğinin yeniden açılmasına izin vermesi için yalvardı? Rumsfeld toplantıya katıldığında, Irak’taki gaz bulutlarının altında 3 binden fazla insan can vermişti bile. Bu rakam, daha sonra en az 50 bine ulaşacaktı. Matematiksel olarak, 50 bin Cemal demek.

ABD GERÇEKLERDEN HABERSİZ Mİ?

Haspel, Amerika’da en sevilen Ortadoğu zorbasının Cemal Kaşıkçı cinayetinden haberdar olduğunu dile getirdiğinde (kendisinin bazı başka konularda senatörlerden onay alması gereken birkaç talebi daha olabilir), bir şaşkınlık ve korku dalgasıyla irkilmemiz bekleniyor. Peki, Menendez, Saddam’ın –daha sonraki duruşmalardan öğrendiğimiz üzere– binlerce Iraklı erkek ve kadının ölüm emirlerini Rumsfeld’le tanışmadan önce imzalamadığını mı düşünüyor? Yahut, kendisini Hitler’le kıyaslayan Duterte, katledilen uyuşturucu “şüphelilerinin” ölüm emirlerini vermedi mi? Veya Suharto’nun Endonezya’da yaşanan yarım milyon cinayetle hiçbir ilişkisi yok muydu?

Yemen’deki savaşta katledilen binlerce masumun Muhammed bin Selman’ın ABD ve İngiltere’den aldığı lojistik destekle yürüttüğü bir saldırının kurbanları olmasının –ve bizlere bunu anlatmak için Haspel’a ihtiyaç duyulmamasının– ABD’li senatörlerde bir şaşkınlık yaratmaması, gerçekten de ibretlik bir durum. “Yine bir grup Arap başka bir grup Arap’ı öldürüyor” diye düşündüler sanırım. Haspel’ın (kamuya) kapalı gerçekleşen duruşmasından çıkan senatörler açlık nedenli ölümlerden bahsetmedi bile. Buna karşın senatörler, Yemen’deki cami, düğün, hastane ve okul bombalamalarına dair her şeyi biliyorlar. Peki, bu masumlar için neden bir damla gözyaşı yok? Ya da ABD askerleri –elbette her seferinde kaza sonucu– Afganistan, Irak ve Suriye’deki camileri, düğün eğlencelerini, hastaneleri ve okulları bombaladığı zaman, gözyaşı dökmek biraz zor mu geliyor?

Hayır, şaşkınlık, korku ve Suudiler hakkında tam bir açıklama yapma gerekliliği, dahası onu (Selman’ı), korkunç ölümünün suçu Amerikan Başkanı tarafından “acımasız bir dünyanın” üzerine atılırken bir Washington Post muhabirinin ve ABD mukiminin maruz kaldığı tüyler ürpertici cinayetle ilişkilendirme görevi, esasen Trump’ı ilgilendirir.

VAHHABİLİK YILLARCA DESTEKLENDİ

Ancak bundan başka şeyler de mevcut –gerçi bunlar yalnızca halkın hafızasında olsa dahi, belki de pek çoğu hakkında neredeyse hiç kurumsal bir kayıt yok–: 9 Eylül saldırganlarından 15’inin Suudi olması, Usame bin Ladin’in Suudi olması, George W. Bush’un 9 Eylül’den hemen sonra bin Ladin ailesinin üyelerini gizlice ABD’den kaçırması, bizzat Suudilerin Taliban, El Kaide, IŞİD ve Batı’nın bir numaralı düşmanı ilan ettiğimiz diğer katil sürülerinin feyiz aldığı Sünni İslam’ın –18'inci yüzyılda yaşamış Muhammed ibn Abdülvahhab’ın ölümcül öğretilerine dayanan– kokuşmuş, taşralı ve gaddar bir türünün varisi olması gibi korkunç gerçekler söz konusu. Muhammed Bin Selman’ı çarmıha germek (Vahhabilerin tercih ettiği bir yöntemdir), tabii ki ABD’li senatörler için kolay bir cinayet olur. Başkanı ortadan kaldır ve o mutsuz edici tarihi ayrıntıların hepsini tek bir ölümcül darbeyle hallet.

Ama buna da çok güvenmemek lazım. Petrol ve silahlar etkili bir bileşimdir. Abdülvahhab’ın koruma altındaki eski evi, Riyad’ın banliyölerinde turistlerin yeni uğrak noktası haline geldi. Şunu da bir düşünün; –Suudi Arabistan’ın zorbalığına düşman ama ABD’nin bir başka silah müşterisi ve Suriye ve Irak’taki İslamcı güçlerin destekçilerinden olan– Katar’ın 30 bin kişilik kapasiteye sahip Ulusal Camii yalnızca yedi yıl önce inşa edildi ve Abdülvahhab’ın izinden giderek onun adını aldı.

Yaşadığımız, ABD’yle müttefiklerinin, kendi ayaklarının ve Suud Sarayı’nın altında fokurdayan dini oluşumlardan habersizce, bombalar ve füzeler altında yok ettikleri binlerce Müslüman karşısında kibirlendikleri tehlikeli bir dünya. Haspel’ın, CIA’in “karanlık merkezlerinde” edindiği neredeyse hiçbir işe yaramayan bilgiler bile, senatörlere bu gerçekleri anlatabilirdi. Şayet sorma zahmetine katlansalardı.

* Yazının aslı The Independent'ta yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)