Türkiye ve Suudi Arabistan nasıl düşman kardeşlere dönüştü?

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesi ve bölgedeki güç dengesinde yaşanan değişim, Türkiye’yle Suudi Arabistan’ı birbirine daha fazla yaklaştırdı. Her iki ülke de işgalin bir sonucu olarak askeri ve siyasi nüfuzları arttıkça, ortak rakipleri olan İran’ın eline düşen Irak’la ilgili endişeler taşıyordu. Türkiye’yle Suudi Arabistan arasındaki çatlak, bir askeri darbeyle 2013 yılında Mursi’nin devrilmesi sonrasında iyice şiddetlendi.

Google Haberlere Abone ol

Nader Habibi *

Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın 2 Ekim’de ülkesinin İstanbul'daki konsolosluğunda ortadan kaybolması, Türkiye ve Basra Körfezi’ndeki krallık arasında kötüleşen ilişkileri iyice gün yüzüne çıkardı.

Türk yetkililerin kimliği belirsiz kaynaklara dayanan açıklamaları, ellerinde Suudi Arabistanlı ajanların Washington’da ikamet eden ve Suudi hükümetine keskin eleştirilerde bulunan Kaşıkçı’yı gözaltına alarak, onu öldürüp parçaladıklarını gösteren video ve ses kanıtları olduğunu dünyaya duyurdu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Konsolosluğu’nda yapılan araştırmada, üzeri boyanmış olan zehirli maddelere dair kanıtlara ulaşıldığını ifade ederek, çıtayı daha da yükseltti.

Bu mesele, iki önemli Ortadoğulu güç arasındaki ilişkilerde ipleri geren en son olay. Bunlar, geçmişte birbirleriyle sıkı bağlara ve ABD’yle yakın ilişkilere sahip olan ülkelerdi.

Peki, iki ülkenin arasındaki ilişkiler nasıl bu kadar soğudu?

Onlarca yıldır bölgeyle ilgili çalışıyor ve yazılar yazıyorum. Ve Ortadoğu’daki diğer birçok ilişkide olduğu gibi bu da karmaşık bir durum ve bu nedenle yaşanan kriz şaşırtıcı bir dönüşüme yol açabilir.

İLK GÜNLER

Türkiye Cumhuriyeti’yle Suudi Arabistan Krallığı arasındaki diplomatik ilişkiler 1932’de kurulmasına karşın, 1960’lı yılların sonuna dek iki ülke birbirine pek ilgi göstermedi.

Türkiye’nin laik yönetici seçkinleri, Arap dünyasına oranla, Batı’yla stratejik ve ekonomik bağlar kurmaya daha fazla istekliydi. Türkiye, NATO ittifakına -kuruluşunun iki yıl sonrasında- 1951’de katıldı ve Suudi Arabistan ile diğer Arap ülkelerini hayâl kırıklığına uğratacak biçimde, kuruluşundan itibaren İsrail’le iyi ilişkilere sahip oldu.

Bu durum, Türkiye’nin, 60’lı ve 70’li yıllarda Suudi Arabistan’la daha güçlü ilişkiler geliştirmesine ve (ülkeler arası) ticaretin artmasına olanak sağlayan iki girişimde bulunduğu dönemde değişmeye başladı. 1969 yılında, Suudi Arabistan’da bulunan ve “Müslüman dünyasının ortak sesi” olmayı amaçlayan İslam Devletleri Örgütü’nün (İslam İşbirliği Teşkilâtı) kuruluşuna dahil oldu. Türkiye, 1975 yılında, İsrail’deki Filistin topraklarının işgaline son vermeyi amaçlayan Filistin Kurtuluş Örgütü’yle diplomatik ilişkiler kurdu.

İlişkiler 1980’li ve 1990'lı yıllarda gelişmeye devam etti. 90’larda, çeşitli anlaşmazlıklarda, krallığın Türkiye’yle komşu olan Suriye’nin tarafını tutmasıyla bozuldu.

Suudi-Türk ilişkilerinde yaşanan bu türden iniş çıkışlar, kısmen, 80’li ve 90’lı yıllarda yaşanan askeri darbeler de dahil olmak üzere, Türkiye’deki çeşitli siyasal istikrarsızlıkların bir neticesiydi. İslamcı ya da -Türkiye’nin Müslüman komşularıyla yakın kültürel ve dini bağlar hisseden- sivil partiler iktidardayken, ordunun bunları görevden almasından sonra daha da kötüleşene kadar, ilişkilerde bir iyileşme eğilimi vardı.

DAHA SICAK BAĞLAR

Türkiye’de 2002 yılında -AK Parti adıyla bilinen- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinin ardından, iki ülke arasında on yıl boyunca gelişimini sürdüren ilişkiler daha sağlam bir zemine oturdu.

AKP ve lideri Erdoğan, Türkiye’yi 1923'ten beri idare eden laik hükümetlerin tersine, Arap ve Müslüman komşularıyla daha güçlü ilişkiler kurmaya büyük önem atfetti.

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesi ve bölgedeki güç dengesinde yaşanan değişim, Türkiye’yle Suudi Arabistan’ı birbirine daha fazla yaklaştırdı. Her iki ülke de işgalin bir sonucu olarak askeri ve siyasi nüfuzları arttıkça, ortak rakipleri olan İran’ın eline düşen Irak’la ilgili endişeler taşıyordu. Bunun dışında, İran’ın Suriye ve Lübnan’daki etkisini de kontrol altına almak istediler.

Bu yakın ilişkilerin bir neticesi olarak, 2006 yılının Ağustos ayında, 1966’dan bu yana Türkiye’yi ziyaret eden ilk lider merhum Kral Abdullah oldu ve sonraki yıl bir gezi daha gerçekleştirdi. Bunun karşılığında, Başbakan Erdoğan 2009’dan 2011’e dek Suudi Arabistan’ı dört defa ziyaret etti.

Üst seviyedeki diplomatik temaslar, büyümekte olan iş imkânlarını ve yatırımları da destekledi. Suudi Arabistan’a Türk malı tekstil, metal ve diğer ürünlerin ihracat düzeyi 2000 yılında 397 milyon ABD Doları’yken, 2012 yılında 3.6 milyar ABD Doları’na yükseldi. 11 Eylül’ün ardından ABD ve Avrupa’da iyi karşılanmayan Suudi işadamları, Türkiye’yi çekici bir istikamet olarak gördü.

HAVADAKİ BAHAR ÜRPERTİSİ

2011’da Tunus, Mısır ve Libya’daki hükümetlerin devrilmesiyle sonuçlanan Arap Bahar’ı isyanlarından itibaren ilişkilerde keskin bir dönüş yaşandı. Siyasal İslam’ın savunucusu olan Erdoğan, yaşanan devrimleri ve kurulan yeni yönetimleri hoşnutlukla karşıladı. Buna karşın, Suudi hükümeti isyanları istikrarsızlaştırıcı bir etken olarak algılıyordu.

Yaşanan anlaşmazlık, Müslüman Kardeşler'le yakın ilişkilere sahip olan Muhammed Mursi’nin, Hüsnü Mübarek sonrası Mısır’da 2012 yılında düzenlenen ilk seçimleri kazanmasıyla doruğa çıktı. Erdoğan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer Körfez ülkelerinin karşı çıktığı Mursi ve Müslüman Kardeşler'in iktidara gelişine destek verdi. Bu ülkeler, Arap dünyasında, Müslüman Kardeşler hareketine karşı uzun süredir düşmanlık besliyordu ve bu zaferlerin kendi ülkelerindeki hareketlere de enerji sağlamasından kaygı duyuyorlardı.

Türkiye’yle Suudi Arabistan arasındaki anlaşmazlık, bir askeri darbeyle 2013 yılında Mursi’nin devrilmesi sonrasında iyice şiddetlendi. Erdoğan, Suudi Arabistan’ın Mısır’daki yeni askeri yöneticilere destek vermek amacıyla mali yardımda bulunmasını şiddetle kınadı ve Müslüman Kardeşler'e Türkiye’de bir sığınak sundu.

Suudi Arabistan, 2014 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi olma talebini aktif biçimde baltaladığında ilişkiler yeni bir darbe daha aldı.

Suudi Arabistan ve Türkiye, daha yakın bir tarihte, Haziran 2017’de Katar krizi nedeniyle bir kez daha karşı karşıya geldi. Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE ve Mısır, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı gruplara verdiği destek nedeniyle Katar’la olan tüm ilişkilerini kopardı ve ekonomik bir abluka uygulamaya çalıştı. Bunun dışında, Katar’ın İran’la olan ilişkilerini bitirmeyi reddetmesi nedeniyle de öfkeliydiler.

Türkiye, Katar’la olan ilişkilerini genişletip, ekonomik yardım ve bu ülkedeki küçük askeri üssüne daha fazla asker göndermeyi önererek yanıt verdi. Hâl böyleyken, Türklerce Katar’a yapılan gıda sevkiyatları, ablukaya dayanması noktasında oldukça mühim bir rol oynadı.

TÜRKİYE’NİN KAŞIKÇI OLAYINA YAKLAŞIMI

Peki tüm bu olanlar, yaşanan kriz bağlamında ne anlama geliyor?

Batı medyasında, Türkiye’nin, Kaşıkçı’nın yok edilmesini de içeren en son olayı, Suudi-Türkiye ilişkilerinin bozulduğu bir göstergesi olarak ele aldığı görüşü hâkim.

Bununla birlikte, belki de durum böyle olmayabilir. Türk hükümeti, bu krizi ele alma tarzında birbiriyle çakışan çok sayıda hedefi arasında bir denge tutturmaya çalışıyor.

Bir yandan neler olup bittiğini anlamak için gerçek bir kararlılık göstermeye çalışıyor ve hükümetinin olaydaki dahline ilişkin ayrıntıları sızdırarak, Suudi veliaht Prensi Muhammed bin Salman üzerinde büyük bir baskı yaratıyor. Bir yandan da, Türkiye’de önemli bir yatırımcı konumunda olan Suudi Arabistan’la yaşanan gerginliğin daha fazla büyümesini önleme noktasında dikkatli davranıldığını düşünüyorum. Çünkü bütün bunlar olurken Türkiye ciddi bir mali tıkanma ve dış borç kriziyle mücadele ediyor ve umutsuz biçimde ülkeye yabancı sermaye çekmeye uğraşıyor. Suudi yatırımlarının ya da turistlerinin buradan gitmesi, krizi daha da kötü hale getirebilir.

Erdoğan’ın en başta parmağıyla göstermekte tereddüt etmesi -olayı ‘kimliği belirsiz memurlar’a havale etmesi- ve ortak bir soruşturma yürütme çağrısında bulunması, Suudi liderliğine ‘hain katilleri’ suçlarmış gibi görünen bir tepkisel yaklaşım geliştirmek için gereken zamanı sağladı.

Bu durumda, Erdoğan, Başkan Donald Trump’ın, Suudi Arabistan’ın itibarını krizden kurtarmaya yönelik yaklaşımını paylaşıyor gibi görünüyor. ABD ve Trump yönetimin de Suudi hükümetiyle ilişkiler bağlamında büyük çıkarları söz konusu.

İlginçtir ki, Suudi Arabistan’ın Batı’yla olan ilişkisini karmaşaya sürükleyen bu zorlu sınavın sonucunda, bugünlerde krallığa karşı ellerinde büyük bir koz olan ABD ve Türkiye arasında daha fazla işbirliği ve daha iyi ilişkiler ortaya çıkabilir.

Yazının aslı The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)