AfD: Keskin sirke küpüne zarar

AfD’nin yaklaşık üçte birinin ırkçı-milliyetçi (völkisch) kanada dahil olduğu birçok uzman tarafından kabul edilmektedir. Irkçı-milliyetçi grubun tarih anlayışı, AfD’nin tarihe bakış açısından çok daha radikaldir. Buna göre, Almanya’nın Batı kültürünün bir parçası olduğu, Hristiyanlığa ve hümanizme dayandığı yönündeki anlayış reddedilmekte, aksine Almanya’nın Batı kültürü içinde eritildiği ve Alman kültürünün önemsizleştirildiği vurgulanmaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Tamer İlbuğa* - [email protected]

Geçen haftalarda Almanya’da mülteciler konusuyla ilgili bir hükümet krizi yaşandı. Yaşanan bu krizin arka planına bakıldığında görünen tablo, tam anlamıyla aşırı sağ bir partinin mevcut hükümeti önüne katıp kovalamasıydı aslında. Burada sözü geçen parti birkaç yıl önce kurulan ve aşırı sağ yelpazede yer alan “Alternative für Deutschland” (Almanya için Alternatif ) partisidir. AfD’nin neredeyse saplantı haline getirdiği en büyük hedefi Almanya Başbakanı Merkel’i istifa ettirmek. Çünkü bu partiye göre; Merkel hem Almanya’da muhafazakâr değerlerin gerilemesinde önemli rol oynamakta hem de Almanya’nın fakir AB ülkelerini finanse ettiği ve mültecilerin “Almanya’yı Almanların elinden alacağı” yönündeki politikaların temsilcisi olarak sembolize edilmektedir. Dolayısıyla, bu yazının konusunu yukarıda ifade edilen hükümet krizinden ziyade AfD’nin nasıl bir parti olduğu konusu oluşturmaktadır.

AfD resmi olarak 14 Nisan 2013’te kurulmuş olmasına karşın, parti kurulmadan önce üç yılı bulan ciddi bir hazırlık süreci geçirmiştir. 2010 yılında Euro kriziyle ilgili tartışmalarda Başbakan Angela Merkel’in Yunanistan’a yardım paketlerine destek vermesi ve bu desteği verirken de başka bir alternatifinin olmadığı varsayımı, özellikle sağ-liberal kanattaki ekonomistler arasında yoğun tartışmalara yol açtı. Hatta partinin kuruluş sürecinde Merkel ve hükümetinin Yunanistan politikasına ilişkin başka alternatiflerinin olmadığı yönündeki söylemlerinin karşıtını vurgulamak amacıyla, kurulan yeni partinin adı “Almanya için Alternatif” oldu.

AfD’nin kuruluşunda ve sonrasında etkili üç ana akım öne çıkmaktadır: ‘milliyetçi-liberaller’, ‘milliyetçi muhafazakârlar’ ve sonradan oluşan ‘ırkçı-milliyetçiler’ (völkisch).

MİLLİYETÇİ LİBERALLER YA DA AVRUPA KARŞITI PROFESÖRLER PARTİSİ

Almanya’da milliyetçi-liberal kesim tek bir partide organize olmamıştır. Bu kesim daha ziyade mevcut partilerde (özellikle de Hristiyan Demokratik Birlik/Hristiyan Sosyal Birlik [CDU/CSU] ve Hür Demokrat Parti [FDP]) örgütlenmiş ya da daha çok parti dışından bu partilere etki etmeye çalışmıştır. Son yıllarda milliyetçi-liberal kesim Euro eleştirisi ve Euro krizinden etkilenen ülkeleri “kurtarma programlarına” karşı harekete geçerek, büyük bir kamuoyu yaratmayı başarmışlardır. Milliyetçi-liberal akım, ulus-devleti ön plana çıkararak devletin egemenlik yetkilerinin başka bir üstyapıya devredilmesini reddetmektedir. Somut olarak bu anlayış özellikle Avrupa Birliği politikasında ortaya çıkmaktadır. Örneğin 1990’lı yıllarda Maastricht Antlaşması’yla kararlaştırılan ortak para birimi Euro, milliyetçi-liberaller tarafından kategorik şekilde reddedilmektedir. Çünkü bir devletin en önemli egemenlik alanlarından biri ulusal para birimi üzerindeki yetkisidir. Bu gruba göre, söz konusu yetkinin Avrupa Merkez Bankası’na devredilmesi kabul edilemez.

Bununla birlikte, milliyetçi-liberal akımın ilkesel olarak Avrupa bütünleşmesine karşı olduğu söylenemez; burada bütünleşmeden kastedilen, ulus-devletlerin egemenliklerini koruyarak Avrupa düzeyinde yoğun işbirliği içinde bulunmalarıdır. Aynı zamanda milliyetçi-liberallerin milliyetçiliği ulus-devlete odaklanmanın yanında, kültürel alanda az ya da çok homojen bir ulus yapısı olduğu varsayımından hareketle, kültürel muhafazakâr değerlerin önemsenmesi ve korunmasını da kapsamaktadır. Bu kesimin liberal tarafı ise ekonomik liberalizm ilkelerinin ulus-devlet düzeyinde uygulanmasında kendini göstermektedir. Kısaca, milliyetçi-liberaller siyasi alanda ulus-devletin egemenliğini, kültürel alanda muhafazakârlığı ve ekonomik alanda da liberalizmi savunan bir siyasi akımı oluşturmaktadırlar. Bu anlayışa sahip olan bu grup için 2012’de Merkel hükümetinin (CDU/CSU ve FDP) parlamentoda Avrupa Birliği’ni kurtarma programlarını onaylamasıyla birlikte, artık bu partilere yeterince etki edilemeyeceği ve dolayısıyla yeni bir strateji oluşturma zamanının geldiği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Böylece 2013 parlamento seçimlerinden beş-altı ay önce milliyetçi-liberal kesim, milliyetçi-muhafazakâr kesimle anlaşarak yeni bir parti kurulmasını kararlaştırmışlardır.

Milliyetçi-liberal akımı anlayabilmek için bu partinin kuruluşuna öncülük eden isimlere kısaca bakmakta fayda var. Hamburg Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Bernd Lucke, AfD’nin kurulmasından sekiz yıl önce, yani 2005’te devletin borçlanarak kamu harcamalarını artıracağına sıkı bir kemer sıkma politikası uygulamasını ve iş maliyetlerini düşürerek ekonominin rekabet gücünü artırması gerektiğini vurguladığı bir bildiri yayınladı, bildiri 200’den fazla meslektaşından destek gördü. Kısaca, bu bildiriyle hükümete neo-liberal politika izlenmesi önerilmekteydi. Daha sonra yine Prof. Lucke’nin inisiyatifiyle 2010’da bildiriyi imzalayanlar arasından “Ekonomistler Forumu” kuruldu ve Euro kriziyle ilgili kamuoyundaki tartışmalara sürekli müdahale edilmeye çalışıldı. 2013’te AfD kurulduğunda partide çok sayıda profesör olmasından dolayı, parti kamuoyunda “profesörler partisi” olarak anılmaya başladı. Özet olarak milliyetçi-liberal kesim halk arasında fazla karşılık bulamamasına karşın, özellikle elitler/entelektüeller arasında kendine yer buldu. Euro krizinin zirvesinde, özellikle Yunanistan’la ilgili tartışmalarda bu kesim parti içinde önemli bir yere sahipken, mülteci krizi Euro krizinin önüne geçmeye başladığı zaman milliyetçi-liberaller parti içindeki güçlerini kaybettiler ve partinin aşırı sağa kaymasıyla birlikte partiden ayrıldılar. Bugün de AfD içinde bu kesim temsil edilmekle birlikte, siyasi tartışmalarda ağırlıkları bulunmamaktadır.

MİLLİYETÇİ MUHAFAZAKÂRLAR

Muhafazakârlığın temel ilkesi, mevcut düzenin korunması ya da çok yavaş bir biçimde dönüştürülmesi olarak tanımlandığında, son on yıllarda yaşanan ve tehdit olarak görülen radikal değişimler, muhafazakârların yeni toplumsal normları benimsemede ne kadar zorlandıklarını ortaya koymaktadır. Almanya’da muhafazakârlar daha çok CDU/CSU gibi partilerde örgütlenmişlerdir. 2000’li yılların başında CDU’da partinin gittikçe ortaya ya da daha liberal bir yere çekildiği yönündeki rahatsızlık, parti içindeki muhafazakârlarda tedirginliğe neden oldu. Muhafazakâr dünya görüşü özellikle iki konuda altüst olmaya başladı: Birinci olarak, Almanya’nın artık bir göç ülkesi olduğunun kabul edilmesi ve yabancıların ya da “misafir işçilerin” eşit haklara sahip olma taleplerinin neredeyse bütün siyasi partilerde bir karşılık bulması. Bu bağlamda, dönemin Cumhurbaşkanı tarafından “İslam’ın Almanya’nın bir parçası haline geldiği” demeci, sembolik bir önem taşımaktadır.

Milliyetçi muhafazakârlar Almanya’nın giderek yabancılar tarafından ele geçirileceği ve Alman “öncü kültürü”nün tehlike altında olduğu yönündeki görüşlerini hem entelektüel düzlemde hem de sokakta hararetle savunarak, kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardılar. Ancak Merkel’in görece liberal politikaları bu tartışmalardan her seferinde galip çıkmayı başardı ve parti içindeki milliyetçi-muhafazakârlar, kendilerini ya üst düzey görevlerden geri çektiler ya da partiden ayrıldılar. Muhafazakârların kabul edemedikleri ikinci konuysa aile politikasındaki gelişmeler olmuştur. Bu bağlamda Merkel’in eleştirildiği konuların başında eşcinsellerin evlenebilmeleri ya da kadın-erkek eşitliğini desteklemek için her çocuğun kreş hakkının garanti altına alınması gibi politikalar geldi.

IRKÇI MİLLİYETÇİLER (NEO-NAZİLER)

Yukarıda da ifade edildiği gibi, AfD’nin kurulmasında belirleyici olan milliyetçi-liberal kanat, 2015’e gelene kadar parti içindeki gücünü giderek kaybetti. Çünkü Euro krizi daha arka plana geçmeye ve parti içindeki milliyetçi-muhafazakâr kesim daha dominant olmaya başlamıştı. Liberallerin partide sözlerinin geçtiği zamanda, AfD’nin ırkçı-milliyetçi kesime belirli bir mesafede bulunmasına özen gösterilmiş, 2015 sonbaharında ise Almanya’ya gelen çok sayıda mülteci AfD için önemli bir konu alanı yaratmıştı. Mültecilerin gelişinin hem AfD’nin seçimlerde oylarının düşmeye başladığı zamana denk gelmesi hem de partiyi bir arada tutabilecek ve birleştirecek bütün toplumu ilgilendiren bir toplumsal olayın ortaya çıkması, AfD’nin tekrar güçlenmesinin başlangıcını oluşturdu. “Mülteci sorunu” tam da parti içindeki dengeleri sürekli daha sağa çekmek için çok uygun bir konu oldu ve bu da onların seçimlerde başarı kazanmasının önünü açtı.

AfD’nin yaklaşık üçte birinin ırkçı-milliyetçi (völkisch) kanada dahil olduğu birçok uzman tarafından kabul edilmektedir. Irkçı-milliyetçi grubun tarih anlayışı, AfD’nin tarihe bakış açısından çok daha radikaldir. Buna göre Almanya’nın Batı kültürünün bir parçası olduğu, Hristiyanlığa ve hümanizme dayandığı yönündeki anlayış reddedilmekte, aksine Almanya’nın Batı kültürü içinde eritildiği ve Alman kültürünün önemsizleştirildiği vurgulanmaktadır. Bu ırkçı kanadın tarih anlayışının temeliniyse Alman dili, Alman romantizmi ve Alman idealizmi oluşturmaktadır.

Son zamanlarda AfD ve özellikle de ırkçı-milliyetçi kanadın büyük fabrikalarda da güçlendikleri görülmektedir. Ekonomi alanında büyük ölçüde neo-liberal politikalar savunan bu parti, özünde eşitsizlik ideolojisini, yani sosyal-Darwinizm’i benimsediği için bütün çelişkilerine rağmen emekçiler için de seçilebilir bir alternatif oluşturmaktadır. Irkçı-milliyetçiler için kesin şekilde belirlenmiş bir kolektif (ırk üzerinden belirlenmiş Alman olma hali) ön plana çıkarken, milliyetçi-liberaller için de birey (herkes kendinden sorumludur) ön plana çıkmaktadır. Ancak bunların ikisi de güçlü olanın güçsüz olana karşı üstünlüğünü varsaydığı için hem emekçiler arasında hem de diğer kesimler tarafından ilgi görebilmektedir.

Burada ırkçı-milliyetçilerin önde gelen liderlerinden Björn Höcke “dayanışmacı yurtseverlik” kavramını ortaya atmış ve partilerinin artık işçi sınıfı içinde de yoğun olarak örgütlenmeye gideceğini beyan etmiştir. Bu kavram, Nazi ideolojisinin ırkçı-milliyetçi ve anti-kapitalist söylemine atıfta bulunarak, asıl düşmanın da özgür sendikalar ve sol olduğunu vurgulamış olmaktadır. Sosyolog Klaus Dörre bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: “Onların derdi sınıf mücadelesi değil, bir işletme cemaati oluşturmaktır. Bu cemaat Alman çalışanlardan ve Alman amirlerden oluşan ve Almanya’nın iyiliği için uyum içinde çalışan bir cemaattir. Burada tek rahatsız eden şey, uyum sağlayamayan yabancılardır.”

AFD’NİN GÜNCEL DURUMU

AfD’nin sadece beş yıllık bir geçmişi olduğu göz önünde bulundurulursa, partinin çok başarılı olduğunu görüyoruz. Almanya’daki 16 eyaletten 13’ünde parlamentoya girmeyi başaran bir AfD söz konusu. Parti özellikle Doğu Almanya’da daha fazla taraftar buldu ve seçimlerde bu eyaletlerin bazı bölgelerinde birinci parti olmayı başardı. Eylül 2017’deki Federal Parlamento seçimlerinde ise yüzde 12.6 oy aldı ve 94 milletvekili çıkararak parlamentoda ana muhalefet partisi oldu. Bugün için tüm kamuoyu anket sonuçlarına göre partinin oy oranı en az yüzde 15 civarındadır.

Ekim 2018’de Bavyera Eyaleti’nde seçim yapılacak ve bu seçimler birçok açıdan önemli olacaktır.

Almanya’da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra muhafazakârlar siyasi örgütlenmelerinde iki kardeş parti kurmaya karar vermişlerdi. Buna göre Bavyera eyaletinde sadece Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) faaliyet gösterecek, diğer eyaletlerde ise Hristiyan Demokratik Birlik (CDU) aktif olacaktı. Bu iki kardeş parti federal parlamentoda ortak bir grup oluşturarak, uzun yıllar Almanya’yı yöneten partiler olmayı başardılar. Bu partilerden CDU Angela Merkel’in parti başkanı olmasından sonra yukarıda da anlatıldığı gibi gittikçe daha liberal çizgiye kayarken, CSU daha sağda kalmıştır. CSU Bavyera’da son 70 yıldır nerdeyse her zaman tek başına iktidar olmuş ve parti ile eyalet iç içe geçmiştir. CSU’nun temel taktiği, kendisinin daha sağında bir partinin oluşmasını engellemekti. CSU böyle bir yapılanmayı engellemek için gerektiği oranda sağa kayabilecek ve sağ-milliyetçi seçmenleri kendine entegre edecekti.

Ancak AfD’nin güçlenmesi bu stratejiyi tehlikeye attı. Dolayısıyla, CSU parti başkanı ve İçişleri Bakanı Horst Seehofer ve Bavyera Eyaleti Başbakanı Markus Söder’in Angela Merkel’in mülteci politikasını neden hedef aldıkları daha anlaşılır olmaktadır. Çünkü AfD’nin dört ay sonra Bavyera eyalet seçimlerinde elde edeceği muhtemel başarı ve CSU’nun 70 yıllık tek başına iktidarının sonuna gelinebileceği yönündeki korkusu üzerinden bu tartışmaları değerlendirmek, daha akılcı görünmektedir. Son kamuoyu anketleri AfD’nin Bavyera’da yüzde 13-14 bandında olduğunu ve CSU’nun da yüzde 40’ın altına düştüğünü göstermektedir. CSU’nun daha sağa kayması, kardeş parti başkanı Merkel’i hedef alması ve AfD’nin aşırı sağ / ırkçı söylemini benimsemesine karşın oy potansiyelindeki düşüşü engelleyemediği görülmektedir.

CSU’nun AfD’ye yaklaşması ve Merkel’den uzaklaşmasını gösteren başka bir örneğe değinmekte yarar var. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkardığı ve demokratlar tarafından dış politikada uygulanması sağlanan ders, çok taraflılık ilkesidir (multilateralizm); yani Almanya’nın komşularına ya da başka ülkelere danışmadan tek başına önemli konularda hareket etmeyeceği ilkesidir. CSU bu ilkenin hâlâ geçerli olmasını eleştirmeye başlamış ve bu konuda da Merkel’e karşı pozisyon almıştır. Buna karşın CSU, hâlâ sağa kayarak AfD’nin önünü kesme stratejisini değiştirmemekte ısrarcı davranmaktadır. Çünkü bir tarafta parti içi dengeler bunu gerektirirken, diğer tarafta da partinin alışılagelmiş reflekslerinin her zaman sağdan yana olduğu gerçeği vardır.

Sonuç olarak, Almanya’da aşırı sağ bir parti kalıcı olarak siyasi hayata yerleşmiştir ve parti seçim kazandıkça maddi gücü ve kadrosu genişlemiş, özellikle mülteciler konusunda siyasi söylemi belirleyici durumuna gelmiştir. Buna rağmen siyasi koordinatın merkezi gittikçe sağa kaysa da halen ana akım ve belirleyici siyaset AfD karşıtı bir siyasettir. Burada önemli olan soru, bu direncin ne kadar süreceği ya da merkez siyasetin aşırı sağ siyasetin pozisyonlarını üslenerek, şeklen demokratik bir konumda gözükse de özünde anti-demokratik politikalarının liberal-demokratik sistemi ne kadar ayakta tutabileceğidir. Ümit Akçay’ın haklı olarak liberal kapitalist düzenin 2008 krizinden sonra otoriter popülizm yönünde bir gelişme gösterdiğine ilişkin tespiti önemlidir; ancak Almanya örneğinde bu değerlendirme biraz eksik kalabilir. Çünkü diğer birçok ülkeden farklı olarak, Almanya’da bu eğilime bir de ırkçı-milliyetçi (völkisch) geleneğin dahil olması, AfD’yi liberal düzene karşı daha tehlikeli yapabilir.

Almanya’da geniş siyasi yelpazeyi kapsayan antifaşist cephe (sosyal demokratlar, merkez sağ, sosyalistler, yeşiller, liberaller, sendikalar, işveren örgütleri, kiliseler vd.) şimdilik AfD içinde örgütlenen ve örgütlenmeye çalışan ırkçı-milliyetçi kesime karşı hegemonik bir konuma sahiptir. Ancak bu cephede önemli gedikler açılmaya başladı. Bununla ilgili birkaç örnek verebiliriz: Cephenin en zayıf noktasını sağ-muhafazakâr kesim oluşturmaktadır ve bu kesim de CSU örneğinde görüldüğü gibi yıkılma aşamasına doğru gitmektedir. İkinci bir örnek, Merkel’in göreceli bir liberal mülteci politika izlediği varsayımıdır. Ancak Merkel’in yaptığı şey, AB’yi kurtarmak için ulus-devlet düzeyinde sınırların kapatılması değil, AB’nin sınırlarının mültecilere kapatılması yönündedir. Üçüncü bir örneği SPD ve hatta Sol Parti içerisinde de “Almanya’nın her mülteciyi alamayacağı” yönündeki söylemlerin artması oluşturabilir. Dördüncü bir örneği ise Almanya’da liberalizmin ana yayın organlarından haftalık Die Zeit gazetesinde, Akdeniz’de tekneleri batan mültecilerin yani insanların özel sivil yardım kuruluşları tarafından kurtarılıp kurtarılmamasının tartışmaya açılmasında görebiliriz. Böyle bir tartışmanın liberal bir gazetede yapılabilmesi, siyasi atmosferin ne kadar sağa kaydığını çok iyi özetlemektedir.

Aslında Almanya’ya mültecilerin çok az geldiği ve işsizliğin de çok düşük olduğu bir dönemde, aşırı sağcı/ırkçı bir partinin bu şekilde başarılı olması düşündürücüdür. Çünkü olası ekonomik bir kriz ve işsizliğin arttığı bir dönemde “ilk önce Almanlar” politikasının nereye kadar gidebileceğini tahmin etmek istemiyor insan. Belki böyle bir durum için verilecek sonraki örnek tam uymasa da bence ipuçları içermektedir. Örneğin Alman milli takımının dünya kupasından elenmesi sonucunda kamuoyunun bir kesiminde ve futbol federasyonunun önemli isimleri arasında tek suçlunun “bir şekilde gerçek Alman olmayan” Mesut Özil olarak belirlenmesi, böyle bir kriz durumunda oluşabilecek dinamiklere işaret etmektedir.

Peki, bütün bu gelişmeler yani siyasetin sağa kayması kaçınılmaz mıydı? Aslında burada sol kesim özeleştiri yaparak üstüne düşen sorumluluğu almak zorunda. 2000’li yılların büyük bölümünde solun (SPD, Sol parti, Yeşiller) hem toplumda hem de parlamentoda yapısal bir çoğunluğu vardı. Ama SPD Sol Parti’yi iktidara taşımamak için (devletin bekası sorumluluğu) merkez sağ ile koalisyon yapmayı tercih etti ve bu gelişmelerin yapı taşlarını döşemiş oldu.

*Tamer İlbuğa; 1970 Avanos doğumlu. 2001’de Hamburg Hochschule für Wirtschaft und Politik’ten mezun oldu. 2001’den 2007’ye kadar Hamburg’da STK’larda göç üzerine çalıştı. 2008-2017 arasında Akdeniz Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümünde ilk önce proje koordinatörlüğü yaptı ve son beş yılda da AB ve Almanya ile ilgili dersler verdi.