Filistinliler İsrail’i yok etmek değil özgür olmak istiyor

Bizim açımızdan 1948, Filistinlilerin tamamının o günden beri yaşadığı ortaklaşa ve kaçınılamayan bir kâbusun başlangıcıydı. Bütün bunlar -yerinden olmak, yoksulluk, savaşlar, sokağa çıkma yasakları, sorgulamalar, hapsedilenler, intifadalar, açlık, temel altyapıların eksikliği (ilaç, elektrik, temiz su, drenaj), seyahat kısıtlamaları... Filistinlilerin başına gelen her korkunç durum- işte o anda başladı.

Google Haberlere Abone ol

Atef Abu Saif *

“Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü’nün” ilk cuma günü, en küçük iki çocuğum olan Yaser ve Yaffa ile Gazze-İsrail sınırına gittim. Evet, doğduğum şehirden sonra tek kızıma adını verdim. Filistinliler arasındaki bu gelenek, özellikle de ismin zarif bir tınısı varsa uygulanıyor. (Yaffa kenti, Tel Aviv’e yakın bir konumda bulunan, İbranicede Yafo olarak anılan bir şehirdir.) İki çocuğun yürürken küçücük ellerinde tuttukları Filistin bayraklarını sallıyorlardı. Yasser doğrudan sınır çitine bakarak sordu: “Baba, çitin arkasında Yaffa mı var?” Kızım bu anlam bulanıklığından etkilenmemiş görünüyordu. Elinde silahıyla, bir sınır işlevi gören insan yapımı kumulun üzerine çömelmiş İsrailli keskin nişancılardan birine bakarken, bir hareketsiz durma yarışmasında donup kaldığımızı düşündüm. Gözlerimle “Çocuklarım sana karşı için bir tehdit oluşturmuyor,” demeye çalıştım. 300 metreden daha uzaktaydık. Çocuklarımın elinde bir silah veya taş yok; onlar savaşmak için burada değiller. Bu tabi ki sadece bir hayaldi. Aynı günün ilerleyen saatlerinde, İsrailli askerler bölgeyi boşaltmak için aşırı düzeyde güç kullandılar: Drone'lar, havanlar ve askerlerce atılan gaz bombaları…

Geçtiğimiz yedi hafta süresince gerçekleşen “Büyük Geri Dönüş” yürüyüşü, yani bu sınırda yapılan Gazzelilerin barışçıl direniş gösterileri, salı günü Filistinlilerin Nakba adını verdikleri ve İsraillilerin, İsrail devletinin doğuşu olarak nitelendirdikleri olayın 70'nci yıl dönümünde sona erecek. Sınır protestoları dikkatleri büyük oranda üstüne çekti. Onlarca çocuk öldürüldü -ergenliğe yeni adım atmış çocuklar ve gazeteciler buna dahildi- ve binlerce kişi yaralandı; ortaya çıkan uluslar arası endişeler muhtemelen, askeri gerginliğin daha geniş bir bölgeye yayılmasından kaynaklanıyor. Bu korku anlaşılır olsa bile, yaşanan protestolara dair oldukça hatalı bir algıya dayanıyor.

1948’DE 700 BİN FİLİSTİNLİ SÜRGÜN EDİLDİ

“Felaket” anlamına gelen “Nakba” sözcüğü, 700 binden fazla Filistinlinin, 1948 yılında büyük kısmı tahrip edilen kasaba ve köylerden sürüldüğü ve İsrail devletinin dünyaya ilan edildiği ânı ifade ediyor. Bizim açımızdan 1948, Filistinlilerin tamamının o günden beri yaşadığı ortaklaşa ve kaçınılamayan bir kâbusun başlangıcıydı. Bütün bunlar -yerinden olmak, yoksulluk, savaşlar, sokağa çıkma yasakları, sorgulamalar, hapsedilenler, intifadalar, açlık, temel altyapıların eksikliği (ilaç, elektrik, temiz su, drenaj), seyahat kısıtlamaları... Filistinlilerin başına gelen her korkunç durum- işte o anda başladı.

Yaffa kentinin güney sahilinde, dedelerimin villalarından birinde doğmuş olabilirdim. Ancak bunun yerine, Gazze şehrinin kuzeyinde bulunan aşırı kalabalık bir mülteci kampında dünyaya geldim. Avrupalı ​​arkadaşlarım sıkça şunu söylüyor: “Ne olmuş yani! İki dünya savaşı sırasında (sizden) daha fazla insan yerlerinden edildi ve kendileri için refah dolu, yeni bir yaşam inşa ettiler.” Bu doğru ama en azından yaşanan anlaşmazlıklar çözüldü, tüm ekonomiler yeniden inşa edildi. Filistin’den arda kalanların bu mutlu sona ulaşmasına hiçbir zaman izin verilmedi. Birçok Avrupa ülkesi ve elbette ABD, Filistin’i bir devlet olarak tanımayı dahi reddetti. Filistin’e hangi fırsat tanındı? 1917 yılı sonrası Filistin’deki politikalarını, Filistinlileri Yahudi göçmenlerle değiştirmeye adayan İngiltere bile -bu yolla ülkeyi bağımsızlığa hazırlamak hususundaki görevlerini ihlal ederek- İsrail’i tanıyor ve Filistin’i tanımayı koşulsuz biçimde reddediyor.

VAZİFEMİZ UMUDU YEŞERTMEK

Ailemin ana vatanı benim açımdan bütünüyle yok olmadı, aksine büyüyor. İçinde yaşadığım kamp -Cebeliye- (ve hâlâ orada yaşıyorum), kasaba ve köy sakinlerinin selamlaştığı mahallelere bölünmüştü. Bu nedenle, “Yaffa Mahallesi’nde” büyüdüm; balıkçıların maceralarını ve portakal bahçelerini anlatan hikâyeleri dinledim; bunlar, 20. yüzyılın ilk yarısında Filistin’in en hareketli şehirlerinden birinde yaşanan hayata dair anılar. Bu hikâyeleri nakledenlerin, anlattıkları biçimde gerçek bir fiziksel acı yaşıyor oldukları duygusunu her zaman yaşadım; onları, konuştukça sessizce kanamaya devam eden, üzeri sarılı haldeki bir yara ile hayâl ettim. Bu, ne geçmişe özlemle yaşamak ne de geçmişin onları korkutması anlamına gelmiyordu. Onlar, geçmiş tarafından terk edilmişlerdi; kendilerini, bir biçimde onu kaybettiklerine ya da hiç var olmadığına ikna etmişlerdi.

Büyükannem Eyşa da bu hikâye anlatıcılarından biriydi. Gazze’nin sıcak kumları üzerindeki küçük bir beyaz çadır için, sahilde bulunan geniş evini takas etmek zorunda kaldığında, kendisine bahşedilen bu ayrıcalığa ulaşmak için 100 kilometreden fazla yolu yürümek zorunda kalmıştı. Hikâyelerinden birini dinlerken, öykülerini anlatmaya devam etmenin ve onlara nasıl davranıldığını anlatmanın benim görevim olduğunu hissettim. Böylece, 12 yaşındayken yazma konusunda ilk denemelerime başladım. Her zaman anlattığı, Yaffa’daki doktorunu ziyaretine ilişkin hikayesinin bir versiyonunu kağıda geçtim. Ardından, paylaşabileceğim ve detaylandırabileceğim başka hikâyeler olduğunu fark ettim. Kendi ailem, Nakba’nın bir neticesi olarak, Gazze ve Ürdün’ün yanı sıra birkaç akrabamızın kalmayı başardığı Yaffa’ya dağılmış halde. Yazılarımın bir amacı da ailemin, en azından ruhani olarak tekrar birleşebilmesi oldu. Eyşa, ailemin yaralarını tanıklık ve hatırlama vesilesiyle iyileştirirken, benim görevim var olan umudunu canlı tutmaktı. Bu ailenin hayatını, ilerlemeyi sürdürmesini sağlamak için yazıyorum. Öte yandan bu, hayatta kalmak için oldukça kişisel bir yol. Her Filistinlinin benliğini ve sevdiklerini hayatta tutmak için kendine ait bir stratejisi vardır. Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü, insanların, hayatı devam ettirmek amacıyla ortaklaşa bir strateji bulduğu nadir durumlardan biri oldu.

Şüphesiz, protestocular bu yürüyüşün sonunda hiç kimsenin geri dönmeyebileceğinin farkındalar. Tabii ki sınır çitlerini ortadan kaldırmak için hiçbir planları (ya da araçları) yok. Ve elbette bu protesto, İsrail devletini bir şekilde ortadan kaldırmayı veya reddetmeyi amaçlayan bir girişim değil. Bunların bir amaç ya da beklenti olduğuna ilişkin herhangi bir iddia çok saçma. Protestocular yalnızca seslerinin duyulmasını istiyorlar; onlar yalnızca, Nakba’nın ve onlarca yıldır devam eden yankılarının dünya tarihine dahil edilmesini talep ediyorlar. Savaşlar, ablukalar, bitmek bilmeyen öfke ve belirsizlikler ile yaşamaya devam eden Filistinlileri, son 70 yılda hayatta tutan şey, yalnızca, bir gün (beraberindeki tüm özgürlüklerle birlikte) tam anlamıyla tanınmış bir devlet olma umudu. Geride kalan 70 yıl, Gazze Şeridi’ni, herkesin ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığı bir hapishaneye dönüştürdü ve bu insanların çocukları da ömür boyu hapis cezasına çarptırılacaklar ve çocuklarının çocukları da...

SONSUZA DEK BÖYLE YAŞANMAZ

Protestonun mesajı oldukça basit: Sonsuza dek böyle yaşamamız mümkün değil; 100 yıl sonra bile Filistinliler hâlâ vazgeçilemez insan hakları ile birlikte doğacaklar; fakat İsrailliler onları kana bulamak istiyor. İsrail, bizler hâlâ bir mandıradaki hayvanlar gibi yaşarken, barış, istikrar ya da sahip olduğu refahın keyfini sürmeyi bekleyemez. Çit, yalnızca iki ülkeyi ayıran fiziksel bir sınır değildir. Aynı zamanda iki dünya ve iki gerçeklik arasındaki algısal ve ayrımcı bir çizgidir. Bir dünyanın sefaleti diğerinin mutluluğuyken; birinin hayalleri, diğerini yetmiş yıldır kumların altına gömmüştür.

Büyük yürüyüşün ilk gününde, Donald Trump’ın fotoğraflarını parçalayan ergen çocukların hallerine güldüm. Amerika, bir devlet olarak kurulmasından bu yana İsrail’i silahlarla donattı ve Filistinliler, Washington’ın işgali güçlendirme ve devam ettirme hususunda üstlendiği rolü çok iyi biliyorlardı. Buna karşın, Trump’ın, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmasına ilişkin kararı, tamamen onun ruh haliyle ilgili olması nedeniyle farklılık gösteriyor; bir provokasyon yaratmak dışında hiçbir neticesi yok.

Geçen yüzyıldaki Balfour Bildirgesi’nden beridir, uluslararası toplumun bir kez bile Filistin halkının ihtiyaçlarını kabul ettiğini ve onlara yalnızca Yahudi inancının düşmanları olarak muamele etmediğini görememek, talihsiz bir durum. Filistinliler her zaman için Yahudi inancını, İsrail devleti ve hükümetinden ayrı biçimde değerlendirdiler; iş yalnızca eleştirmeye geldiğinde, daha geniş çaptaki uluslar arası toplumun bu ayrımı hiçbir zaman gerçekleştirememesi utanç vericidir; dahası, bunu yaparken, oluşturduğu ahlak, norm ve yasalarla başarısızlığını sürdürmüştür.

TRUMP İKİYÜZLÜLÜĞE BİR FENER TUTTU

Trump, dünyanın Kudüs’ü nasıl gördüğüne ilişkin Filistin kaynaklı herhangi bir anlatıyı çiğneyip geçerek, uluslararası toplumun Filistin hakkındaki ikiyüzlülüğü üzerine bir fener tutmuş oldu. Üzerine bir fener doğrultsanız da senaryo devam eder, onunla birlikte ilerleyebilirsiniz ve yaklaşmakta olan daha büyük suçlar için bir zemin hazırlarsınız.

90’lı yıllarda, Oslo anlaşmaları hazırlandığında, annem anlaşma şartlarını kabul etmemişti. Yine de anlaşma imzalandığında, diğer herkes gibi o da kutlama yapmak için Cebeliye sokaklarına çıktı. O zamanlar, anlaşmanın bir parçası olarak nihayet oğlunun da (erkek kardeşim Naim) diğer siyasi tutuklularla birlikte serbest bırakılacağını ve oğluna sarılabileceğini düşünmüştü. Bu uzun zamandır beklenen kucaklaşma hiçbir zaman gerçekleşmedi; anlaşmanın yerine getirilmesini beklerken öldü. Filistinliler, Oslo Anlaşması’yla, en azından babalarının ve annelerinin anavatanlarının yalnızca yüzde 22’sinin bir araya getirildiği bir devlet için, asgari düzeyde bir barışı kabul etmişti. Oysa İsrail  bizim bu yüzde 22’yi bile paylaşmayı istememizden bile hoşnut değildi İki devletli bir çözüme giden yol, engeller, barikatlar, kontrol noktaları ve yerleşimlerle kasıtlı biçimde engellendi.

Peki, sırada ne var? Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü sona erebilir; ancak ortaya çıkardığı sorular sadece yanıt beklemekle kalmayacak, aynı zamanda Filistin adlı hapishanenin sınırları üzerinde baskı yapmayı sürdürecek. Eğer hiçbir şey değişmezse, bu biçare halkın yüz yıllık siyasi terk edilmişlik, 70 yıldır yaşadığı sürgün ve -özellikle de Gazzeliler açısından- 11 yıl süren abluka karşısında hangi yola yöneleceğini hayâl etmek oldukça zor.

Yazının aslı The Guardian'da yayınlanmıştır (Çeviren: Tarkan Tufan)