Beni Kore'de harcadınız, Adnan Bey!

Barışı savunmak tarihin her anında zor olmuştur. Burjuva demokrasisi güçlü ülkelerden Türkiye'ye, Kore Savaşı barışı savunmanın en güç olduğu anlardandı.

Google Haberlere Abone ol

Geçtiğimiz asrın pek çok savaşını, bugün rahatlıkla insanlık tarihi açısından 'utanç verici' olarak yorumlayabiliyoruz. Ve tarih öyle ilginç bir şey ki, bu utanç verici olaylar sanki zaman aşımına uğruyor ve kimi zaman failleri bile rahatça suçu kabul edebiliyor, yargılamak monotonlaşıyor. Elbette bu yargılama süreci faillerini sanık sandalyesine oturtarak değil de, çoğunlukla insanların dillerinde yaşanıyor. Sahiden, bugün özellikle büyük felaketlere yol açmış savaşlara dönüp bakınca kolayca doğruyu ve yanlışı ayırt edebilsek de, tarihin 'o anı'nda da bunu görmek ve söylemek bu denli kolay mıydı?

Dünyanın yakın tarihine baktığımızda Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı'nın getirdiği yıkım, tüm vahşetiyle karşımızda. Günümüze zamansal yakınlığını ve konumuz olan Kore Savaşı gereği İkinci Paylaşım Savaşı'nı ele alalım. Düşünün ki bir ülke nüfusunun yüzde 15'ine yakınını, 20 milyondan fazla insanını bu savaşta kaybetmiş Sovyetler Birliği, savaşın tartışmasız en büyük yıkım getirdiği ülkeydi. Sivil ve askeri kayıplarının yanı sıra, sanayisini ve tarımsal arazilerinin de önemli bir bölümünü kaybetmesi, haliyle Sovyetler Birliği'nin toparlanma sürecini oldukça yavaşlattı. Öbür taraftaysa uzun süre, başta Sovyetler olmak üzere, Avrupa'daki güçlerin zayıflaması için savaşa ısrarla girmemiş ve büyük ölçüde Sovyetler'e gözdağı vermek için Japonya'da atom bombalarıyla yüz binlerce insanın canını almaktan çekinmemiş ABD. 'Soğuk Savaş' olarak bildiğimiz dönemin başlangıcındaki iki gücün İkinci Paylaşım Savaşı'ndan sonra çok kabaca çizilmiş profilleri böyleydi. Yine Soğuk Savaş dendiğinde yaygın tanımlama şudur: İki süper gücün çatışması ve hakimiyet kurma çabası. Bu tanım doğru olmakla birlikte çok sığdır ve bu sığlık kaçınılmaz yanlış yorumlamaları da beraberinde getirmektedir. Neyse ki tarih, hiçbir yanlış okumaya izin vermiyor.

SAVAŞIN GÖLGESİNDE YENİ SAVAŞLAR

1940'ların sonlarına bugünden baktığımızda, savaşın sona ermesiyle birlikte dünyada 'barış' talebinin meşru ve güçlü olduğu günlerin yaşandığını düşünebiliriz. Sadece Kore Savaşı bile, tek başına bu düşünceyi yalanlayabilir ancak biz şimdilik biraz daha öncesine gidelim. Ağustos 1948'de Polonya'nın Wroclaw kentinde Dünya Barış İçin Entellektüeller Kongresi düzenlenir. Delegeler arasında dünyaca ünlü pek çok entellektüel vardır: Pablo Picasso, Louis Aragon, Bertolt Brecht, Irene Joliot-Curie... Bu toplanmanın iki önemli anlamı vardır: Birincisi, 1949'da kurulacak olan Dünya Barış Konseyi'nin (DBK) öncüsü olmuştur. İkincisiyse burada tartışılan konuların başında ABD merkezli nükleer silahlanmanın durdurulmasının gelmesidir. İlk bakışta bu 'sıradan' gelebilir, ne de olsa Soğuk Savaş'tan bahsediyoruz değil mi? Ancak o dönem Sovyetler'in kendisine ait nükleer silahı bulunmamaktaydı. Yani tüm namlular, korkunç bir savaşın yaralarını sarmaya çalışan Sovyetler'e doğrultulmuştu. Bu, Sovyetler'in silahlanmaya ve dolayısıyla askeri bürokrasiye doğru attığı adımların bir 'tercih' değil 'zorunluluk' olduğunu işaret ediyor. Yine bu yüzden DBK, programını 'sadece ve sadece barış' değil, 'anti-emperyalist' ve agresyon karşıtı bir barış tanımı çerçevesinde oluşturmuştur. Bu tanımın anlamını sona saklayalım, DBK'nın ne olduğuna yönelelim.

DBK'nın dünyadan çeşitli sanatçı ve bilim insanlarının çabalarıyla kurulduğunu belirtmiştik. Yine bu isimlerin kuvvetinin hepimiz farkındayız. Bugün, örneğin Picasso hayatta olsa ve bir toplantı düzenlemek üzere talepte bulunsa, muhtemelen pek çok ülke sıraya girer diye düşünürüz değil mi? Sonuçta koskoca Picasso'dan bahsediyoruz! Ama o dönem durum pek de böyle olmamış... Tarih 1950, Kore Savaşı tüm dehşetiyle başlamış ve bölgeye ABD tarafından nükleer saldırının yapılıp yapılmayacağı tartışılıyor... Bu tartışmalar ve ihtimaller bir tarafa, halı bombardımanlarıyla Kore yarımadasında komünistlerin elindeki köyler kelimenin tam anlamıyla yerle bir ediliyor (Güney Kore’nin istatistiklerine göre, bir buçuk milyonu aşkın Kuzeyli sivil hayatını kaybetti. Kuzey Kore’nin verilerine göreyse bu sayı 2 milyonun üzerinde. ABD Hava Kuvvetleri Generali Curtis LeMay, ABD tarafından öldürülenlerin ‘düşman’ nüfusun yüzde 20’sine karşılık geldiğini söylüyor).

Dünya senden ne çekti Kuzey Kore!Dünya senden ne çekti Kuzey Kore!

PICASSO'NUN BARIŞ MEŞALESİ KARAKOLLUK

Barış arzusunun dünya için dorukta olduğu günlerde yeni bir nükleer felaket ihtimali ve katliam gündeme gelince haliyle DBK toplanma kararı alır. Kongre delegelerinin toplanacağı yer olarak İngiltere'nin Sheffield kenti belirlenir. Üzerinde DBK için Picasso tarafından tasarlanmış güvercin sembolü olan bir meşale, Bulgaristan'ın başkenti Sofya'dan, kongre açılışının yapılacağı yer olan Sheffield'a doğru yola çıkar. Meşalenin elden ele getirilmesi planlanır ve planlandığı gibi elden ele, ülke ülke gezer. Ancak Londra'ya gelindiğinde 'son taşıyıcı' genç maraton koşucusu Stan Horsham'ın peşinden polisler de koşmaya başlar! Kovalamaca arka sokaklarda devam ettikten sonra Horsham meşaleyle birlikte yakalanır ve gözaltına alınır. Barış meşalesinin Sheffield'a yolculuğu karakolda sonlanmıştır!

Horsham, polisler tarafından serbest bırakıldıktan sonra Hyde Park'ta kendisini bekleyenlerin alkışlarıyla karşılaşır. Ancak ertesi sabah Horsham, 'izinsiz gösteriye katılma' ve 'hakaret içeren davranış' suçlamalarıyla karşı karşıyadır. 'Sosyal demokrat' İşçi Partisi hükümeti açık açık kongreyi sabote eder ve ülkelerinde bu toplanmaya izin vermeyeceklerini açıklar. Genç koşucuya yapılan bu baskılardan da tahmin edileceği üzerine, ertesi gün açılışı yapılması planlanan DBK'ye tekrar Polonya yolları görülür. Elbette bu iki olay, dönemin İngiliz ana akım medyası tarafından görülmez.

Velhasıl, ister burjuva demokrasisi gelişmiş bir ülkede olun, ister arkanızda 'isimleri sorgulanmaz aydınlar' olsun öyle kolay olmamıştır hiç 'barış' istemek. Savaşın dumanları henüz tüterken bile!

YA TÜRKİYE?

Sanıyorum Kore Savaşı'nın Türkiye açısından anlamını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Demokrat Parti'nin ABD'ye yakınlaşma politikaları uğruna yüzlerce askerini dünyanın öteki ucunda kaybeden bir ülkede, haliyle bu savaşı doğru bulmayan, bunu açıklamaktan korkmayanlar da olmuştur. Ve yine bedel ödeyenler de bu insanlardır. Ancak Türkiye'ye gelmeden önce, DBK'nin Aralık 1952'de Viyana'da yaptığı ve Jean-Paul Sartre, Pablo Neruda gibi isimlerin de katıldığı toplantıda yakından tanıdığımız bir ismi de anmadan geçmeyelim: Nazım Hikmet. Usta şair, bu toplantıda kongrenin yönetici kadrosuna seçilir. Nazım Hikmet o dönem Kore Savaşı'na Türkiye'nin asker göndermesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Kongrede yaptığı konuşmaların yanı sıra Adnan Menderes'e eleştirilerini dizelerine de taşımıştır:

"Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, / iki gözünüzle bakarsınız, / iki kurnaz, / iki hayın, / ve zeytini yağlı iki gözünüzle / bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli / ve topraklarına çiftliklerinizin / ve çek defterinize. / Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, / iki elinizle okşarsınız, / iki tombul, / iki ak, / vıcık vıcık terli iki elinizle / okşarsınız pomadalı saçlarınızı, / dövizlerinizi, / ve memelerini metreslerinizin. / İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, / iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, / iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in, / ve bütün kaygınız / iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri / halkın tekmesinden korumaktır. / Benim gözlerimin ikisi de yok. / Benim ellerimin ikisi de yok. / Benim bacaklarımın ikisi de yok. / Ben yokum. / Beni, Üniversiteli yedek subayı, / Kore'de harcadınız, Adnan Bey. / Elleriniz itti beni ölüme, / vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. / Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan / ve ben al kan içinde ölürken / çığlığımı duymamanız için / kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip. / Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, / ölüler otomobilden hızlı gider, / kör gözlerim, / kopuk ellerim, / kesik bacaklarımla peşinizdeyim. / Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum, / alacağım da."

Nazım Hikmet, Berlin'deki DBK buluşmasında

Yine aynı dönem Türkiye'de Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkanlar büyük baskılarla karşı karşıyadır. DBK ile de ilişkileri olan Barışseverler Cemiyeti,Temmuz 1950'de Adnan Menderes'in meclis kararı olmaksızın Kore'ye 4 bin 500 asker göndermesine karşı hazırladığı bildiriyi İstanbul'un çeşitli yerlerinde dağıtır. Daha sonra Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) de liderliğini yapacak olan, Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinden sosyolog akademisyen Behice Boran da bildiriyi Eminönü'nde dağıtanlar arasındadır. Günler sonra Boran ve bildiriyi İstanbul'un çeşitli yerlerinde dağıtan diğer Barışseverler Cemiyeti üyeleri, hatta bildiriyi basan matbaacı da, gözaltına alınır ve Ankara'da askeri mahkeme karşısına çıkar. Suçlamaysa, 'Kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek'dir. Askeri mahkemenin kararı doğrultusunda 3 yıl 9 ay hapse mahkum olurlar, temyiz mahkemesinin kararı bozmasıyla 15 ay hüküm giyerler.

Bu kadar kovuşturulan bildiride ne vardır peki?

"...Kore'ye asker göndermekte Türk Milletinin herhangi bir menfaati yoktur. Türk Milletinin istiklali ve güvenliği dünya barışına sıkı sıkıya bağlıdır. Kore'ye asker göndermek ise Türk Milletinin nasıl bildirilirse bildirilsin, herhalde barışçı bir hareket değildir.

Bütün dünya milletleri ve bu arada Türk milleti de barışseverdir. Türk halkının menfaati dünya barışının bozulmamasındadır. Bu barışın bozulmaması için de Kore'deki iç savaşın barışçı yollar bulunarak hemen sona erdirilmesi gerekir..."

SONUÇ

Hem DBK hem de Barışseverler Cemiyeti'ne yönelik agresif yaklaşımların temellendirmesine baktığımızda 'Sovyet ajanlığı' suçlamalarını görüyoruz. ABD yıllarca bu oluşumun Sovyetler'e nasıl hizmet ettiğini kanıtlamaya uğraşmıştır. CIA ya da ABD yönetiminden yapılan resmi açıklamaların arşivinde küçük bir tur atarsanız çok kolay bu suçlamalarla karşılaşırsınız. İşin Türkiye tarafı da farklı değildir elbette. Ancak yukarıda belirttiğimiz bir nokta gözden kaçırılmamalıdır: Bu insanlar hangi savaşa, neden karşıdır? Karşı oldukları savaşlar kime, neye hizmet etmektedir? 'Objektif' olmak, doğruyla yanlış arasında bir ayrım yapmayı engellemekte midir? Öncelikle belirtelim ki kastedilen pasifist bir barış değildir. ABD'nin DBK'ya yönelttiği "Sovyetler'le ilişkili" olma 'suçlaması' da kısmen doğrudur. Ama bu gerçekten bir 'sorun' mudur? Sorunsa da savaş isteyen silah tekellerinin ABD ile 'ilişkili' olmasından daha büyük bir sorun mudur? Tarih, Soğuk Savaşı kışkırtan güçleri apaçık önümüze sererken sorun DBK'nın ilişkileri midir yoksa savaşların kime, zulüm kime kâr getirdiği midir?

Uzun lafın kısası barış kelimesindeki beş harf bembeyaz ve 'rahat' gözükse de, cefa ve bedellerle yazılmıştır hep. İçini gerçekten doldurmak da, anlatmak da zordur. Hele iktidar sahiplerinin çıkar kavgalarının kızıştığı anlarda barışı savunmak, bu ağır yükü taşıyabilecek kuvveti ve cesareti olanlara düşmüştür...

Kaynaklar ve konu hakkında daha ayrıntılı adresler

1- Australian Journal of Politics & History, Volume 48, Issue 4

2- https://m.bianet.org/bianet/siyaset/123739-behice-boran-kore-savasina-karsi-yeniden-galata-koprusu-nde