Kişisel gelişimin ölümcül vaatleri!
Kişisel gelişim uzmanları ve onları eleştirenler çağımıza ilişkin ne anlatıyor? Her biri kendi kulvarında onlarca tavsiyede bulunan bu kitaplar, kimi zaman bizleri olmadığımız bir kişiye dönüştürüyor; kimi zamansa intiharın eşiğine getiriyor.
Alexandra Schwartz *
Mutlu yıllar! Yılbaşı ağacı ortadan kalktığına ve kutlamalar bittiğine göre, yeni seneyi düşünmemizin zamanı geldi. 2017 kişisel ve politik olarak dikenli bir yıldı. Demokrasilerimizin kapıldığı hastalıkların belirtileri bizlere de bulaştı. Ama bunlar sorun değil! Sonuçta yeni yıl için yeni kararlar aldınız ve ilk kararınız da yeni yıl için kararlar almamak. Bunun yerine ‘hedefler’ koymalısınız. Bu terminoloji ‘üretkenlik gurusu’ Tim Ferris’e ait. (Bu hedefleriniz ölçülebilir ve zamana yayılmış olursa daha iyi olur; böylece başarınızı ölçebilirsiniz.) “Lifetick” veya “Joe’s Goal” gibi mobil uygulamalar da var, bunları kullanarak kendinize çeki düzen verebilir ve de ilerleme kaydettiğinizde sosyal medyada paylaşabilirsiniz. Neticede biraz kendinizi övmek, kişisel motivasyon için harikalar yaratabilir. (Tabii hedefiniz sosyal medyayı daha az kullanmaksa, o ayrı.) Hedefleriniz belli olduktan sonra, bu hedeflere ulaşmak için sizi cesaretlendirecek bir yöntem belirlemeniz hayırlı olur. ‘The Power of Habit’ (Alışkanlığın Gücü) kitabının yazarı Charles Duhigg, üç aşamalı bir süreç öneriyor. Spora daha fazla mı gitmek istiyorsunuz? İpucu koyun (kapının yanına spor ayakkabılar bırakın), sizi motive edecek bir ödül bulun (bir parça çikolata), harekete geçin. Ve, bravo! Hem Pavlov hem de köpeği oldunuz!
Ama önümüzde daha Şubat var, kış ortası yağmurlarıyla birlikte yan çizmeye başlayacaksınız. Endişelenmeyin. Jane McGonigal’ın “SuperBetter” (Süper İyi) isimli kitabıyla uçurumun kenarından video oyunlarıyla döneceksiniz. Teknik olarak oyun oynamayacaksınız ama oyundan ilham alan ‘müttefik bulma’, motivasyonel ‘güç toplama’ gibi teknikler kullanacaksınız. Veya Angela Duckworth’un kitabında belirttiği üzere inat ve ısrar edeceksiniz. Şöyle ki; Duckworth’a ve az önce saydığım bu uzmanlara göre ‘daha iyi, daha hızlı, daha akıllı’ olmak için yeteneğe ihtiyacınız yok. Bu uzmanların sistemlerine göre herkes ama herkes mutluluk arayışında daha etkin ve daha odaklanmış biçimde yaşayabilir. En önemlisi de modern becerilerin en kutsalı olan üretkenliği yakalayabilir. Yapamadıysanız da…eh, demek ki sizde bir sorun var.
OLDUKÇA DEĞİŞKEN DEĞERLER
Kişisel gelişim kitapları genelde içinde yeşerdiği dönemin inançlarını yansıtır. On yıl önce bu kategorinin yıldızı olan “The Secret” (Sır), 2006’da Avustralyalı bir yazar olan Rhonda Byrne tarafından yazılmıştı. Selefi Norman Vincent Peale gibi o da İncil’den çeşitli bölümleri edebileştirmişti. (Dualarında ne istersen onu bulursun, Matta 21:22). Pozitif düşünce bu mesajların bel kemiğiydi. Bryne diyordu ki; eğer evrene bir düşünceyi yeterince istekli yollarsanız gerçekleşecektir. Koca mı bulmak istiyorsunuz? Onun için dolapta yer açmalı ve kravat astığını hayâl etmelisiniz. Gözlüklerinizden mi kurtulmak istiyorsunuz? Bir sonraki kontrolünüzde çok berrak gördüğünüzü hayal edin. Aslında dünya çapında 20 milyon adet satan “The Secret”, büyük krizden önceki yıllarda dünyaya hakim olan optimist havanın mükemmel bir yansımasıydı. İnsanlar büyük hayâller kuruyor, daha kolay para kazanıyor, hayallerinin gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. Sonra küresel ekonomi çöktü ve bir anda rüyadan uyandık; yani, en azından bir süre için.
Durmaksızın teknolojik icatların gerçekleştirildiği çağımızda, sevimli bir “iyi düşün, iyilik bul” öğretisi, kişisel kusursuzlaşmayı hedefleyen sert bir öğretiye dönüştü. Kişisel gelişim uzmanları şarlatan olmak zorunda değiller. Birçoğu gayet iyi eğitimli, diplomalı, bilimsel yöntemler kullanan psikologlar ya da hayatta ve iş alanında çok ciddi başarılara imza atmış girişimciler. Sattıkları şey bir ölçü bilimi (metric). Daha sağlam kafa ve vücuda ulaşmayı hayâl etmek artık yeterli değil. İlerlemenizi ve süreci bir tabloya oturtmanız, adımlarınızı saymanız, uyku ritminizi ölçmeniz, olumsuz düşünceleri kaydetmeniz, sonra bu verileri incelemeniz, ayıklamanız, tekrarlamanız gerekiyor.
‘Kurumsal Çalışmalar’ adı verilen bir alanda uzmanlaşan iki işletme profesörü Carl Cederström ve André Spicer, yakın zamanda yayınlanan kitaplarında (“Desperately Seeking Self-Improvement: A Year Inside the Optimization Movement” / Umutsuzca Kendini Geliştirme Arayışı: İyileştirme Çabası İçinde Bir Yıl) tam da bunu ve daha fazlasını yapıyorlar. Oyunda seviye atlatan kısa yol şifrelerini sunmayı vaat eden bu muzip kitapta, atletik veya entelektüel gelişmişlikten üretkenliğe, oradan ruhaniliğe, zenginliğe ve zevke varana dek her konuda akıl veriliyor. Heyecanlı bir İsveçli olan Cederström ile melankolik bir Yeni Zelandalı olan Spicer, insanların daha üstün varlıklar olabilmek için kendilerini ne denli dönüştürebileceklerini keşfetmek istiyorlar ve yöntemlerini test ediyorlar. Bir önceki kitapları “The Wellness Syndrome”da (Sağlıklı Olma Sendromu), aydınlanmaya giden yolda deliler gibi emek veren sağlık ve iyilik meraklılarını takip etmişler. Bu kez, George Plimpton’dan esinlenen deneysel bir gazetecilikle kendi üstlerinde deniyorlar. Bir yıl boyunca her ay kişisel gelişim alanında kendilerini geliştirecekleri yeni bir alan arıyorlar. Cross-fit (zayıflama koşuları) yapıyorlar, sıvı diyeti uyguluyorlar, yoga yapmayı deniyorlar, terapistlere ve kariyer koçlarına başvuruyorlar, komedi kursuna yazılıyorlar ve hatta ormanlık arazide çıplak naralar attıkları bir “erkeksilik” atölyesine katılıyorlar. Kitabın formatı bile (bir günlüğün notları şeklinde tasarlanmış) üstlendikleri göreve uygun. Tim Ferris’in günlük tutmanın dünyadaki tüm başarılı insanlar tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu iddia ettiği kitabından ilham almışlar.
Cederström ve Spicer’ın kendi üzerlerinde denedikleri tüm aktivitelerin fayda-maliyet dengesi şüpheli görünüyor. Mesela zihinsel olarak gelişmek için ‘beyin ayı’ boyunca pi sayısının ilk 1000 basamağını ezberlemeye çalışmışlar. Bazıları ise Instagram’da gördüğümüz yeşil içeceklerin iç sesimizde uyandırdığı tepkiyi uyandırıyor: ‘Bunu da mı yapacağım yani?’. Açıkçası Cederström’ün ‘üretkenlik ayı’ boyunca kullandığı zihin açıcı haplar sonucu bir amfetamin yükselmesi yaşayıp, neredeyse tamamlanmış bir kitap taslağı çıkardığını duyunca biraz kıskançlık hissettim. Ama yayıncısının bunu basmasına izin vermediğini duyunca içim rahatladı.
“Tüketim toplumunda bir çift kot pantolon alıp tatmin olmak mümkün değil” diyor Cederström ve Spicer. Ve kişisel gelişim için de aynısını düşünüyorlar. Bizlere her bir parçamızı güncellemek ve üstünleştirmek gerektiği söyleniyor. Hatta iyileştirmeye ihtiyaç olduğunu akıl bile edemeyeceğimiz bölgelerimizin bile. (“Yoni yumurtaları” adı verilen vajinal taşlar, söylendiğine göre pelvik kasları güçlendiriyormuş. Aktris Gwyneth Paltrow’un ünlü web sitesi Goop bu taşlardan satıyor mesela.) Yetersizliklerimizi keşfeden ve yüzümüze vuranlar tarafından kazanılacak çok para var. Cederström ve Spicer’a göre, kişisel gelişim endüstrisi yılda 10 milyar dolar ciro yapıyor. (İkisi de çalışma sırasında on binlerce dolar harcamışlar). İyi bir hayat Platon ve Aristo’ya yetmiş olabilir ama artık yeterli değil. “Mükemmel hayatı nasıl yöneteceğimizi gayet iyi bildiğimizi göstermemiz yönünde müthiş bir baskı var,” diyorlar.
Cederström ve Spicer, bir keşifte daha bulunmuşlar. Kişisel gelişimin bir diğer ucunda sadece yetersizlik hissi değil, bir sahtekârlık hikâyesi mevcut. Aralık ayında projeleri bitmeye yaklaşırken, Spicer bütün yılı kendine odaklanarak geçirdiğini açıklıyor. Diğer herkesi ve her şeyi dışarıda bırakmış. Eşi birkaç gün içinde ikinci çocuklarını dünyaya getirecekken ilişkileri çok kötüleşmeye başlamış. “Ve buna rağmen,” diyor Spicer, “daha kendim gibi olmadığım bir yıl geçirmemiştim.” Kendisinin daha iyi bir versiyonu gibi hissetmiyor, hatta kendisi gibi bile hissetmiyormuş. Sanki başkası tarafından ele geçirilmiş: “O kişi ben değilsem kimdi?”
ÖLÜMCÜL BİR 'KUSURSUZLUK' ÇAĞI
“Mükemmelliğe ulaşmak ve bunu göstermek sadece stresli değil aynı zamanda ölümcül olabilir,” diyor İngiliz gazeteci Will Storr. Yeni kitabı “Selfie: How We Became So Self-Obsessed and What It’s Doing to Us” (Selfie: Nasıl böylesine kendine saplantılı hale geldik ve bu durum bize neler yapıyor?) intiharı ele alıyor ve endişe verici bir bölümle başlıyor. Storr, ABD ve İngiltere’deki yüksek intihar oranlarından rahatsız olmuş ve kendimize koyduğumuz çok yüksek beklentilerin bu konuda etkili olmuş olabileceğini düşünüyor. Ergenlik çağındaki genç kadınların gittikçe bedenlerinden daha mutsuz olduklarını gösteren araştırmalara kitabında yer vermiş. Genç erkeklerin de kas rahatsızlıklarından şikâyetçi oldukları görülüyor. Psikolog ve psikiyatristlerle konuştuğunda, özellikle genç üniversite öğrencileri arasında, sosyal medyada hayatı art arda elde edilen başarılar olarak resmeden mükemmel bir sunum ortaya koyma konusunda salgın hastalık gibi bir takıntının yayıldığını duymuş. Storr kendisinin de bazen kendini değersiz hissettiğini, intihara meylettiği düşüncelere kapıldığını itiraf ediyor. “Mükemmeliyetçilik çağındayız ve ‘kusursuzluk’ artık ölümcül bir düşünce. İnsanlar fantezisini kurdukları bir ‘ben’ versiyonuna ulaşmaya çalışırken acı çekiyorlar.”
Aşırır-rekabetçi küresel ekonomide çalışanların çok azı iş güvencesine sahip ve her zamankinden daha fazla gözden çıkarılabilir durumdalar. Herkes daha hızlı, daha akıllı, daha yaratıcı olmaya çalışıyor. (Pazarladığımız özelliklere benim de bir eklemem var: İyi olmak. Yeni dijital ekonomide, yıldızlarla puan verdiğimiz herkes, taksi sürücüsünden tesisatçısına, iyi davranmaya da çalışıyor.) En en iyi versiyonumuzun bir altı artık kimseyi kesmiyor. Storr’a göre, ekonomik baskılara karşı doğal tepki içgüdüsel bir alışkanlığa dönüşüyor. “Neoliberalizm kültürümüzün her köşesinden üzerimize siniyor ve bunu radyasyon serpintisi gibi içimize çekiyoruz. Tıpkı kendisinden önceki ‘reality’ televizyon şovları gibi sosyal medya da insan ilişkilerini sürekli bir rekabet ve onay arzusu ile çevreliyor. Donald Trump, olanca kindarlığıyla takıntılı şekilde ‘kazananlar’ ve ‘kaybedenler’den bahsedip duruyor. (“Selfie” geçen yıl İngiltere’de basılmıştı, bu yıl ABD’de yayınlanacak baskısı için Storr, Başkan’la ilgili de bir bölüm ekliyor.) Bu esnada ebeveynler de çocuklarına sevgi dolu, iyi niyetli şu yalanları söylüyorlar; ‘istediğin her şey olabilirsin ve hiçbir sınırın yok.’ Gel gelelim bu gerçekleşmediğinde, çocuklar genelde korkunç pazarın koşullarını değil, kendilerini suçluyorlar.”
SERSERİLİK SANATI DA VAR
Sarah Knight’ın daha kendine has tavsiyeleri var. İki yılda üç kitap yayınlamış. Storr’un biraz küçümseyerek yaptığı tespite göre, Knight’ın kitapları kişisel gelişimin “ben buyum; beğenin ya da beğenmeyin, buna alışın” kategorisine giriyor. Bu kategorideki çalışmalar kişisel gelişime biraz şüpheyle yaklaşıyor; neşeli ve biraz ağzı bozuk bir tonları var. Mark Manson’ın “The Subtle Art of Not Giving a F*ck” (Zarar Vermeden Bir B*k Yapmama Sanatı) ve psikiyatrist Michael I. Bennett ile kızı Sarah Bennett’ın “F*ck Feelings” (Duyguları S*ktiret) kitapları da bu kategoride sayılabilir.
Knight, son derece kafeinli, bir fitness antrenörününkini andıran yüksek bir tonda konuşmayı seviyor. Kendisini “çok-satan bir anti guru” olarak tanımlıyor. Çok satan kısmı ile özellikle gurur duyduğunu görmek mümkün. “SİZİNLE İLGİLİ HİÇBİR ŞEY YANLIŞ DEĞİL” cümlesi kitabının ilk paragrafının tam 2 sayfasını kaplıyor. Yazar, Storr’a, toplumda yanlış bir şeyler olduğu konusunda katılıyor. “İyi olmak, ince olmak ya da aklı başında hareket etmek konusunda toplumun dayattığı sıradan, aptal kısıtlamalar,” diyor Knight. Aklı başında olmak ne sıradan ne de aptalca bir beklenti aslında ama görünen o ki boş verilmeli. Knight’ın yapmak istediği, okuyucularının kendilerini oldukları gibi kabul etmeleri. Bunun için ‘beynin yeniden dekorasyonu’ gibi taktikler öneriyor (zayıflığını güç olarak kabul etmek). Veya ‘karamsarlığı benimsemek’ (faydacı olmayı ve gerçekçi beklentiler koymayı öneriyor). Ve tabii ‘iyilik kültünden kurtulmak’. Bunu bize şöyle özetliyor: “Başka insanların ne düşündüğünü kafaya takmayı bırakmalısınız.”
“You Do You” (Kendinizi Yaratın) isimli kitabındaki pek çok tavsiye, iş yerindeki tatminsizliklere yönelik. Özetle, fikir daha iddialı olma yönünde. “Eğer patron çalışma tarzımdan memnun değilse beni kovabilir,” diyor Knight. “Eğer bir işveren benim sıra dışı yöntemlerimi beğenmiyorsa beni işe almaz, olur biter.” İlginç bir ukalalık bu. Storr modern iş dünyasının baskıcılığından yakınırken, Knight iş dünyasının işlevsizliklerine odaklanıyor: Rahatsızlık verici grup projeleri, uzun sabah toplantıları gibi gereksiz işler… Okuyucularına, işlerinde her zaman en iyisi olmak zorunda olmadıklarına dair güven veriyor. Çünkü, ortaya çıkıyor ki, bir zamanlar kendisi de bir mükemmeliyetçiymiş ve bunun acısını sonraları çok çekmiş. Ergenliğinde yeme bozuklukları yaşamış. Harvard’dan mezun olduktan sonra büyük bir yayınevinde editör olmuş. Başarılı ama çok stres altındaymış. İş yerinde çeşitli panik-ataklar geçirmiş. Masasının altına kedi kumu koymuş, ayaklarının kuma değdiğini hissedebilmek için oraya basıyormuş. Sonunda 2016’da 36 yaşındayken işini bırakmış, Brooklyn’deki evini terk etmiş ve eşiyle birlikte Dominik Cumhuriyeti’ne taşınmış.
“Benimle, dışarıdaki diğer insanları küçümseyen ahmaklar arasındaki fark şu; ben kimseye neyi nasıl farklı yapacaklarını dayatmıyorum,” diyor Knight. Diğer bir deyişle, hepimize işlerimizi bırakıp kaçmamızı önermiyor. Yine de bize ofis kültürüne karşı diklenmemizi öneren kişinin bu işleri komple bıraktığını öğrenmek biraz şok edici, öyle değil mi? Kimileri bunu ilham verici bulabilir ama bazılarımız da kendilerini ihanete uğramış hissedeceklerdir. İşlerini bırakıp canları ne istiyorsa onu yapamayacak olanlar ne olacak? Bu insanlar iç dünyalarında ‘mental meditasyon’ yaparken, beyinlerini ‘yeniden dekore ederken’, Knight plajda kokteylini yudumluyor ve yeni çok-satan kitabını yazıyor.
'DURUŞUNU BOZMAMAK' MÜMKÜN MÜ?
Aalborg Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü olan ve kitabı çok-satanlar arasına girmeden önce sakin bir akademisyen hayatı yaşayan Steven Brinkmann, şimdilerde ilham verici Avrupalı bir entelektüel olarak televizyona, radyoya çıkıyor, dünyayı gezerek modern dünyanın sorunları hakkında konuşuyor. Brinkman’ın kitabının adı: “Stand Firm: Resisting the Self-Improvement Craze” Sıkı Dur: Kendini Geliştirme Çılgınlığına Direnmek). “Stand Firm” başlıklı kitapta Brinkmann’ın ele aldığı konu hızla ilgili. “Hayatın hızı artıyor,” diyor. Yemekte, modada, sağlıkta, uçuşan trendlerin peşinden koşuyoruz. Teknoloji iş hayatı ile özel hayat arasındaki ayrımı ortadan kaldırdı. Sürekli telefonda, hep online olmamız bekleniyor, “daha iyi yap, daha uzun süre yap, ne yaptığımızın anlamını ya da içeriğini daha az sorgula” deniyor. Storr gibi Brinkmann da kişisel gelişimi vahşi ekonominin hem bir semptomu hem de aracı olarak görüyor. Ama Storr’un sağlık krizi gördüğü yerde Brinkmann ruhsal bir kriz görüyor. Onun retoriği, yanlış idollerin ve kehanetlerin peşinden koştuğumuz yönünde. “Sekülerleşen dünyada bizim ödülümüz artık sonsuz cennet değil. Daha ziyade, bu gezegendeki kısa hayatımıza sığdırabildiğimiz kadarını sığdırmak. Eğer herkes ilerlerken siz sabit durursanız, geri kalmış oluyorsunuz. Günümüzde bu durum, geriye gitmekle aynı şey.”
Ancak Brinkmann’ın kitabının başlığı açıkça bize tersini, yani olduğumuz yerde durmamızı öneriyor. “En iyisi ve en fazlası olma manyaklığımız yetti artık,” diyor. Artık ortalama olmakla da barışmanın zamanı geldi. Gururla, kendisine ve iş arkadaşlarına çalıştığı üniversitenin kurumsal gelişim hedefleri sorulduğunda “ortalama bir üniversite olalım” cevabı verdiğini anlatıyor. (“Bizimki gibi küçük bir üniversite için oldukça makul bir hedef olduğunu düşünmüştüm,” diyor, çalışma arkadaşları ise onun bu fikrine pek katılmamışlar.) “Kişisel kabullenişe de yeter, hatta ‘kişiselliğe’ de artık yeter,” diyor. Brinkmann’a göre ‘kendin olmanın’ kayda değer hiçbir önemi yok. Belki Norveç milliyetçisi Anders Breivik herkesi katlettiğinde ‘kendisi gibi davranıyordu’ ve belki Rahibe Teresa tam da kendisi gibi davranmıyordu. Ne fark eder? Eğer illa ruhunuzun derinliklerine doğru bir kişisel gelişim yolculuğuna çıkacaksanız, yılda bir defayla bunu sınırlamanızı öneriyor Brinkmann; bunun tercihen yaz tatillerinde yapılmasını salık veriyor.
Knight’ın bütün o ‘yapabilirsiniz!’ coşkusundan sonra, bu tavır başınızdan aşağı soğuk bir bardak su dökülmesi gibi. Kişisel gelişim kitaplarına muzip bir göndermeyle, Brinkmann’ın kitabı ‘duygularınızı bastırın’, ‘hayatınızdaki olumsuzluklara odaklanın’ gibi gülünç başlıklarla dolu. Amaç sakin bir şekilde ölümlü ve düzeltilemez şekilde kusurlu olduğumuzu kabul etmek. Brinkmann stoacılığa ilgi duyuyor ve dünyevi şeylerin geçiciliği üzerine düşünüyor. (Tıpkı Tim Ferriss gibi.) Sürpriz yerlerden ilham alıyor. “Yahudi kültürü konusunda uzman sayılmam, bildiklerim Woody Allen filmleriyle sınırlı ama genel olarak küçük ya da büyük şeyleri kabullenerek karşılamak, kolektif mutluluk ve tatmin için iyi bir yol,” diyor. Açıkçası Brinkmann’ı temin ederim ki; kolektif mutluluk kavramı Yahudilere epey uzak. Ama istediği gibi düşünmekte özgür.
'HAYATTA TEK BAŞIMIZA DEĞİLİZ'
Her durumda, önemli olan bu “kolektif” kelimesi. Brinkmann kendimizle ilgili ne hissettiğimizi çok umursamıyor. Diğerlerine nasıl davrandığımıza odaklanıyor. Kitabı etik değerler üzerine düşünüyor, ki bu kişisel gelişim kitaplarında pek olmayan bir şeydir. Eski moda bakış açılarını seviyor. Mesela dürüstlük, kendini kontrol etmek, karakter, sadakat, sözünün eri olmak, gelenek gibi. Tüm bunların ötesinde, görevlerimizi yerine getirmemizi öğütlüyor. Burada demek istediği şey, sanırım hayatın tatsız sürprizlerine rağmen ve işler istediğimiz gibi gitmediğinde, Dominik’e kaçmamamız gerektiği.
Tüm bunlar ‘Stand Firm’e biraz muhafazakâr bir hava veriyor. Başlığı bile öyle. Brinkmann, kısmen, isyankâr bir ergene biraz derisini kalınlaştırıp işine bakmasını söyleyen bir ebeveyn gibi geliyor kulağa. Ve tıpkı bir ergen gibi, ona cevap veresiniz geliyor. Pek çok tavsiyesi çelişkili. Hem hislerimizi bastırıp hem olumsuzluğa nasıl odaklanacağız mesela? Ya da geçmişe bakma önerisi, bu nostalji takıntısı başımıza Brexit ve Trump gibi belaları açmadı mı? “Her şeyin hızlandığı bir kültürde, küçük de olsa bir muhafazakârlık barındırmak, asıl ilerlemeci anlayıştır bence,” diyor. Bunun bir paradoks olduğunun farkında. Tavsiyesi, tüm tavsiyeleri gibi, mükemmel değil ve sınırlı. O da, sonuçta bir insan. Onu özel yapan şey de bu.
Brinkmann’ın da farkında olduğu üzere, çalışmasının en büyük paradoksu, kolektif bir soruna bireysel bir çözüm önermesi. Bizimki gibi toplumlarda (Amerikan kültüründe) her şey hızla ilerlerken, geride kalmaktan korkmak normaldir. Brinkmann, en azından sırtını Danimarka’nın refah devletine dayayabilir. Yine de her sözüne katılmasanız da kitabını okumakta fayda var; en azından, dışarıda başka insanların da benzer güçlükler ve bıkkınlıklar yaşadığını görmek için. Dayanışma Brinkmann için önemli değerlerden biri. Boşlukta salınıyor olabiliriz ama yalnız salınmıyoruz.
Ve Brinkmann, hemen dinlenmesi gereken önemli bir tavsiye veriyor: “Ormanda bir yürüyüşe çıkın,” diyor ve “evrenin büyüklüğünü düşünün. Bir müzeye gidin ve sanat eserlerine bakın. Ve bunu, size ölçülebilir hiçbir faydası olmayacağını bilerek yapın. Bazı şeylerin değerli olması için sizi geliştirmeleri gerekmez. Kişisel gelişim rehberlerinizi bir kenara bırakın ve bir roman okuyun.”
(Çeviren: İdil Karşıt)