Popülist laf cambazlarıyla mücadele yöntemleri

Ana akım kurumsallaşmış siyasetin aktörleri daha dürüst olsalardı, Trump ya da Marine Le Pen gibi milliyetçi demagoglar (laf cambazı) ortaya çıkar mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama şundan emin olabiliriz ki geçmişteki samimiyetsiz politikalar bugün bize pahalıya mal oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Dani Rodrik *

Kurumsallaşmış politikanın aktörleri şayet daha dürüst olsalardı, bu bizi Amerika’nın Donald Trump’ı ya da Fransa’nın Marine Le Pen’i gibi popülist demagoglardan kurtarır mıydı, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek şey şu ki; geçmişte yaşanan samimiyetsizlik ve şeffaflık yoksunluğu, şimdi bize çok pahalıya mal oluyor.

Yakın zamanda katıldığım bir konferansta tanınmış bir Amerikalı ticaret uzmanının yanına oturtuldum. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) hakkında konuşmaya başladık. Bu, Trump’ın Amerikalı işçilerin ekonomik sıkıntılarının kaynağı olarak gördüğü ve yeniden masaya yatırmaya çalıştığı bir anlaşma. Yanımdaki ekonomist bana “NAFTA’nın bu kadar büyük bir mesele olacağını hiç düşünmemiştim,” dedi.

Kendisini şaşkınlıkla dinledim. Bu uzman, çeyrek asır önce anlaşmanın imzalanmasından bu yana, onun en ön saflardaki ve önemli savunucularından biri olmuş. O ve onun gibileri bu anlaşmayı Amerikan halkına satma konusunda önemli bir yol oynadılar. Uzman “NAFTA’yı desteklemiştim; çünkü başka ticari anlaşmaların yolunu açacağını düşünüyordum,” diye devam etti.

Birkaç hafta sonra Avrupa’da bir yemeğe katıldım ve konuşmacı Euro bölgesindeki bir ülkenin eski maliye bakanıydı. Konu, popülizmin yükselişiydi. Bakan politikayı artık bırakmıştı ve Avrupa siyasi elitinin geçmişte yaptığı hatalar konusunda lafını sakınmıyordu. “Popülistleri tutamayacakları sözler vermekle suçluyoruz. Ama bu eleştiriyi asıl kendimize yöneltmemiz gerekiyor,” dedi. Yemeğin başlarında ‘trilemma’ olarak tanımladığım bir meseleyi tartışıyorduk. Trilemma ile kastım, demokrasi, hiper-globalleşme ve ulusal egemenliğin yan yana, bir arada yaşayamayacaklarıydı. Bu üçlüden ikisini seçmemiz gerekiyordu. Eski bakan tutkuyla konuşuyordu: “Popülistler en azından dürüstler. Yaptıkları seçimlerin arkasındalar. Ulus devleti istiyor ama hiper-globalleşmeyi istemiyorlar, ya da Avrupa’nın tek pazar olmasını istemiyorlar. Ama biz insanlara hepsi bir arada olabilir dedik. Tutamayacağımız sözler verdik.”

Ana akım kurumsallaşmış siyasetin aktörleri daha dürüst olsalardı, Trump ya da Marine Le Pen gibi milliyetçi demagoglar ortaya çıkar mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama şundan emin olabiliriz ki geçmişteki samimiyetsiz politikalar bugün bize pahalıya mal oluyor. Öncelikle, merkezdeki siyasi hareketlerin güvenilirliklerini yitirmelerine neden oldu. Ve elitlerin kurumsal siyaset tarafından ortada bırakıldığını hisseden insanlarla köprü kurmalarını çok zorlaştırdı.

Pek çok elit neden yoksul ya da çalışan kesimden insanın Trump’a oy verdiği konusunda kafa karışıklığı yaşıyor. Ne de olsa Hillary Clinton’un ekonomi politikaları onlar için çok daha faydalı olabilirdi. Bu bariz paradoksu açıklamak için seçmenin cahilliğinden, akılsızlığından ya da ırkçılığından dem vuruyorlar.

Ama bir açıklama daha var. Mantık ve kişisel çıkarlar ile doğrudan uyuşan bir açıklama. Ana-akım politikacılar güvenilirliklerini yitirdiklerinde, seçmenin vaatlerine kanmamaları son derece doğal. Seçmenin kurumsal siyaset dışından adayların cazibesine kapılmaları ve süregelen politikalardan hızla uzaklaşmak istemeleri normal.

Ekonomist dilinde söylersek, merkez politikacıları ‘asimetrik bilgi’ sorunu yaşıyorlar. Reformist olduklarını iddia ediyorlar ama seçmen neden önceki politikacılardan hiç farklı gözükmeyen, zamanında onlara küreselleşmeyi ziyadesiyle allayıp pullamış, yakınmalarını pohpohlamalar ile geçiştirmiş siyasilerin bir yenisine daha inansın?

Clinton’ın durumunda, küreselleşmeci kurumsal Demokrat Parti ile yakınlığı ve finans sektörüyle olan sıkı bağları bariz şekilde sorun yarattı. Kampanyası serbest ticaret anlaşmaları vaat etti ve Transpasifik Ortaklıktan (TPP) desteğini çekeceğini iddia etti. Ama buna yürekten inanıyor muydu? Sonuçta, ABD Dışişleri Bakanı’yken TPP’yi sonuna kadar desteklemişti.

Ekonomistler buna ‘havuz dengesi’ (pooling equilibrium) diyorlar. Geleneksel ve reformist politikacılar birbirlerine benziyor ve böylece seçmenin çoğundan benzer tepkiler topluyorlar. Sistemin dışında gözüken popülistlerin ve demagogların daha samimi bulunan vaatlerine oy kaptırıyorlar. Bu sorunu asimetrik bilgi olarak tanımlamak, kendi içerisinde bir çözüm de saklıyor. Havuz dengesi, eğer reformist bir politikacı oy verenlerine gerçek yüzünün ‘sinyallerini verirse’ dağılabilir. Burada ‘sinyal verme’ sözünün özel bir anlamı var. Bu söz, pahalıya mal olacak ve geleneksel bir politikacının yapmaya cüret edemeyeceği kadar radikal olan ama reformist bir politikacıyı bozup onu da bir popüliste dönüştürmeyecek kadar da orta yolcu şeyler yapmak anlamına geliyor. Hillary Clinton gibi bir isim için, söylediklerinde samimi olduğunu varsayarsak, Wall Street’ten artık bir kuruş bile almayacağını iddia etmek ya da seçilirse başka bir ticaret anlaşmasına daha imza atmayacağını beyan etmek olabilirdi.

Başka bir deyişle, merkezdeki politikacılar eğer laf cambazlarının spot ışığını çalmak istiyorlarsa, çok dar bir yerden geçmeleri gerekiyor. Eğer bu yolu izlemek kulağa çok zor geliyorsa, bu, politikacıların karşı karşıya oldukları riskin büyüklüğünü gösterir. Bu yoldan gidebilmek muhtemelen yeni yüzler gerektirecek: Piyasayı merkeze alan küreselci yaşlılarla özdeşleştirilmeyecek yeni yüzler.

Ayrıca ulusun çıkarlarını korumanın, politikacıların asli görevleri olduğunu ve bu nedenle seçildiklerini baştan kabul etmeleri gerekecek. Ki bu da, işin ucunun kurumsal siyasetin elitlerine dokunması anlamına geliyor. Yani Wall Street’teki finansal kurumlara verilen sınırsız gücün gözden geçirilmesi, kemer sıkma politikalarındaki ikiyüzlülükle hesaplaşılması, hükümetin ekonomideki rolüne ilişkin sorunlu bakış açılarıyla baş edilmesi, sermayenin dünyanın dört bir yanında engellenemeyen dolaşımını ve uluslararası ticaret fetişinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek.

Geleneksel kulaklarda böyle liderler aşırı görünebilir. Ama popülist liderlerin peşine takılan seçmenin beklentisi tam da bu olabilir. Bu politikacıların ulusal kimliği milliyetçi değil kapsayıcı biçimde inşa etmeleri ve liberal-demokratik normlar içinde politika yapmaya kesinlikle bağlı olmaları gerekiyor.

Yazının aslı Project Syndicate sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: İdil Karşıt)