Batı nasıl zengin oldu?

Jared Rubin’in Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından basılan kitabı, bir zamanlar lüks ve şatafat içerisinde yaşayan Doğu’nun bu gücünü neden kaybettiği ve Batı’nın nasıl zenginleştiği üzerine odaklanıyor. Rubin’e göre, din ile siyasetin iç içe olduğu toplumlarda ticaret ve ekonomi gelişemiyor.

Google Haberlere Abone ol

Christopher Kissane *

Neden dünyanın bazı kısımları zenginken, diğer kısımları fakir? Batı’da yaşayanların çoğu, ekonomik büyüme ve gelişmenin durağanlaştığı diğer bölgelerdeki milyarlarca insandan akıl almaz ölçüde daha rahat yaşıyor. Günümüzde, dünyayı yaygın bir “eşitsizlikle” tanımlıyoruz. Nobel ödüllü ekonomist Robert Lucas’ın altını çizdiği üzere, ciddi farklara neden olan bu şeyleri düşünmeye başladıktan sonra, başka hiçbir şey düşünemez hale gelebilirsiniz.

Bu “büyük farkın” nispeten yakın tarihlerde ortaya çıktığı düşünüldüğünde, durum daha da ilgi çekici hale geliyor: yaklaşık 500 yıl öncesine dek Batı, Uzak Doğu’dan daha zengin değildi; bin yıl önce İslam kültürü matematikten felsefeye dek her alanda Hristiyan Avrupa’dan daha gelişmiş bir düzeydeydi. Teknolojiden mühendisliğe, tıptan tarıma varıncaya dek her alanda üstündü. Ortaçağ’da bir rahibe ve yazar olan Hrotsvitha, İslam egemenliği altındaki Cordoba’yı (Kurtuba) “dünyanın süsü” olarak nitelendirmekteydi.

Öte yandan, 1600 yılına geldiğimizde İslam dünyası batı Avrupa’nın gerisinde kalmıştı ve yüz yıllar boyu Ortadoğu, ekonomik alanda yavaş büyüme, yok edilemeyen fakirlik ve çözülmesi çok zor olan toplumsal sorunlarla boğuşmaktaydı. Dünyanın en zengin köşesi haline gelen Kuzeybatı Avrupa ise, bunun aksine, sanayileşme ve küreselleşmenin merkezi haline geldi. İktisat tarihçisi Jared Rubin, kapsamlı ve kışkırtıcı kitabında bu denli büyük bir dönüşümün nasıl gerçekleştiğini sorguluyor.

DİN DEĞİL, YÖNETİMLER GERİCİ

Rubin, yanıtı, İslam inancının şu veya bu bağlamda “geri kalmış” olmasında görenlere prim vermiyor. Ortaçağ’daki İslam’ın başarıları, dinsel öğretisinde ilerleme karşıtı hiçbir etken olmadığını gösteriyor: Muhammed’in hadislerinden birinde bu gerçek, “Bilge insanın dindarlık konusundaki bilgisi, yıldızlar ve ay konusundaki bilgisiyle eşit düzeydedir,” diye ifade ediliyor. Rubin’se farklı bir önermeyle, din ve siyasetin etkileşimindeki farklılıkların, Avrupa ve Ortadoğu'nun ekonomik ilerlemesinde farklılaşmaya neden olduğunu ileri sürüyor.

Çoğu hükümdarın temel güdüsü, bir ideolojiyi veya iyiliği yaymak değil, iktidarını korumak ve güçlendirmektir: Yani “kendi kurallarını egemen kılmaktır.” Bu, baskı (kendi iktidarını dayatma) ve temel olarak kendi “meşruiyet”ini yaratmayı gerektirir. Ortaçağ dünyasında hem İslami hem de İsevi (Hristiyan) yöneticiler, meşruiyetlerinin bir kısmını dini otoritelerden talep ediyordu; ancak Rubin, Reform Hareketi’nden (Almanya’da Martin Luther ile başlayan dini özgürleşme dönemi) sonra, Avrupa hükümdarlıklarının siyasi meşruiyetlerini kazanmak için dinden uzaklaşmak zorunda kaldığını düşünüyor.

“Dini siyasetin dışında bırakan” Avrupa, ekonomik çıkarlar hususunda “pazarlık masasında” kendisine bir yer açarak, “büyüme yanlısı” politika üretme konusunda işlevsel bir sistem yarattı. Diğer yandan İslami yöneticiler, dinin otoritesini meşrulaştırmaya devam ettiler ve mâli çıkarlar çoğunlukla siyaset dışına itildi; sultanların dar çıkarlarına odaklanan bir yönetim anlayışına ve kendilerini destekleyen muhafazakâr dini ve askeri elitle sıkı bir işbirliğine doğru yol aldılar.

Neticede, Avrupa’nın yarattığı başarının temeli Reform Hareketi’nde yatar ve bu hareket, Martin Luther’in “Tanrı’nın en büyük ve zarif armağanı” sözleriyle nitelediği “düşünce” ve “yetki dağılımı”nın yarattığı matbaa devrimiyle ortaya çıkmıştır. Yine de, yazıcılar, matbaayı Arap alfabesine nasıl uyarlayacaklarını çarçabuk keşfetmiş olsalar bile, Gutenberg’in icadının üstünden yaklaşık 300 yıl geçmesine rağmen Ortadoğu’da neredeyse hiçbir kitap basılmadı. Muhafazakâr İslamcı din adamları, basım tekniğinin iktidarlarında bir zaafa yol açmasını istemediler ve devleti ekonomi ve ticaretle değil, dinle bağdaştırdılar; bu sayede tahtlarına karşı hiçbir tehditle karşılaşmadılar. 1727 yılına kadar Osmanlı Devleti, Arapça harflerle yayın yapılmasına izin vermedi; neticede, ithâl ettikleri baskı makinesinin “Bir gelin gibi açılması ve bir daha gizli kalmaması” kararı kamuya ilân edildi. Yasak, dinci muhafazakâr kesimin “satılmaz mallarına” (ilerlemeye koyduğu engellere) canlı bir örnek olarak, “ekonomik ve teknolojik tarihin kaçırılmış fırsatlarından biri” olarak kayıtlara geçmişti.

AVRUPA KENDİ DEVRİMİNİN İZİNDEN GİTTİ

Diğer yandaysa Avrupa kendi devrimini yaratmıştı. Rubin, Katolik İspanya’ya karşı gerçekleşen Hollanda baş kaldırısı ve  Roma'dan ayrışmış olan İngiliz hanedanının “alternatif meşruiyet kaynakları bulma” arayışı nedeniyle, parlamentolarını yetkilendirdiğini öne sürüyor: 1600’lü yıllara geldiğimizde bu iki ülke de ekonomik elitleri (üretici ve tüccar kesimlerini) içeren parlamento hükümetleri eliyle yönetmekteydi.  Yürüttükleri siyaset (ticareti teşvik etmek ve mülkiyet haklarını korumak vb) yönetimlerini daha geniş bir ekonomik ilerleme açısından olanaklı kılmıştı. Dinin siyasetten ayrı tutulması, “ticaret yanlısı” olanlar için geniş bir hareket alanı oluşturmuştu.

Uzun erimli sorulara cevap verme çabası, Rubin'in çizdiği büyük resimdeki geniş ölçekli geçmişin ve hatta küçük ölçekli olayların bile tarihin gidişatını değiştirebileceğini ve kimi “yol bağımlılıkları” yaratabileceğini düşündürüyor. Elbette, çok uzaklaştığınızda büyük resim bulanıklaşabilir de.

Zenginlik sahibi kuşaklardaki değişimlerden emperyalizmin etkisine kadar masada yer alan birçok mesele bundan etkilendi; kurumsal değişimlerden ziyade, İngilizce ve Hollandacanın başarısı bilim ve teknolojideki yeniliklerden daha büyük oldu. En mühimi ise, Avrupa’nın uzun süren reform sürecinin düz bir yoldan daha çok bir labirenti andırması. Rubin’in de altını çizdiği üzere, “dini siyasetten ayırmak için yüzlerce yıl harcandı”; yani, yüz yıllar boyunca yaşanan radikal toplumsal karışıklıklara ve yıkıcı savaşlara tanık olundu. Rubin, din ve laikleşmenin iktisat tarihindeki önemi konusunda ikna edici bir görüş öne sürüyor; ancak dini değişim sadece siyaseti değil kültür ve düşünce biçimlerini de etkiliyor.

Yirminci yüz yılın başlarında yazan Max Weber, kimi Katolik bölgeler geri kalırken, ekonomik açıdan gelişmiş bölgelerden çoğunun Protestan olmasına dikkat çekiyor. (Sözü geçen kitap, “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu” adıyla Türkçeleştirilmiştir). Rubin, “kapitalizmin Protestan ruhu”na vurgu yapan Weber’in açıklamalarının kuşkusuz biçimde yanlış olduğunu, ancak tespit ettiği modelin kalıbın doğru olduğunu ifade ediyor. Son dönemde yapılan ekonomik tahlillerin hiçbirisi, Protestan şehirlerinin Katolik olanlardan daha müreffeh olduğu ve Katolik bölgesi olan İspanya’nın bunlardan mutlak biçimde geri kaldığı düşüncesini yansıtmıyor. Erken dönem modern Avrupa’nın ilk süper gücü (İngiltere), 16. yüz yılla birlikte yavaş yavaş büyüdü ve Rubin, ülkesinin ticari çıkarlarını ihmal eden İspanyol hükümdarlığının sürdürdüğü kötü yönetim anlayışının, sık sık bu meseleyle ilgili olarak suçlandığını da ortaya koydu. İmparatorun olağanüstü zengin kişisel mülkiyeti, sömürge hazinesindeki aşırılık ve geleceği göremeyen politikalar, kalkınmanın önündeki en büyük engellerdi.

SADECE TANRI İÇİN DEĞİL, KENDİ TAHTLARI İÇİN DE SAVAŞTILAR

Ancak İspanya’nın yürüttüğü savaşlar, gerçekten de sürmekte olan dinsel yönetimin gücünden mi kaynaklanıyordu? Rubin, kendi meşruiyetinin onaylanması karşılığında kiliseye verilen “pahalı” bir imtiyaz niteliğinde olan İspanyol Engizisyonu’nun, aynı zamanda toplum üzerindeki devlet kontrolüne de hizmet ettiğini vuguluyor; İspanyol kralları sadece “kilisenin çıkarlarını korumak” için Avrupa’daki savaşlara katılmadılar. Devletsel ve dini çıkarlar pek de kolay ayrılamıyordu ve İspanya’da bugün sürmekte olan bölgesel ayrışma da dahil olmak üzere, başka sorunlar da söz konusuydu.

Ortadoğu’daysa devlet ve din yetkileri, İslam aracılığıyla hükümdarlıklarını ve genişlemelerini meşrulaştırma arzusu taşıyan Osmanlı sultanları tarafından bir potada eritildi. Ortaçağ’da bir avantaj sağlayan bu “birlik”, erken modern çağda büyük bir engele dönüştü: Osmanlılar, ekonomik çıkarlar konusunda pazarlık etmek için siyasi bir araca ihtiyaç duymaksızın finans, para birimi ve hukuk alanlarında modernleşme yönündeki reformları gerçekleştirmeyi başaramadılar. Bu bölge, 19. yüz yıla değin Batı’dan oldukça geride kaldı; liberal düşünce ülkeye ulaştığındaysa reformların gelişimi otoriterlik, dini muhafazakârlık ve sömürgecilik tarafından hızla kontrol altına alındı.

Rubin, ekonomik karmaşıklığı açıkça ve net biçimde açıklıyor ve bu “ayrışma bulmacasının” yalnızca tek bir parçasına denk gelse de, kendisinin (“siyasi yönetimi kimin yürüttüğünün önemine” dair) temel argümanı, geçmişteki ve günümüzdeki Ortadoğu mücadelelerinin merkezinde yer alıyor. Din ve siyasi iktidar arasındaki ilişki, bölgede kolay bir yanıtı olmayan, en acı verici sorunlarından biri olmayı sürdürüyor: Rubin, tarihin aynı anda hem kötümser hem de iyimser olmak için bize sebepler verdiğini,” de sözlerine ekliyor.

Makalenin aslı The Guardian'da yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)