Bilim Kurgu yarının hayalini kurar

Hayâl gücünün zirvesinde bulunan bilim-kurgu edebiyatı, bizleri, sadece kıyamet senaryoları uydurmaktan veya bir şeyleri taklit etmekten çok daha fazlasını yapmaya davet ediyor. Geleceğin insanını düşlemek, bilim-kurgu açısından bir hayatta kalma meselesidir.

Google Haberlere Abone ol

Vandana Singh*

Küçük uçaktan indiğim ve karlarla kaplı ‘tundra’ya (kutup bozkırına) ilk adımlarımı attığım anda, dünyanın ne kadar tuhaf bir yer olduğunu düşündüm. Şimdi ABD’de yaşayan, Delhi’nin sıcak yaz güneşinin altında doğmuş ve yılın altı ayında güneş ışığı almayan bir yere gelmiş, Hintli bir gurbetçiyim. Alaska’nın kuzey kıyısı kutup çemberinin içinde bulunuyor ve burada hiç ağaç yok. Bir süre sonra, donmuş haldeki Arktik Okyanus’un (Kuzey Buz Denizi) kenarında dururken, Ursula K. Le Guin’in meşhur başyapıtı olan Karanlığın Sol Eli’ni düşünmeye başladım; bir kişinin hem elçi hem de sürgün olarak kısılıp kaldığı, “Kış” adlı gezegen aklıma geldi.

Dünyanın sonunu araştırmak için dünyanın sonuna geldim. Bu gibi “son”lar, farklı türden kıyametlere duyulan merak alanında diğer edebiyat türlerini aşan yapısıyla, gerçek birer bilim-kurgu nesneleridir. Kıyamet ve distopya (kötümser gelecek hayâli), insan türünün toplumsal alışkanlıklarının ve değerlerinin sorgulanması ve doğanın geri kalanıyla kurduğu sorunlu ilişkiyi irdelemek amacıyla kullanılır. Gerçekten de bilim-kurgunun, ışıl ışıl parlaması ve geleceğe dair olması gerekmiyor. Yeşil tenli uzaylılar ve ışın tabancalarıyla resmedilen fütüristik düşüncelerle eşdeğer olan edebi züppeler, tüm edebiyat alanında kendilerine zemin olarak kitaplarının çok satıldığı bazı beş para etmez havaalanlarında maskaralık yapabilirler. En görkemli, en gerçek halinde bilimkurgu, uzak gelecekte başka bir dünyada gerçekleşiyor olsa bile, burada ve şu andaki “biz”i anlatır.

BİLİM-KURGU İNSANI TARİF EDER

Bilim-kurgu bir anlamda, hayvanlarla, uzaylılarla ve teknoloji dahil fiziksel evrenin kendisiyle ve insanlık dışı evrenle olan ilişkimizin değerlendirilmesi olarak düşünülebilir. Edebiyatın kalan kısmının büyük çoğunluğu, insanoğlunun tabiatın geri kalanından izole edilerek bir fanusun (cam küre) içinde yaşadığı saçma bir yanılgının etkisi altında üretilir; tabiat ekonomik bir mal haline getirildiğinde, bir süre sonra tamamen gözden çıkarılabilir. Herhangi bir kitapçıya gidin ve kurgu eserler rafına göz atın; sadece insanları anlatan eserleri göreceksiniz. Ayrıca şunu da hesaba katın: Dünyanın eğimi, farklı kısımlarına ulaşan güneş ışığının miktarını büyük ölçüde belirler ve hem kuzey hem de güney kutuplarını son derce soğuk bir hale getirir. Kuzey buz örtüsü, tamamen deniz suyu üzerinde harika bir şekilde yüzerken, güneydeki Antarktika kıtası tabanında bulunan toprakların üzerinde oluşmuştur. Kuzeyde, hareket eden kutup buzunun altında bulunan yosunların yeşilimsi-kahverengi karışımı, Kuzey Kutbu’ndaki besin zincirine bir temel oluşturur. Böylesine alçakgönüllü bir temelin ardından, bizleri hayrete düşüren bir tür çeşitliliği ortaya çıkar: Küçük karidesler, Kuzey Kutbu, kömür gibi kapkara balıklar, gökkuşağı balinası gibi zarif ve uzun ömürlü memeliler ve buzun üzerinde yaşayan halkalı foklar ve kutup ayıları... Kuzey Alaska’nın Inupiaq (İnupiak) Eskimoları diğer canlılara, mevsimsel balina avcılığına ve modernleşmeye rağmen hâlâ önemlidir. Güneşin etrafında dans ederken yeryüzünün eğiminin nasıl da buzulların oluşmuna yol açtığını, bunun ne denli ilginç bir şey olduğunu düşünün; buzulları, buzul yosunlarını ve kutup ayılarını, gökkuşağı balinalarını ve onların eşsiz lisanlarını düşünün. Ses çıkaran buzullarının, farklı koşullar altında bir rüzgar tırmanışının yaratacağı ölümcül fırtına hakkında sizi uyardığı bir ortamda; böyle bir yerde, diller de kendi çevrelerine eşsiz ve mükemmel bir şekilde uyarlanır. Elbette, kötü bir roman yazarı değilseniz, yalnızca Inupiak’ları konu alan bir hikaye anlatmaz ve bu çevreyi sadece insanla sınırlandıramazsınız.

ALASKA'DA OLAN, HER YERDE GEÇERLİDİR

Garip olan şu ki, Kuzey Alaska’da gerçek olan şey diğer yerlerde de geçerlidir; diğer türlere bağımlıyız, dağları yerinden oynatan, hava koşulları ve iklimin kaprislerini açığa vuran biyo-jeolojik güçlere sırtımızı yaslıyoruz. Hayatta kalmamız tamamen bunlara bağlı. Temel sorun, modern uygarlığın bu bağlantıları gizlemesi ya da gözden çıkarmasıdır; böylece iş çıkışında bir barda arkadaşlarla vakit geçirmek, sevgiyle dolu bir hayata ve çocuklara sahip olmak isterken, aldığımız her nefesin ve soluduğumuz oksijenin yüzde ellisinden fazlasını okyanuslardaki planktonlara borçlu olduğumuzu unutuyoruz. Kendimizle doğanın geri kalan kısmı arasındaki bu derin ve önemli bağlantıları gizleyen bilgi birikimine dair hastalık derecesinde yanlış olan bir şey var. Bilim-kurgu, çoğunlukla buna benzer algı yanılgılarıyla boğulmuş haldeyken, en azından, yalnızca kıyamet masalları ve distopyalarla değil, aynı zamanda en güçlü aracımız olan hayâl gücümüzle, akıllıca ve kapsamlı çabalarla bizlere bir kurtuluş olasılığı sağlıyor.

Sorun, bazen hayatın sanatı son derece iyi taklit etmesidir. Dünya iklim bilimcilerinin yaklaşık yüzde 97’si, iklim değişikliğinin gayet ciddi biçimde insan kaynaklı olduğu ve anlamlı bir müdahale olmaması halinde bir felâketle sonuçlanacağı konusunda hemfikirler. Felâket kelimesi, tayfunlar ve kuraklık, kıyı şehirlerinin sular altında kalması, yeni haşereler ve hastalıklar, çılgın biçimde değişen hava koşulları ve bunun sonucu olarak mahsullerdeki ve gıdadaki azalma, türlerin kitlesel yok oluşu ve kitlesel insan göçleri gibi sonuçları olan, aşırı hava olaylarını ifade ediyor. İçi boş manşetlerin ve siyasi ihanetlerin ötesinde olan bir gerçek varsa, o da felâket sürecinin şüphe götürmez biçimde başlamış olduğudur. Kimi zaman yaşam sanattan daha tuhaf ve daha korkunçtur. Karmaşık doğası nedeniyle, iklim sistemi çöküş noktaları gibi kötü özelliklere sahiptir; bunlar aşıldığında işler çok hızlı ve genel anlamda geri dönüşü olmayan bir şekilde değişecektir.

ARTIK YÜZLEŞME ZAMANI

Nero’nun Roma’yı yakışına daha derinden bakarak, kendi kıyametimizle yüzleşmeliyiz.

Gördüğüm kadarıyla, bilim-kurgu yazarları, insan olmayan çevreyle olan ilişkimizi tanımlamak için her zaman öne çıkmışlardır. İnsanlar teknoloji yaratıyor ancak teknolojinin bizi yarattığı düşüncesi de aynı oranda doğrudur; değişimimizi ve düşüncelerimizi, yediğimiz yemekleri, iletişim kurma yollarımızı ve yaşadığımız yeri kontrol ediyor. Dünyayı değiştiriyoruz ve o da bizi değiştiriyor. İkinci buzdolabını ya da dördüncü televizyonu satın alıyoruz ve Grönland’daki buzulların erimemesini bekliyoruz. Bu hikayeleri bilim-kurgu yazarlarından daha iyi kim anlayabilir? Ursula Le Guin, “Karanlığın Sol Eli”nde, daha düşük bir yüzey sıcaklığına sahip olan bir gezegende yaşayan hermafrodit (çift cinsiyetli) insanların dünyasını hayâl etmiş; yaşadıkları bölgenin çoğu buzla kaplı. Gerçekte çoğu insan hermafrodit değildir; ancak cinsiyet garip biçimde akışkan bir olgudur: Bazı ışıklar altında, belirli zamanlarda, kurgusal karakterlerle kendimiz arasında bir yakınlık hissederiz. Benzer biçimde, “Kış” gezegeninin kasvetli ortamı, kendi gezegenimizin donmuş yerlerini aklımıza getiriyor. Ancak şimdi, tundra alanları eriyor. Geçen yıl ziyaret ettiğim kuzey kıyılarında gördüm ki; deniz buzu geri çekiliyor, küçülüyor, tüm bir ekosistemi, bir yaşam ortamını ve tüm insanlığı tehdit ediyor.

Bilim-kurgu yazarları, iklim değişikliği üzerine git gide daha fazla yazıyorlar. Kim Stanley Robinson’un “Başkentteki Bilim” kitaplarından, Tobias Buckell ve Karl Schröder'in eserlerine dek, gerçek hayat distopyaları ve kıyamet bölgeleri açığa çıkarılıyor. Hayâl gücünün en yüksek edebiyatı, bizleri, kıyamet senaryoları uydurmaktan veya taklit etmekten fazlasını yapmaya çağırıyor. Bize daha derine bakmamızı, eski düşünce biçimlerini terk etmemizi ve hayâl gücünü çeşitli gelecek olasılıkları önermek için özgürleştirmemizi istiyor; ancak bu yolla, gerçek olan bu dünyada daha doğru yaşayabiliriz. Öte yandan, okuduğum, iklim değişikliği hakkındaki eserlerde eksik olan bir husus var. Bunların tamamı genelde gelişmiş dünyada yazılmakta ve bu nedenle sosyolojik hayâl gücü de sınırlı. Genellikle diğer insanların (ötekilerin) bakış açısını algılayamıyorlar; ötekiler Batılı değil, ayrıcalıkları olmayan insanlar ve hayvanlar... Kendi çalışmamda, iklim değişikliği hakkında farklı bir bilim-kurgu açısı keşfetmeye başlıyorum ve Hintli yazarların bu meseleye katkıda bulunacağı çok şey olduğuna inanıyorum.

Bilim-kurgu dünyayı kurtarabilir mi? Kesin olan şudur ki; tek başına bunu yapamaz! Ancak, nasıl olduğumuza ve şu veya bu yolu seçtiğimizde varacağımız yerin neresi olacağına ışık tutabilir. Bilim-kurgu, “eğer şöyle olsaydı...” edebiyatıdır; eğer kimi insanlar dünyanın herhangi bir yerinde başka türlerle konuşmak için yeni yolları bulsalar ya da gelgitlerden elektrik üretebilseler veya mümkün olan en düşük tüketim ve kirletmeyle yaşamanın bir yolunu bulsalar, dünya nasıl olurdu? Bilim-kurgu, bir hikaye biçimidir, gelecek hakkında tasarlanan bir plan değildir; ancak hayâl gücünün kendisini özgürleştirme olasılığı vardır. Her şey olduğu gibi sürmek zorunda değil. Peki, daha devrimci bir açıklama var mı? Sahir Ludhianvi, aşağıdaki sözcükleri yazarken bir bilim-kurgu öyküsü düşünmüyordu ama yazımı bitirmem için yeterince uygunlar:

“Aao ki koi khavabe bunein, kal ke vaaste” (Gelin yarınlar uğruna hayâller kuralım.)

*Vandana Singh, Hintli bir bilim-kurgu yazarıdır. Boston yakınlarındaki küçük bir üniversitede fizik profesörüdür.

Makalenin aslı Anthropocenemagazine'de yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)