Thoreau ve komşuları

Walden Gölü'nün hemen üstünde bulunan, bir dönümlük ormanlık alanda sadece Thoreau yaşamıyordu. Kara Walden'ın sakinleri arasında kenara itilmiş eski köleler, gecekonducular ve göçmenler vardı.

Google Haberlere Abone ol

John Kaag & Clancy Martin*

O, Walden Gölü'nün hemen üstünde bulunan, bir dönümlük arazide yaşıyordu. Kendisine burada  küçük bir ev edindi. Burada yaşamayı başardı ve 19. yüzyılda Massachusetts eyaletindeki Concord kentinin etrafında hâlâ mevcut olan yabani elmaların tadını çıkardı. Walden’ın dışında, özgürlüğünü kazanan eski kölelerle birlikte yaşıyordu; çünkü burada kendini özgür hissediyordu.

O'nun adı Henry David Thoreau değildi. Brister Freeman, Walden Woods’un burada doğmuş sakinlerinden biriydi ve bir siyahiydi. Laura Walls’un “Thoreau” adlı yeni biyografi kitabında aktardığı kadarıyla, Freeman (Özgür İnsan) Devrimi’nde savaşmıştı ve ardından, “soyadından ötürü (Freeman/Özgür İnsan) kendi özgürlüğünü” ilan etmişti; ancak Concord kenti haricinde özgürlüğünü kanıtlayamadığından, Walden Gölü'nün  kuzeyindeki Brister adlı tepede bir dönümlük arazi satın aldı. Günümüzde, Walden bir devlet parkı olarak korunuyor ve tescilli bir Ulusal Tarih parkı. Ziyaretçiler rahat bir yer bulabildikleri sürece, (Henry David Thoreau’nun da yaptığı gibi) gelip giderler; ancak Thoreau’nun komşularının çoğu bunu yapamıyordu.

Bu yılın temmuz ayında, yani Henry David Thoreau’nun 200. doğum gününde, dünyanın bu cennetvari köşesine sıkışmış olan şeyleri ve tarih bazında büyük oranda kabul görmemiş olan erkek ve kadınları hatırlamamız gerekiyor. Gerçekten de burası bir çeşit sığınaktı; fakat Thoreau’nun dostlarının çoğu açısından, özgürlük sadece bu kentle sınırlıydı. Tarihçi Elise Lemire’a göre, tüm dünyaları, pek de kabullenmedikleri bir çaresizliğin kenti olan “Black Walden”dan (Kara Walden) ibaretti.

Sıradan tarih okuyucularının gözünde, Thoreau’nun Walden'da yaşayan tek insan olduğuna, bölgenin el değmemiş vahşi bir alan olduğuna ikna olmak kolaydır. Oysa gerçek böyle değildi. Walden, o dönemdeki "medeni standartlar"ın dışında kalmıştı; bu da sistem dışında kalanlar için bir yaşam alanı olduğu anlamına geliyor. Thoreau da bu durumun farkındaydı ve aralarında Boston’ın zengin banliyö hayatından dışlanan insanların bulunduğu bu toplumla birlikte yaşamayı seçmişti.

Thoreau’nun tabiata dört elle sarılma eğilimiyle sıkça ilintilendirdiğimiz durum, aslında, toplumun dışına itilenleri, yetersiz bir hayat yaşamak zorunda kalan bireyleri anlama aracıdır. Bu gerçek, Thoreau’yu bir aziz kılmaz elbette; ancak Thoreau’nun ormanda inzivaya çekilmesi ve zulüm altında acı çekenleri anlaması arasındaki samimi uğraşı gösterir.

ESKİ KÖLELER, GÖÇMENLER GECEKONDU SAKİNLERİ...

Lemire ve Walls’un, Thoreau araştırmasında keşfettiği kadarıyla, bu kişiler Amerika’daki ırklar arası mücadelenin geçmişine ait bilgileri somutlaştırıyor. Brister Freeman’ın kızkardeşi Zilpah White da özgürlüğünü kazanmış eski bir köle idi. Bağımsızlık Bildirgesi açıklandıktan sonra, Thoreau’nun ünlü fasulye tarlasına sınır olan bir evde yaşıyordu; burası, Ralph Waldo Emerson’un (ortaya çıktığı dönemde özgürlükçü ve eşitlikçi bir çizgiye sahip olan doğal liberteryanizmin kuramcısıdır) nadir ve zor rastlanan bir eylem olarak kendini desteklemeyi ve hayatını kurmasına yardımcı olmayı umarak iki yıl canını dişine takarak uğraş verdiği yerdi.

Lemire, Zilpah White’ın bunları bir farfara koparmadan yaptığını açıklıyor . Çarşıda bir dükkan tutmuştu ve hayatını sürdürmek için süpürge yapıp satıyordu. Kundakçılar evini 1813 yılında yaktılar. Yangından kurtulduysa da köpek, kedi ve tavukları yangında can verdi. Sonrasında, evini yeniden inşa etti. Öte yandan onun -ve onun gibi olan kadınlar- için hayat hiç de Rousseau’nun romantik doğa devleti idealiyle örtüşmüyordu.

O zamanar, Walden Woods’un solgun yüzlü, kızıl saçlı vatandaşları beyaz olamayacak kadar İrlandalıydılar, ortamda zuhur etti. 19. yüz yılın ilk yarısında ABD’ye göç eden İrlandalılar, çoğunlukla kent sınırlarında gettolar oluşturdular. Thoreau, Walden yakınlarındaki demiryolu hattında çalışmak ve yaşamak için gelen birçok İrlandalı göçmenle uzun süreli ve anlamlı ilişkiler sürdürdü.

Araştırmacı Walls, Thoreau’nun Hugh Coyle isimli hasta bir İrlandalı mezar kazıcısı ile buluşarak, ona Brister Tepesi yakınlarında akan temiz bir su kaynağını göstermeyi önerdiğini keşfetti. Ancak yaşlı adam bu kısa yolculuğu yapamayacak kadar hastaydı. Kölelerin yakınlarında yaşayan birçok İrlanda kökenli göçmen gibi ölümcül yoksulluk içinde hayatını geçiriyordu.

Thoreau, 4 Temmuz 1845 tarihinde Walden’a geldiğinde, Amerika’nın “dokunulmazlarının” çoğu gitmiş; ancak eski kölelerin, gecekonducuların, göçmenlerin ve gündelikçi işçiliğin izleri her yerdeydi. Concord’un yakınlarında yaşayan ve yoksul bir emekçi olan John Breed, gölete çok yakın ve küçücük bir evde yaşamaktaydı. Walls’un sözleriyle, “Mahallenin çocukları, 1841’de evini yaktılar.” O sırada 24 yaşında olan Thoreau yangını görmek için Concord’dan oraya koşarak gitti ve ertesi gün Breed’in perişan haldeki oğlunu koruması altına aldı. O esnada Breed zaten ölmüştü: 1824 yılında Walden Yolu'nda aşırı alkolden hayata veda etmişti.

Thoreau, sonradan yaşayacağı toprakları işgal eden ve çoğu zaman bu topraklarda hak iddia eden mimli “kişileri” tanıyordu. Ralph Waldo Emerson, Walden çevresinde, Thoreau’nun meşhur evini bir çömlekçi olan Thomas Wyman’dan almıştı. Burası ucuz, boş ve terk edilmiş bir araziydi. Emerson kısa süre sonra yazarı ve dostu Thoreau’yu, inzivasını yaşamak üzere bu arazide bir ev inşa etmeye davet edecekti. Ancak daha bu gerçekleşmeden önce, Nisan 1845'te Thoreau, Walls’ın aktarımıyla “ray hattını yukarı çeken İrlandalı bir demiryolu işçisi” olan James Collins’in gecekondusunu satın almıştı. Thoreau, bu ev için 4.25 Dolar ödedi (bugün için yaklaşık 150 Dolar). Şafak vakti, Collins ailesi evden taşındı; eşyaların tamamı düzenli biçimde küçük bir bahçede toplanmıştı. Thoreau, gecekondunun malzemelerini söktü, ahşap kısımlarını temizledi ve bunları ormanda yeni bir ev inşa etmek amacıyla değerlendirdi.

“SADELİK, SADELİK, SADELİK”

Thoreau, gözüpek bir hayat tarzını kendine amaç edinmişti; ancak ironik biçimde, her zaman saygı gören mütevazi yaşam biçiminin bir göstergesi olan kulübesini yıkması, onun için biraz üzücüydü. Günümüzde Thoreau’yu yargılamak bizim açımızdan kolaydır; ayrıcalıklı bir hayata sahip olan beyaz bir adamın başkalarına dayatılan “alternatif bir yaşam tarzını” seçmesi tanıdık bir düşüncedir. Öte yandan, Thoreau da bunun farkındaydı. Örneğin Walls, Thoreau’nun muhtemelen Collins ailesine evlerin gelen hacizden onları kurtarmak için yardım ettiğini düşünüyor.

Thoreau, ayrıcalıklı bir insan olduğunun farkındaydı,  ayrıca dezavantajlı kişilerin, genelde ayrıcalıklı insanlar tarafından fark edilmeden yaşayıp gittiğini de biliyordu. Sosyal adalet, bu görmezden gelme durumu ile mücadele etme konusunda ve başkalarının gözü önüne gizlice şekilde acı çekme halini anlamak bağlamında mühim bir duyguydu.

Thoreau açısından zenginlerin fakirlerin durumunu anlamamasına sebep olan şey, kısmen zenginlikleri ve kendi gerçeklerine gömülmeleriydi: Yalnızca mecazi veya kavramsal olarak değil, kelimenin tam anlamıyla böyleydi. Alışverişe çıkmak, ev işleriyle ilgilenmek ya da eğlencelere katılmak için koşuşturan insanların iç yaşantılarını anlamak zordur. Thoreau’nun sözleriyle “temkinli yaşamak”, bu sıçan soyunun oynaklığından kendisini azade tutmayı, asıl acil olan harcama ve mülk edinme meseleleriyle ilgilenmeyi ve bunlar üzerine düşünmeyi, gerçekten önemli olan şeyler arasındaki farkı kavramayı gerektiriyordu.

Thoreau bize “Yeni şeylere sahip olmak için kendinizi zorlamayın,” diyor. “Giysilerinizi satın ve düşüncelerinize sahip çıkın.” Modern hayattan -sıradan toplumsal hayatın meseleleri, ıvır-zıvırları ve daha birçok şeyin sonsuza dek oyalayıcı etkilerinden- uzak kalmak, insanın odaklanmasına ve düşünmesine yardımcı olur. Dünyevi mülkiyet aklımızı meşgul etmese nelere kafa yorardık? Sadece kendimizle meşgul olmayı bıraksak, kimlerle meşgul olurduk?

Thoreau genellikle bir münzevi, her türlü toplumsal yaşam biçimini reddeden yalnız bir kişi gibi aktarılır. Gerçekteyse o, geleneksel yaşamın formalitelerini ve konforunu terk edecek derecede mutluydu; ayrıca, sadece daha geniş bir doğal ve toplumsal düzene katılma arzusu taşıyordu.

O, ağaçlarla komşu olan bir adamdı; fasulye çalılarıyla sohbet ediyordu ve ürünlerine hayat veren yağmur ve güneşle dost olmuştu. Evet, orman köylüsü arkadaşları da vardı. İnsan türünden olan dostlarının geneli olağandışıydı: John Breed’in yalnız oğlu, evinin yakılmasına öfke duyan bir gündelik işçi. Ayrıca kasabanın yakınlarında yaşayan, Thoreau’nun defalarca ziyaret ettiği nevi şahsına münhâsır astronom Perez Blood; hayatında yalnızca bir kişiye aşık olup evlenmemeyi seçen ve Thoreau’nun kendine has bir tavırla ilintilendiği Sophia Foord; Thoreau'nun Kanada'ya güvenli bir şekilde geçebilmesi için demiryolu istasyonuna kadar birlikte yolculuk yaptığı isimsiz bir kaçak köle ve bunun gibi sayısız insan...

Thoreau gibi vahşi doğayı kucaklamak, kentsel alanların dışında var olan kişilere ve gruplara kendimizi açmak anlamına geliyordu. Bunlar, yabancılar, bilinmeyen kişiler ve hatta diğer ülkelerden gelen insanlardı; Thoreau kendisini tanımak için onları anlamak üzere buraya geldi ve hayatının bir bölümünü onlarla doldurdu. Thoreau, gözümüzü herkese açabilmemiz için bize bir miras bıraktı. Şayet o bir münzevi gibi görünüyorsa, onun arkadaşlarının önemini kavrayamadığımızdandır. Belki de biz (gereksiz meselelerden) yeterince yalıtılmış değiliz veya Thoreau’nun kendine has yaklaşımıyla, samimi bir şekilde sosyalleşmiyoruz.

1945 yılında, Thoreau’nun Walden Gölü yakınındaki evini inşa etmesinden yüz yıl sonra, Ralph Ellison “Invisible Man” (Görünmez Adam) kitabını yazmaya başladı. “Ben görünmez bir insanım,” diyordu Ellison’ın siyahi öykü karakteri. “Ben et, kemik, sinir ve sıvılardan oluşan somut bir insanım; hatta bir bilince sahip olduğum bile söylenebilir. Bunu anlayamıyorum, sadece insanların beni görmeyi reddetmesinden dolayı görünmezim,” diyordu.

Bilinçli olsun ya da olmasın bu ret, her anlamda hayatidir: Fark ettirmeden ilerlemeciliği ve zenginliği destekleyen bu haksız düzeni yüzeysel olarak alt etmek için (sahtekârca) kullanılan bir yöntemdir. Merrimack Vadisi’ndeki yerli Amerikalılar önce yerleşimcilerin önünü açmak için yok edildi; ardından da “ulusu” ve zengin Concord’u desteklemek için insanlar işçilere ve kölelere dönüştürüldüler. Güçlü ve ilerici bir insan yaratma efsanesinden geriye kalanlar, şüpheli tarihini araştırmaktan imtina eden bir ülkeye uygun hale getirildi.

Ellison, “Bu dünyada uyurgezerler kadar tehlikeli olan birkaç şey var,” diyor. Gözleri kapalı ve dünyaya kayıtsızlar, kendi vahametlerini üretiyorlar ama daha trajik olan şey, görünmez olan diğerlerinin vahametidir. Güneş doğmadan önce yola çıkar ve Walden Pond’a yolculuk yaparsanız, gözlerinizi açık tutmanın sağlayacağı faydaları anlayabilirsiniz. Thoreau’ya göre, “uyandığımızda, dışsal yardımlarla değil, kendi kendimizi uyanık tutmalıyız; sonsuz bir şafağın beklentisiyle, en tatlı uykumuzda bile bundan vazgeçmemeliyiz,” diyor.

Yine de Thoreau örneğini ele almak, doğal dünyayı takdir etmek, her koruyu ve huş ağacını dikkatle not etmek işi değildir. Aynı zamanda, orada sessiz ve gizlice duran ve sonra ağır ağır kaybolan insan figürlerini ayırt etmek için ağaçlara, yakınlardaki gölgelere bakmayı da gerektirir.

*John Kaag, Massachusetts Üniversitesi’nde felsefe profesörüdür.

*Clancy Martin, Missouri Üniversitesi’nde felsefe profesörüdür.

Makalenin aslı New York Times'da yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)