Jacques Ranciere: Halk bir inşadır

Halk, nüfus kitlesi değildir: Halk bir inşadır. Halk yoktur, söylemlerle ve eylemlerle bina edilir. Occupy, Arap Baharı, Öfkeliler, Atina’daki Syntagma Meydanı, Kağıtsızlar Hareketi, bunların hepsi anonimlerden oluşan belli bir halk imal eder. Ve bu halk demokrasinin halkıdır. Kim olursa olsun onun iktidarını açığa vuran bir halk.

Google Haberlere Abone ol

Demokrasi mefhumu çalışmalarınızın her yerinde mevcut. Buna karşın Blanqui demokrasinin, yüzergezer ve saptırılabilir niteliğinden dolayı “lastik gibi” bir sözcük olduğu değerlendirmesini yapıyordu. Siz bu sözcüğe neden bu kadar önem atfediyorsunuz?

Siyaset olması için, siyasetin muayyen bir öznesinin olması gerekir. Benim temel fikrim bu. Birilerinin yönetmesi ve diğerlerinin itaat etmesi yeterli değil. Hayvan yetiştirme sanatı ile siyaset arasında başlangıçtaki büyük ayrım bu. Siyaset daima yöneten aynı insanın yönetilmesini de gerektirir. Demokrasi ile siyaset arasındaki ilişkiyi çerçevelemek için bana önemli görünen bu oldu. Siyaset olması için, halk denen bir şeyin olması gerekir. O aynı zamanda siyasi faaliyetin üzerine dayandığı nesne ve söz konusu faaliyetin öznesi olmak zorunda. “Yönetme sanatı”nın alışıldık tüm modellerinde, belli bir simetrik olmayış varsayılır: İdare edecek bir kitle ve bunu yapma kapasitesine sahip olanlar vardır, iktidarın meşruiyeti böyle işler: “Demokrasi”, kökeninde, bir siyasi rejimin adı değil bir hakarettir (hiçlerin hükümeti, ayak takımının hükümeti). Bu, özelliği, kendilerine hükümet etme/yönetme ehliyeti veren hiçbir özelliğe sahip olmamak olanların hükümetidir; bunlarda, yönetmeye uygun olanları yönetilemeye uygun olanlardan ayıran hiçbir özellik yoktur. Bu yüzden bu sözcüğü muhafaza etmek bana yerinde göründü; bu, iktidarda temel meşruluğun bulunmadığını, her iktidarın olumsal olduğunu anlatan kelimedir -bildiğimiz oligarşik otoritelerin iktidarı, devrim üzerinde hak iddia eden avangardın iktidarı gibi.

Demokrasideki önemli fikir, yönetenin herhangi biri olmasıdır, yani kimse olmamasıdır. Bu, anayasal olsun temsili olsun, her özel biçimin berisinde bulunan radikal eşitliktir. O halde cumhuriyetçi fikir ile demokratik fikir arasında açık bir karşıtlık vardır. İlki bir tür hükümet biçimidir, toplumu idare etmenin bir tarzıdır, bir teşekkül/anayasa (constitution) ve kolektif bir gövdedir -bunun bugün (ortak bir kültür ya da kolektif bir kimlik gerektiren) cumhuriyetçilik temasıyla birlikte güçlü biçimde geri döndüğü görülmektedir. Buna karşılık demokrasi fikri ortak bir gövdeselliğin ve meşru olacak bir otoritenin kökten yokluğunu imler. Ben klasik ve hatta Marksist şemaların (biçimsel demokrasi ile gerçek demokrasi) dışında düşünmek istedim. Böylece kavrama içkin bölünmeyi hatırlattım. Demokrasi Nefreti’nde kaydettiğim gibi, demokrasi, eşitlikçi fikir olarak, bugün “demokratik” denen rejimlere mensup insanların saldırısı altındadır. Demokrasiyi ihraç etmek için Amerika askeri kampanyalarını desteklemeye her daim hazır olan ve “totalitarizme” ya da “dini entegrizme” karşı demokrasiyi öven bu aynı kişiler, son derece canlı biçimde demokratik imleyene saldırmaya ve onun karşısına “cumhuriyet” kavramını koymaya başladı. Kelimelerin bir tarihi var, ben bunu kaydetmek istiyorum.

"TARİH İLERLEMEZ ÇÜNKÜ TARİH YOKTUR"

Kelimeler üzerine çalışmayı sürdürelim. Tarihsel zorunluluğu ve bunun sözde belirlenimlerini reddettiğinizi sık sık yazdınız: “Muhafazakar”, “ilerici” ve “gerici” sözcüklerinin sizin gözünüzde hâlâ bir anlamı var mı öyleyse?

Bu üç kelime her zaman tarihsel bir sekans dahilinde tanımlanacak ama aslında evrensel bir değerleri yok. Adlandırılmaya layık gerçek bir ihtilaf varsa eğer, bu eşitlik ve eşitsizlik arasında, birlikte-olmanın yapılanmasına dair eşitsizlikçi düşünce ile eşitlikçi düşünce arasındadır. Beni, 19'uncu yüzyılda, Joseph Jacotot figürü ve onun ilericilik eleştirisi vasıtasıyla entelektüel özgürleşme fikrinde sorguya çeken şey tam da budur: İlerleme eşitliğin gelişmesi ve daha adil bir dünya beklentisi anlamına gelebilmiştir ama aynı zamanda eşitliksizci bir modele dayanır. Yani, öğrenci günün birinde, hocanın ona aktardığı bilgi sayesinde hocayla eşit hale gelsin diye öğrenciye rehberlik eden hoca örneğine dayanır. İlerlemeci modelin (ve genel itibarıyla pedagojik modelin) eleştirel temeli, mevcut eşitsizlikten hareketle gelecekte eşitliği yaratacağı varsayılan seyrin kendisi, eşitsiz durumu belirsizce yeniden üreten bir modeldir: Hoca, -elbette asla ulaşılamayacak- eşitlik yolunda öğrenciye rehberlik edebilsin diye hep ondan bir adım önde olmak zorundadır… İki şeyi aynı anda tutmak gerek: Belirli bir konjonktürde, daima, ("muhafazakar" ya da "gerici" diye adlandırılabilecek) hiyerarşik düzeni sürdürmeye yönelik bir perspektif ve ("ilerici" diye adlandırılabilecek) eşitlikçi bir düşünüş tarzı tanımlanabilir. Ama öte taraftan, temelde, ilerleme, muntazam bir hareket fikrini tetiklemesi itibarıyla muhafazakar bir fikir haline gelmiştir: Öne adımı, ilerlemeyi düzenleyen güç ile buna koşut olarak, bu yürüyüşün hep aynı sonucu -yani ilerleten, ilerlemeyi sağlayan ile takip eden arasında aynı hiyerarşiyi- üretmesine neden olan güç.

Bensaïd ya da Löwy gibi eleştirel birkaç kişi bir yana, az çok radikal sol hareketlerin kendilerini hâlâ sık sık “ilerici” diye sunmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Oysa artık bu kelimenin pek anlamı yok. Bir anlama geldiği bir dönem vardı (o zamanlar tarihin belli bir anlamında hemfikirdi insanlar; tarihin kurtuluşa, özgürlüğe ve eşit bir geleceğe doğru ilerlediği varsayılıyordu). Ama XIX ve XX'nci yüzyıl bize bir ders verdi. Tarih ilerlemez çünkü tarih yoktur. Eşitlikçi hareketi taşıyacak evrensel bir hareket yoktur. Bu yüzden tekrar aynı yere dönüyorum: Net karşıtlık, eşitlik ve eşitsizlik arasındadır. Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz bunu: Artık sağ, solun gerici, geçmişçi, arkaik ve muhafazakar olduğunu söylemeyi seviyor zira “zorunlu değişimleri” istemiyor. Otuz kırk yıldır, Marksist ilerlemeci söylemin bir tür tersine çevrilişine tanıklık ediyoruz: Tarih’in anlamını geri alan, sağ; gelecek için yapılması gereken fedakarlıkları açıklayan, sağ; toplumsal yasalar, toplumsal koruma, kamu hizmetler vs. gibi eski arkaizmleri terk etmek gerektiğini izah eden, sağ. Refleksleri, alışkanlıkları tanımlayan bu kırılmamalar bulanıklaşmış bulunuyor. Siyasi davranışları ve pratikleri değerlendirmek söz konusu olduğunda, "zamansal" terimlerin kullanımının aydınlatılması gerektiğini anlamak için bir dizi sol temanın otuz yıldır nasıl ters yüz edildiğini düşünmek kafi.

La Mésentente’da (Uyuşmazlık, Ara-lık, 2006, çev. Hakkı Hünler) siyasetin her zaman “yerel ve rastlantısal” (« locale et occasionnelle ») olduğunu yazıyorsunuz. Fakat, pek çok defa bir olay düşünürü olmadığınızı beyan ettiniz. Nasıl bir nüans getiriyorsunuz?

Eğer siyaset varsa, bu basitçe halklar, egemenler ve yasalar olduğu için değil ‘ortaklaşa-olma’nın spesifik bir yapılanması olduğu içindir. Siyaset her zaman var değildir, ama siyasete özgü bir fazlalık korunduğunda -yani siyasi halk daima sayım olarak nüfustan, sosyal grupların toplamından, hükümeti idare eden seçim halktan, kurumların kamuoyu yoklaması yaptığı halktan hep daha fazla olduğunda vardır. Bu fazlalığın dışavurumu olduğu müddetçe siyaset vardır: Örneğin sokaktaki bir halk, hükümet, parlamento ve büyük kurumlar tarafından idare edilen halka karşıt olduğu zaman; insanlar diğerlerine onları temsil etmediklerini söylemek için Madrid’de la Puerta del Sol Meydanı'nda toplandıkları zaman; (idare öznesi olarak) devletin gövdesine katılan halkın fazlası olan halk devletle gerilim içinde bulunduğu zaman. Bu birinci nokta.

İkincisi ise şu ki siyaset her zaman olaysal anlar uyarınca sürüp gider. Fransa’nın tarihini alırsak: 1789, 1830, 1848, Komün, 1936, Bağımsızlık ve 1968. Uzun dönemde partiler ve stratejilerin olmasının sebebi, kopuş yaratan anların olmasıdır, baştaki iktidarların, iktidarların/güçlerin dağılımının, yönetenler ile yönetilenler arasındaki taksimin, siyasi yerler ile siyasi olmayan yerler bölünmesinin gayrimeşrulaştığı anlar vardır. Bunlar, siyaset olmasını sağlayan devrimci ya da yıkıcı anlardır. Bunu “olay” diye adlandırabiliriz ama benim için önemli olan, bu olayların bizzat toplumsal mekanların, zamanların ve kimliklerin dağılımını nasıl yeniden biçimlendirdiği. Bundan ötürü, aşkınlık olarak, tarihin seyrini açan belirme olarak düşünülen olay karşısında belli bir güvensizlik duyuyorum -Alain Badiou ile karşı karşıya geldiğimiz bir konu bu. Siyaset olaysallıkla vardır ama olaysallık, daha sonra onu bir avangardın ilkesi yapılmak üzere belli bir bilim ya da spesifik söylem tarafından aydınlatılabilir durumda değildir. Olayı yorumlayan kişi olarak transandantal siyasi lider anlayışına karşıyım.

"BİR AY BOYUNCA BİR MEYDANDA TOPLANANLAR NE İSTİYOR?"

. .

Badiou’yu andınız. O da sizi tam olarak, Mediapart tarafından filme alınan bir tartışma sırasında, sizin düşüncenizden “istifade etmek” söz konusu olduğunda, “en nihayetinde”, okuyucunuzu belirsizlik içinde bırakmakla eleştirmişti. Bu mülakatı hazırlarken, bize de yapılan bir uyarıydı bu. Dönüp dolaşıp gelen ve dolayısıyla usanç verici bir itiraz: Nasıl oluyor da size hep şu soruluyor: “Ne yapmalı?”

Bir anlamda, ne yapılacağını bilmemek evladır. Nitekim ne yapılması gerektiğini bilenlerin bilgisine ne olduğunu biliyoruz. Bu bilgi asla beklenen sonları elde edememiştir ve böyle bir iddiada bulunanların çoğu mevcut düzene tapar hale gelmiştir. O yüzden askıya alan bir düşünce daha münasiptir. Bu düşünce, bizi özgürleşmeye, nihai kurtuluşa götürmeye kadir bir teori olmadığını kabul etmekten ibarettir. Öyle bir düşünce olsaydı ve iyi bir düşünce olsaydı, neden işlemediğini anlamıyorum. Benim söylediklerimle ne yapılacağını bilmiyor musunuz? Bir kere bu bana özgü bir şey değil: Bugün ne yapılacağını kim biliyor? Söz gelimi Görünmez Komite (Yaklaşan İsyan, Sel, 2012, çev. R. Işık Güngör) kitleleri harekete geçirmeye ve onları uyuşukluktan çıkarmaya muktedir tek yol olan örnek mahiyetindeki eyleme dair avangard bir teori ile tersine, Giorgio Agamben’den alınan geri çekilme teorisi arasında dolambaçlı çarelere başvurur. Bir dönem Badiou bana, "Ancak siyasi örgütler içinde militan olarak siyaset yapılabilir" diyerek saldırıyordu; bugün ise Badiou bir örgütün üyesi değil ama yine de durmaksızın siyaset üzerine yazmaya devam ediyor fakat bu, herhangi spesifik bir eylemi belirlemiyor. Bana özgü farklılık, benim durumlara dair yapılan analizlerle bunlardan çıkarılacak sonuçlar arasında indirgenemez bir ayrım, mesafe olduğunu beyan etmem. Uygulanan teorinin basitleştirici modelini sorgulayıp muhataplarıma ne yapmak istedikleri sorusunu sormaktı bu. İstenen nedir? İşte gerçek soru bu. Radikal söylemlerin çoğu, sanki tek soru, hep aynı olduğu varsayılan bir amaca ulaşmak için hangi araçların iyi olduğu sorusuymuş gibi davranır oysa artık bu amacın ne olduğu pek iyi bilinmiyor -editörüm ve dostum Eric Hazan bile “ilk devrimci önlemleri” betimlerken aynı durumda…

… Nitekim yakın zamanlı birçok yazısı kesin programlar, neredeyse gelecek toplumun kullanma kılavuzları….

Onda hayli kötü programlanmış olan şey, önceden sonraya geçiş. Son kitabı, La Dynamique de la révolte''de (Başkaldırının Dinamiği) başarılı tek devrimin (üstelik görece kısa bir dönem) Rusya’daki Ekim Devrimi olduğunu açıklıyor -ve, şans eseri diye de belirtiyor! Programatik tüm mantıklar iflas etmiştir ya da gelişigüzeldir. Ve araçların ve amaçların birbirine oturduğu bir mantık izlenimi veren bir dönem olduysa, bugün zamanı geçmiştir. Sorulacak soru şudur: Yeni bir şeyi nerede ayırt edebiliriz? Öfkeliler, Occupy vs. gibi yakın zamanlı hareketlerle ilgili söylemeye çalıştığım şey bu. Mesele, bu hareketlerin yeni bir devrimci örgüte nasıl dönüştürüleceği değil, onların ne istediğini anlamak. Bir ay boyunca bir meydanda toplanan insanlar ne istiyor? Farklı bir ay yaşamak mı? Baskın dünyadan ayrı küçük adacıklar inşa etmek mi? Toplumun kökten dönüşümü mü? Ama bu durumda, bu toplumu nasıl işletmeli, onu nasıl gerçekleştirilebilir olarak düşünmeli? İşte eşitlikçi iradenin, devrimci iradenin tarihinde gerilimler olarak ayırt edebildiklerim bunlar. Bence esas mesele, kendimi bu gerilimlere göre tanımlamak.

Bazı kitle hareketlerinin söyleminde bir dönüşüme tanık oluyoruz. Mélenchon “sol” referansı terk edip onun yerine “halk”ı koydu ve İspanya’da Podemos sol/sağ ayrımından vazgeçip halk/kast ayrımını benimsedi. Bunları nasıl görüyorsunuz?

Çok derin mi? Bilmiyorum. İspanya’da durum esas itibarıyla 15-M [1] hareketine dayanıyor (kurumsal siyasete ve radikal ya da Troçkist sola göre yana doğru bir adım); Öfkeliler bir kopuşu belirtiyor. Bunlar, spesifik mekânlar yaratmak suretiyle ya da uzun soluklu eylemler yoluyla demokratik bir eylemi tanımlamayı deneyen yeni halk pratikleri, ihraçlara karşı mücadele gibi. Bunun karşısında, “solun solu” mantığı var. Fransa’da sol cephe ve Mélenchon ile Yunanistan’da Syriza. Bunlar bu yeni halk hareketlerinin dinamiğini devşirmeye çalışıyor. Podemos ise iki dinamik arasında bir uzlaşma. Öfkeliler ya da Occupy devletli ya da seçime dayalı oyundan ayrı bir güç kurmayı hedefliyor; solun solu yeni bir sol yaratmak için bu hareketlere yaslanmak istiyor. Bu yüzden halk kavramını yeniden kazanmak ve onu kavramsal olarak yeniden değerlendirmek istiyorlar, bilhassa Laclau’nun popülizm üzerine teorilerinden hareketle. Gayet muğlak bir fikir. Bir yandan bir özerklik mantığına dayanıyor (baskın olan ve seçime dayalı mantığa karşı kendini belli eden bir halk) ve öte yandan, popüler imleyeninin seçime ilişkin kullanımı anlamında, halkın yeniden değerlendirilmesine. Bunu Ulusal Cephe’ye ve aşırı sağ hareketlere terk etmiş, bırakmış olmaktan pişmanlar. O zamandan beri, hepsi bu muğlaklık üzerinde ilerliyor: Bir yandan adı bilinmeyenlerden, sayılmayanlardan, yönetmek için hiçbir özel kabiliyetle tanımlanmayanlardan oluşan bir halkın özerkliği öne sürülüyor; öte yandan hem terk edilmişlerden ve yüzüstü bırakılmışlardan oluşan bu halk adına hem de “hakiki” halk adına, toprağa, kana, geleneğe ve tarihe mensup “bizden” insanlar adına konuşmak isteniyor. İki tablo üzerinde oynuyorlar Öfkeliler'e kulak vermek ve aşırı sağa geçenleri kendi tarafına çekmek.

Zaman zaman bir “sağcı halk” bir de “solcu halk” mı var yoksa sadece “halk” mı diye tartışmalar oluyor. Siz nasıl biz çözüm getiriyorsunuz?

Halk, nüfus kitlesi değildir: Halk bir inşadır. Halk yoktur, söylemlerle ve eylemlerle bina edilir. Occupy, Arap Baharı, Öfkeliler, Atina’daki Syntagma Meydanı, Kağıtsızlar Hareketi, bunların hepsi anonimlerden oluşan belli bir halk imal eder. Ve bu halk demokrasinin halkıdır. Kim olursa olsun onun iktidarını açığa vuran bir halk. Ama inşa dedik mi pek çok halk inşası olabileceğini söylemiş oluruz. Halk sadece, az önce söylediğim, eşitliğin ve demokrasinin halkı değildir, ayrıca hükümetin ve kamuoyu yoklamalarının idare ettiği halk da olabilir, aşırı sağın söylemlerinin ürettiği halk da (sesiz çoğunluk, derin halk, terk edilmiş varoşların halkı, işsiz emekçilerin halkı, göçmenlerin yerini aldığı Fransız halkı, barbarların gelişiyle kovulmuş tarihi ve dini bir geleneğe sahip halk). Sağcı halk, solcu halk: elbette, bazı belli zamanlarda, nüfusun, halk modellerine göre teşekkül etmiş kesimleri vardır.

[1] 15-M hareketi için bkz. http://muhalefet.org/haber-ispanyada-15-m-hareketi-0-7953.aspx

(Çeviren: Murat Erşen)


Bu söyleşi Ballast dergisinin 3'üncü sayısında yayınlanmıştır ve 04 Mayıs 2017’de Ballast tarafından internette Philosophie, Politique’de paylaşılmıştır.

Mülakatın ikinci bölümü 15 Temmuz Cumartesi günü yayınlanacak. 

“Her hakkı mahfuzdur. İzin alınmadan basılamaz, yazılı ve elektronik ortamda kopyalanamaz, çoğaltılamaz.”