Kültürümüz neden canavarlara takıntılı?

Pek çok sanatçı için 'ucubeler' ilham kaynağı olmuştur: Onlarla derinleşirsiniz!

Google Haberlere Abone ol

Olivia Laing *

Canavarlarla ilgili oldukça güncel olgular var. Çok aptal ve aç olan canavarlar, büyük tüylü eldivenleri ve pırıl pırıl dişleri ile kendi başına bir etki yaratıyorlar. Ayrıca samimiler: (Jean) Cocteau’nun melankolik canavarı Bête kürkünü sarmalayan bir gözyaşıyla; Boris Karloff ise Frankenstein'ın yalnız yaratıcısı olarak, “Yalnız: Kötü. Dost, iyi!” mırıldanışıyla hatırlanıyor. Canavarlar, tehlikeli evler ve huzursuzluk veren cesetlere dair bilinçaltındaki korkularımızı talan etti. Zombi geçit törenlerinden, Alexander McQueen'in sahipsiz hayaletlerine ve Garment Things'den Victoria ve Albert Müzesi’ndeki melezlere ilişkin 2015 sergisine dek, Charlie Fox'un “canavarca eğlenceler” dediği şeye odaklanmış olmamız, hiç de şaşırtıcı değil.

“Bir canavar, korkunun vücut bulmuş hâlidir” sözü, çağdaş hayal gücünde Joker ve gulyabanileri içeren bir kültürel geçmişin yeniden yükselişine dair oldukça isabetli bir tanımdır. Canavar, ucube ya da tuhaflık, Diane Arbus'dan John Carpenter ve David Lynch'e kadar pek çok sanatçı için ilham kaynağı olmuştur. Peki ama    sanatçının kendisi, bir canavar türü değil midir? Mesela  Verlaine'i  bir gay barda bıçaklamış olan  absinthe sarhoşu bir vampir ve suçlu Arthur Rimbaud gibi.  Canavarın dönüşümü ve katarsisi, Fox'un da belirttiği üzere “sanatsal göreve benzer bir şeydir” ve mevcut ilham kaynaklarını yaratır.

FASSBİNDER’İN KARANLIK ŞEHVETİ

Ya da Rainer Fassbinder'in muhteşem şehvetine ne oldu? Alman film yapımcısı 1982 yazında kokain ve uyku hapları ile erotik aşırılıkta kutsanmış bir hayatın son tehlikeli denemesini yaparak, film benzeri hayatına son vermişti (18 yıl içinde 40 adet buz gibi, şehvetli, hüzünlü ve yorgun, bilim kurgu hoyratlığında filmlere ve melodramlara hayat verdi).

Uyuşturucu, manik üretim çizelgesini güçlendirmişti (Sonbaharda Almanya, on gün içinde bir algılayıştan tükenişe ulaşmaktadır). 1945'de doğan Fassbinder, canavarca bir geçmişi anlatmaya ya da mahkûm etmeye çabalayan, punk ve huzursuz bir neslin üyesiydi.

Bu Genç Canavar, biyografik denemeleri yabancı şeylerle çetrefilleştiren, özünde melez bir hayvandır: Canavar'a “aptal bir fan mektubu”nu, Alice'den gelen dolandırıcılık itirafı ve yıllarca Harikalar Diyarı’nda bombalanması, iki çokbilmiş gulyabani arasında geçen ve birbirlerine verdikleri kültürel referans noktaları ve esprili şakalar eşliğinde (gerçeği 'çürümeye' terk ederek) gerçekleşen konuşmalar...

Sanatsal eleştiride bu düzeyde eğlendirici ve samimi bir heyecan yoktur. Fox, (My Own Idaho'daki River Phoneix' benzeyen) şarkıcının dostça, mırıltılı sesinin cazibesinden dolayı dehşete düşer. Gözlemlediği üzere, “Şaşkınlık ve hayranlık da övgünün biçimleridir ve daha derin duyguların yokluğunu engellemez veya işaret etmez.”

Canavarla daha da derinleşir ve kaçınılmaz kültürel karmaşayı ortaya çıkarırsınız. Fox, 1980'lerin sonu ve 1990'ların başında çekilen vampir filmlerini, AIDS paniği ve eroin salgını ile birleştiriyor, ardından bin yıllık ana-akım eğlencedeki dehşet patlamasını, Irak savaşının sonraki süreci ile ilişkilendiriyor: “Yas tutanların yaşadıklarının bir tezahürüdür hayallerimiz ... On yıl süren acımasız sansür, cesetlerin her yerde görülmesine sebep oluyor.”

Okuyucuda biraz karmaşa hissi bırakmasa, canavarca bir proje olmazdı elbette. Fotoğrafçı Diane Arbus’a ilişkin bir makale, deforme olmuş cesetlere bakmanın amacını aşan zevkini açığa çıkarıyor. Fox, sağır ve dilsizleri, devasa ve sakallı kadınların görüntüsünün tadını çıkararak, zihnimizdeki birbirine yabancı, korkunç bakışları canlandırıyor. “Bir canavar aramanın dehşetini ve heyecanını” kutlayarak, ucube-gösterisi estetiğine tehlikeli bir şekilde yaklaşıyor.

KANLI VE BÜYÜLEYİCİ BİR ANLATIM

Son projesi olan İsimsiz’de, son dakikada önemsiz bir değişiklik yapan Arbus, 1969-1971 yılları arasında iki psikiyatri kliniğinde çekilen ve bileklerini küvette keserek öldürenler hakkında bir dizi harika oluşan olağanüstü bir örnek sunuyor. Bu büyüleyici, gün ışığı gibi göz kamaştıran görüntüler, içinde bulunmak nasıl olursa olsun, somutlaşmanın psikolojik bağlamda daha garip bir halini yakalar. “Burada olmak hususundaki büyük sorun, kendisinin ne olması gerektiği değil, kendisinin nasıl olduğu.” diye yazıyor Fox, “Yeryüzünün sağladığı lezzetli malzemeyi yorumlamak için.”

AIDS'in 33 yaşında aramızdan almasından önce Leigh Bowery'nin kısa ve havalı hayatına bakarken, 1980'lerin başlarında Londra'daki kulüplerde duyguları tersyüz eden, kuyruklu yıldızlar gibi pırıl pırıl gözlerinden ışıklar saçmasına dair söylenecek bir şeyler var. Fox bu “kutsal” hayatla dalga geçmekten vazgeçmiyor: “Sıvı Altınla ‘Ben Arcadia’dayken' de (İsa Peygamberin mezarının bulunduğuna inanılan yer/ç.n.) yazabilirsin, bu akıllıca bir övgü olurdu.” Şirin, ama bunun neden gerçekleşmediğine ilişkin tarihsel bir neden var, Canavarı hatırlayacak kadar yaşamadın: AIDS ya da eşcinsel hayatın önemsizliği konusundaki haince inancından vazgeçme çabası buna fırsat tanımadı.

VE OTOMATİK PORTAKAL

Ve yine A Clockwork Orange'daki (Otomatik Portakal) Alex'in bize hatırlattığı gibi, gençlerin her zaman canavarca bir yanı vardır: Tatlı çocuklar, hormonal değişimlerin yarattığı bedensel endişelerden bahsetmemeleri nedeniyle, geceleri yaşayan eşkiyalara ve sapıklara dönüşmüşlerdir. Larry Clark'ın karanlık filmi Kids'in 1995'te anlattığı üzere ergenlik, vücudun kıllanması ve sivilceler, arzularla birleşerek çılgınlaşır; bu, kendi başına bir kâbustur.

1990'lı yıllardan bahsederken, oldukça kült bir efsaneyi de hatırlayalım: Fox, Laura Palmer'ın katilinin İkiz Tepeler’in bir bölümünde ortaya çıkışı gibi, anne karnından çıkarak annesinin kanamalarından kurtulduğu gerçeğinin altını çiziyor.

Canavar, cadı avcısının emirleri ve şeytani söylemleriyle, mevcut siyasi ortamda oldukça farklı bir gerçeklik ifşa ediyor. Ancak Fox, “bunun, farklı türden bir iğrençlik ya da korku” olduğunu öngörmemiştir. “Canavarlar”, “bazı radikal muhalif güçler gibi, bu tür zehirli ideolojilerin dışlamak istedikleri her şeyin somutlaşmış halleridir: Onlar ‘başka’ olanı somutlaştırıyor ve sanat düzlemine taşıyor, herhangi bir geleneksel güzellik fikrini paramparça ediyor, tuhaf bir şeyle değiştiriyor ve kendi keşiflerinden de rahatsız oluyor; bu gerçekten kahramanca bir tavır.”

* Yazının orijinali New Statesman sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)