Doğumunun 100. yılında Paul Celan: Sessiz bir el sıkışma

Hep yaşayacak olan şeyden söz ediyoruz, şiirin içerisinde şiiri de aşan bir söz olarak sessizlikten. Bu şiirlerde, sessizliğin tüm açmazları, çatışmaları, yokediciliği, kıyıcılığı, konuşkanlığı, kısacası tüm gürültüsü seferber edilmiş görünmektedir. Elbette şiirlerde baskın olarak kendini hissettiren bu sessizlik, Holokost’tan sonra yaşanabilir bir dünya yaratmak için var olmayı/etmeyi tercih eden bir konuşma biçimidir.

Google Haberlere Abone ol

Süreyya Aylin Antmen*

Celan’dan söz açmaya kalkışmak zor, ancak kaçınılmaz, tıpkı yaşamımızın, bizim için oldukça isabetli bir ânında şiirleriyle karşılaşmamız gibi. Bu karşılaşmada bizi kendisine çeken, ancak bir türlü tam olarak içine almayan, belki de almak istemediği için bizi sessiz bir mesafede bırakan, benim ‘sessiz bir el sıkışma’ olarak gördüğüm bu şiirlerde, burada olan ben ile burada olmayan ben, ben ile arasına mesafe koymaktadır. Fakat kendi yolculuğundaki ben’e alabildiğine eşlik eder görünmektedir, hatta denilebilir ki Celan şiiri ben ile seyir hâlinde kendisini var etmektedir, cümleyi burada Celan’ın kendi sözcükleriyle sürdürmek isterim; “yabancı ve esrarengiz olana doğru”.[1] Zira, “şiir, nihayetinde bizi aşıp geçer”.[2]

Şiirini de biraz Celan’a benzetiyorum (elbette şairin özvarlığıdır şiir), aynı zamanda (birbirine paralel olarak) var olan ve var olmayan bir şiir! Hem bizi sinir uçlarına, iliklerimize değin kat eden hem de şaşırtıcı biçimde hiç iz bırakmadan görünmez bir şeymişçesine içimizden geçip giden bir şey: O görünmez varlık. Yansımalarında, görünümlerinde yer yer bizden parçalar da taşıyan bu varlık, konuşmak için üzerimize sessizce doğrultulmuş bir bakışı tercih eder görünmekte. Onun zamana doğrultulmuş bir ok olduğunu söylemek de pekâlâ mümkün. Zira hep yaşayacak olan şeyden söz ediyoruz, şiirin içerisinde şiiri de aşan bir söz olarak sessizlikten. Bu şiirlerde, sessizliğin tüm açmazları, çatışmaları, yokediciliği, kıyıcılığı, konuşkanlığı, kısacası tüm gürültüsü seferber edilmiş görünmektedir. Elbette şiirlerde baskın olarak kendini hissettiren bu sessizlik, Holokost’tan sonra yaşanabilir bir dünya yaratmak için var olmayı/etmeyi tercih eden bir konuşma biçimidir. Sözcüklerden de önce var olan bu gizil dil, ancak karanlığın içerisinde yaşayabilen bir aydınlıktan izler taşır. İçinde barındırdıklarını anlamlandırabilmek, onlara yaklaşabilmek bir hayli güç görünüyor, ancak yaklaşma çabası hep bakidir. Üstelik kimi zaman bu sessizlik, muhteviyatı şair için de bir nebze bilinemez, öngörülemez kalan bir şey olarak önümüzde dururken… Fakat Celan’ın sessizliğinde bizi kaçınılmaz olarak kendisine çeken belirsiz bir gizemler silsilesi bulunur, öylesine iç içe geçmiş, düğüm hâline gelmiş bir şeydir ki bu, onu adlandırmanın, bir parçasını dahi açık etmenin olanaksızlığından öte, asla girişilmemesi gereken bir çaba olduğunu düşündürür bize. Hep belli bir mesafeden karşılamalıyızdır onu. Yazdıkları bir sonsözde Gertrude Durusoy ile Ahmet Necdet şöyle der, “Celan’ın şiirini sadece okumak yetmez, onları işitmek bir zorunluluktur.”[3] Neden şiirini değil de, “onları” işitmek bir zorunluluktur? Bu bize Celan şiirini çok iyi anlatan önsezilerle dolu bir ‘onlar’. İçinde yaşayan sayısız varlıkla dolu, üstelik duyulması zorunlu olan bir sessizliktir bu. Acı çeken, yokolan, kendini yeniden yokoluşta bulan bir öznenin konuşmasıdır. Zira o konuşurken, zaten başka türlü bir konuşma biçimi de tasavvur edilemez. Bu kez bizzat acıdan doğan bir varlık olarak şair kendisiyle karşılaşır, acının sessizleştirdiği, ancak kendisinde daha güçlü bir konuşmayı başlattığı bir varlık. Aynı sonsözde Durusoy ile Necdet, Celan için “Susmasını bilen bir şair” der, çünkü konuşmanın aksine zor şeydir susarken konuşmak. Fakat yazıyı derin bir tespitle bitiren şu söz, Celan şiirini anlamak hususunda bana çok daha çarpıcı görünüyor: “Kullandığı sözcüklerle suskunluğun (sıcak ya da soğuk) hangi sınırında olduğunu gösterir”.

“Ölümden Kaçış” | © Fidel Martinez

Ailesini Holokost’ta kaybeden, kendisi de bir süre kampta tutsak olarak bulunan Celan’ın şiirlerini Alman diliyle yazmayı tercih etmesi de oldukça çarpıcıdır. Celan’ın düzyazılarından oluşan Microliths kitabını hazırlayan Pierre Joris giriş yazısında şöyle söylüyor, “Sorunlara yol açsa bile, şiir, Almanca yazma kararının getirdiği zorluklar nedeniyle tanıklığını tasavvur edebilmesinin tek yoluydu”.[4] Bu karar tamamen, unutmamak, hatırlamak; unutturmamak, hatırlatmak için, tanıklığını sürdürebilmesi amacıyla verilmiş gibi görünüyor. Aynı yazıda Celan’ın Max Rychner’e bir mektubuna da yer veriyor Joris, mektupta Celan Almanca yazması konusunda şunu söylüyor: “Şu anda beni yırtıcı pençelerle nasıl parçalayabileceğini bilen o karanlıktan konuşuyorum: Size bir Yahudi olarak Almanca yazmanın ne kadar zor olduğunu söyleyeceğim”. Başından beri ısrarla üzerinde durduğum sessizliğin içerisinde parçalanma anlarının ve verilmiş bu çetin kararın çarpışmalarla dolu karanlık etkilerinin de bulunduğunu düşünürsek, sessizliği anlamaya doğru küçük bir adım daha atmış oluruz. Bu bizi Celan’ı işitmeye biraz daha yaklaştırır.

“Hiçbir şey hafızanın parlak sabahından daha karanlık değildir”

— Paul Celan

Doğumunun 100’üncü, ölümünün 50’nci yılında çok daha kendine özel bir yerde duran Celan şiirini anlamaya çalışmak artık kaçınılmaz görünüyor. Onu yalnızca bir şair olarak değil, kendini yokolmadan taşımanın çok güç olduğu insanüstü bir acının sınırlarına hapsolmuş bir şair olarak düşünüyorum, bu yokoluş Celan şiirinin ta kendisidir. Bize başka ağızlardan seslenen, her şeyden öte duyan ve gören bir ağız olarak var olan bu ses, yokoluşa karşı dizginleri daima elinde tutan bir zihnin ve kemiğin içindedir. Taşın içinden konuşur. Yeryüzüne bir taştan bakmasını bilir, ve onun bir çiçek olduğunu söyler, sadece kokuları daha güçlüdür.[5] Bu duyumsayışın bir örneğini şu satırlarda da görürüz: “Hiçbir şey hafızanın parlak sabahından daha karanlık değildir”.[6] Biraz da şiirinden yola çıkarak şöyle söyleyebiliriz, bir güle varmak için bile kalbi koparmak, yerinden etmek gerekir.[7] Hayati olana saldırmak, yersiz yurtsuzlaştırmak, onu belirsiz olana maruz bırakarak kendiliğini vermek başat etkilerdir. Nerede kendimizi görmeyiz ki? Bir ağacın gövdesinde, otların ıslaklığında, haklılığın her an patlamaya hazır öfkesinde, toprağın karanlık konuşmalarında, tohumdan başlayanda, akan suda… Ama ya belirsizlikte kendimizi görebilir miyiz? Çok daha soyut olan bir şeyin içinde olanaklı mı kendimize sakladığımız yüzü görmek? İşte Celan şiiri bu belirmedir. Üstelik yaşam taşıdığı kadar ölüm de taşır bu belirsizlikler, aynı zamanda yaşamın diliyle konuşabilmiş olan bir ölüm diliyle de konuşur. Bu iki kutbun arasında gelip giden çarpıntılar, bize derinlerdeki bir yükseklikten bakar, daha çok geceleyin gösterir yüzünü, beyaz bir dalgınlıkta diğer yüzlerini arar. Celan’ın şiiri ‘ben’ dediği an, aslında ‘sen’ deyişin izleriyle doludur, öte yandan şiirde konuşanın evvela şairin içindeki başkası olduğunun da bilincindedir. Ve şiir de, şairin dışarıda, yani kendi dışında olduğunu daima bilir, bu bilinçle de her zaman ötekine yönelir. Celan şöyle söylemektedir: “Hiç şüphe yok ki şiir -bugün- suskuya doğru güçlü bir yönelim gösterir.”[8] Bu söz hem Celan şiirindeki sessizliğe yöneliktir hem de şiirin sessize, yani doğrudan konuşmayan, söylemek için varlıktaki bir karmaşa ve uzlaşımsızlık ânını bekleyen ötekine olan yönelimine. Kışkırtılmış bir duyunun kıskacına kapılan her şey, konuşmalarla dolu bu güçlü sessizlikle ilişki içerisindedir. Dilin sınırlarının dışına çıkmak da ancak bu şekilde mümkündür.

Paul Celan, Ingeborg Bachmann’la Prater eğlence parkında, Viyana, 1948 | © Ingeborg Bachmanns Erben Arşivi


Çetrefilli, çetin bir dikkat geleneği diyebilir miyiz şiir için, pekâlâ mümkün. Sürekli bir uyanıklıkta (uykuyu bile uyanıklığın alanına katarak daha üst bir gerçeklik yaratmak amacıyla düşleri seferber eder), hep kendine ve açıldığı dünyaya yönelik bir ataklıkta olmak; kendinin sayısız görünümleriyle bitimsiz bir etki alanında hesaplaşmak, yüzünü oluşa dönmeye yeltendiği anlarda bile güçlü hesaplaşmalarla karşılaşmak, fakat öyle ki hep acı verici karşılaşmaların iki tarafında da bulunmak… daha çok şey düşebilir aklımıza, hep hazırda beklettiğimiz sessizliğin ağına neler takılmaz ki!

“Yokum, ama buradayım,” demektedir Celan’ın şiiri, bizi “bağlayan, ve şiir gibi karşılaşmaya götüren bir şey”dir bu.[9] Çünkü yokluğun alanı varlığın en büyük kesitini oluşturur ve biz bu yokluk alanını bir tek şiirde tüm çıplaklığıyla görme imkânını buluruz. Celan şiiri bunun en güçlü örneğidir. Yakmamak için direten ateş, sonunda yanıp tükenir. Sayısız sınır ihlalinden geri dönen şair, ancak bu gidiş gelişlerde bulacaktır varlığını, kendisini bu şekilde gerçekleştirecektir. Bu aynı zamanda sessizlikteki konuşma biçimidir. Kandır, şairin kendiyle olan savaşından kalan ve kan, sessizliktir. Öylesine bir sessizlik ki, “bir şimşek çakar ağzının kenarında”.[10]

“Corona”, “Ölüm Havası” ve “Bademlerden Say Beni” en bilinen şiirleridir, en önemli şiiri ise kuşkusuz “Ölüm Havası”dır. Bu şiir, tanıklığın nadiren olanaklı olabilirliğinin şiirsel bir ifadesidir, “sorumlu tanıklık, şiirsel bir dil deneyimi yaşar”.[11] Şiir, bizi “tanıklığın gizemiyle tanıştırır, ki bu belki de tam olarak bu şiirin bize bahsettiği şeydir.”[12]

ÖLÜM HAVASI

Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde
onu içiyoruz öğle sabah demeden hep onu geceleri
içiyor ha bire içiyoruz
bir mezar kazıyoruz gökyüzüne rahat yatmak için
adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp çiziyor
Almanya'ya yazıyor karanlık çöktüğü vakit altın saçın Margarete
onu yazıp evin önüne çıkıyor ıslıkla köpeklerini çağırıyor yıldızlar ışıyınca
Yahudilerini çağırıyor toprağa bir mezar kazsınlar diye
ve bize buyruklar yağdırıyor oyun havaları çalmamız için
 
Siyah sütünü içiyoruz sabahın gece saatlerinde seni
hep seni içiyoruz sabah öğle demeden hep seni akşamları
içiyor ha bire içiyoruz
adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp çiziyor
Almanya'ya yazıyor karanlık çöktüğü vakit altın saçın Margarete
gümüş saçın Sulamith bir mezar kazıyoruz gökyüzüne rahatça yatmak için
 
Bağırıp çağırıyor siz daha derin kazın toprağı
siz de çalıp söyleyin diye
belindeki silaha el atıp havada savuruyor gözleri mavi
daha derine daldırın küreklerinizi sizler de oyuna devam
 
Siyah sütünü içiyoruz sabahın gece saatlerinde seni
hep seni içiyoruz öğle sabah demeden hep seni geceleri
içiyor ha bire içiyoruz
adamın teki bir evde oturuyor altın saçın Margarete
gümüş saçın Sulamith ve o yılanlarla oynuyor
 
Bağırıp çağırıyor daha tatlı çalın diye ölümü Alman bir ustadır ölüm
bağırıp çağırıyor daha koyu çalın kemanlarınızı duman olur savrulursunuz
buluttan mezarınız olur size dar gelmeyecek
 
Siyah sütünü içiyoruz sabahın gece saatlerinde seni
öğleyin seni içiyoruz Alman bir ustadır ölüm
sabah akşam seni içiyoruz içiyor ha bire içiyoruz
Alman bir ustadır ölüm gözleri mavi
seni kurşunluyor tam on ikiden vuruyor seni
adamın teki bir evde oturuyor altın saçın Margarete
köpeklerini üstümüze saldırtıyor ve gökyüzünde bir mezar armağan ediyor bize
yılanlarıyla oynayıp düş görüyor Alman bir ustadır ölüm

altın saçın Margarete
gümüş saçın Sulamith [13]

“Buradayım, Ben; bütün bunları sana söyleyebilecek, söylemiş olabilecek; söylemeyen ve söylemeyecek olan Ben.“[14] Taşların konuşmasını duyabilen ve şiirleri vasıtasıyla onların seslerine bir karşılık verebilmiş olan Paul Celan Burada, orada, hiçbir yerde ve her yerde aynı zamanda.

Dipnotlar

[1] Celan, Paul, Karşılaşmalar, Doğu Batı Yay., 2020, Çev. Cem Yavuz, s. 32.

[2] Celan, Paul, Karşılaşmalar, Doğu Batı Yay., 2020, Çev. Cem Yavuz, s. 32.

[3] Durusoy, G.-Necdet, A., Haşhaş ve Bellek, Broy Yay., 1994, Çev. Gertrude Durusoy – Ahmet Necdet, s. 90.

[4] Joris, Pierre, Microliths, Contra Mundum Press, 2020, Translated by Pierre Joris

[5] “Stones too are flowers, only their scent is stronger.”, Celan, Paul, Microliths, Contra Mundum Press, 2020, Translated by Pierre Joris

[6] Celan, Paul, Microliths, Contra Mundum Press, 2020, Translated by Pierre Joris

[7] “Kim kalbini koparırsa geceleyin göğsünden, güle varır.”, Celan, Paul, Haşhaş ve Bellek, Broy Yay., 1994, Çev. Gertrude Durusoy – Ahmet Necdet, s. 55.

[8] Celan, Paul, Karşılaşmalar, Doğu Batı Yay., 2020, Çev. Cem Yavuz, s. 35.

[9] Celan, Paul, Karşılaşmalar, Doğu Batı Yay., 2020, Çev. Cem Yavuz, s. 36.

[10] Celan, Paul, Haşhaş ve Bellek, Broy Yay., 1994, Çev. Gertrude Durusoy – Ahmet Necdet, s. 10.

[11] Derrida, Jacques, Sovereignties in Question: The Poetics of Paul Celan, Fordham University Press, 2005, Edited by Thomas Dutoit and Outi Pasanen, p. 66-67.

[12] Derrida, Jacques, Sovereignties in Question: The Poetics of Paul Celan, Fordham University Press, 2005, Edited by Thomas Dutoit and Outi Pasanen, p. 66-67.

[13] Celan, Paul, Bademlerden Say Beni, Adam Yay., 1983, Çev. Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet, s. 20-21.

[14] Karşılaşmalar, Doğu Batı Yay., 2020, Çev. Cem Yavuz, s. 49.

*Şair Süreyya Aylin Antmen tarafından kaleme alınan bu yazı ilk olarak Ve Yayınları'nın resmi sitesinde yayınlanmıştır.