Doğan Yarıcı: Ne kadar dikkat edersek edelim, kalemde durduğu gibi durmuyor...

Doğan Yarıcı'yla 'Hodan' ve 'Miyop' adlı kitaplarını konuştuk. Yarıcı, "Politik tavır benim mürekkebimde var. Ne kadar dikkat edersek edelim, kalemde durduğu gibi durmuyor işte" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Çağlayan Çevik

DUVAR - Doğan Yarıcı, 2019 yılının sonunda "Terk Edilmiş Sofralar Üçlemesi"nin ilk kitabı ‘Hodan’ adlı romanıyla beş yıl aradan sonra okuruyla buluştu. "Üçleme"nin devamını beklerken bu kez üç yıl sonra ‘Miyop’ başlıklı küçürek öyküleri Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Doğan Yarıcı'yla iki kitabı da bir arada konuştuk.

Bir okur olarak, ‘İs Odası’ndan sonra bir öykü kitabı beklerken ‘Hodan’ romanınız yayımlandı. Alt başlığında “terk edilmiş sofralar 1” yazıyordu. Sonrasında bir devam kitabı beklerken bu kez ‘Miyop’ adlı öykü kitabı ile buluştuk sizinle… Elbette yazarın böyle bir zorunluluğu olamaz ama bu ters köşenin bir nedeni var mı?

Genel olarak sabırlıyım ve disiplinliyim, diyebilirim. Ama maalesef çok yakından biliyorum ki sıkılan bir adamım. Uzun soluklu bir anlatıya başladığımda, tıpkı arada bir masadan kalkıp hareket etmek, bir iki egzersiz yapmak gerektiği gibi bir yandan küçük notlar alıyor, odaklanmak için kafa dağıtıyor, başka odalarda geziniyor, yetmedi çıkıp yürüyorum. İkisi üçü aynı anda volta atabiliyor, bazen kesişiyor da yolları, birbirlerini besledikleri de oluyor, elbette boğdukları da.

‘Hodan’ ve ‘Miyop’, tür ve hacim olarak bambaşka olsalar da aynı sürelerde ve benzer süreçlerden geçerek oluştu. Roman yazmak daha boğucu oluyor benim için, tek fark o. Bir de tek tip beslenmenin zararları çok, biliyorsun. Her yaşta yağa una, öne arkaya dikkat etmek gerek. Deformasyon olabiliyor, arazlar, arızalar çıkabiliyor. Sonuçta saçlarını yaptırır, birkaç gözlük ve esvap seçip stüdyoya girersin, fotoğraf çektirirsin, hatta kapak olursun... da... gerçek hayat filtreli ve kalıcı değil. Ben kara tahtaya ve tebeşire gönülden inanıyorum.

‘Hodan’, ‘Kıyıda’, ‘O Boşluk’ ve ‘Her Aşk Gibi Yarım’dan sonra dördüncü romanınız. Bu açıdan baktığımızda aslında her romanınızda farklı bir şey “denediğinizi” söylemek mümkün. Gerek dil yönünden gerek biçim yönünden, gerek ele aldığınız konu ve kahramanlar itibariyle.

Haklısın, elbette bu romanların her biri farklı yönelmeler, denemeler. Bir romanı kurgularken, henüz gaz toz bulutu evresindeyken gözettiğim önemli noktalar bu söylediklerin. Ters sırayla gidersem: Konusu, karakterleri, biçimi ve diliyle bana sağladığı "yeni" olanaklar nedir, buna bakıyorum. Bunlardan biri eksik ya da baskın mı? Kendini tekrar etmek pek bana göre değil. Hem yazar hem okur olarak onca zahmete birlikte girmeye değecek yeniliği, cesareti ve konusundan öte bir önermesi olmalı kitabın. 'Başka neden yazayım ki!' diyorum. Zaten başka türlüsüne de elim gitmiyor. Yazar her romanında farklı dil-biçim-konu vs. derdi gözetirken, toplamda bir üst-dil kurabilir. Bu yolla da bir "üslup" edinebilir düşüncesindeyim.

Hodan: Terk Edilmiş Sofralar-1, Doğan Yarıcı, 260 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2019.

Bu açıdan baktığımızda ‘Hodan’, deyim yerindeyse “riskli” bir anlatıma sahip bir roman. Kastettiğim şey şu, romanın ilk bölümleri dil ve anlatım olarak oldukça farklı başlıyor. Sonra roman ilerledikçe, dil ve anlatım farklılaşıyor, güzel tarafı Hodan da değişiyor. Hodan değiştikçe metin de değişiyor ve biz Hodan’ın değiştiğini metnin ve anlatımın değişmesinden anlıyoruz…

Doğrudur. Bunu senden duymak ayrı bir öneme sahip benim için.  Şunu düşündüm: Anlatıcısı kahraman olan romanlarda, karakterin değişimiyle birlikte (elbette değişiyorsa) düşünceleri ve eylemleri de değişmiyor mu? Öyleyse kahramanın dili de değişmeli. (Yok mudur böyle bir roman?) Fakat ‘Hodan'da anlatıcı, yazar olacaktı kesin, kahraman değil. O zaman dedim, madem bu hikâyeyi illâ yazar anlatacak, kahramanın değişimine paralel olarak yazarın anlatımı, kurduğu cümleler, seçtiği sözcükler neden değişmesin? (Var mıdır böyle bir roman?)

Hodan'ı 50 yaşına kadar getireceğiz, onca yıl geçecek aradan, bu arada hem o hem yaşadığı ülke evrilip değişecek ki anlatım da dönemlere göre usul usul evrilip değişsin. Ayrıca roman ilerledikçe sadece dil ve anlatım biçimi değil, metnin -görünmez- rengi de değişsin. Kırklar, altmışlar, yetmişler, seksenler bir mi? Batı Karadeniz, İç Anadolu, İstanbul? Aman ha! Okumayanlar için bir şey söyleyeyim yalnız... Bütün bunlar, (dil-anlatım-renklerin değişimi vs.) kör parmağım gözüne olmuyor. Nefret ederim. "İstanbul'da yaşamaya başladığında Hodan, renklerin nasıl değiştiğini şaşkınlıkla, ağzından çıkan lafların başkalaştığını mutlulukla ayırt etti" diye bir çiğlik asla yok. Sen bunu görüp saptayabiliyorsun, görmeden geçen okurlar da var, aldığı tada bakan. Gerisi önemli değil. Teknik senin benim umurumda. Okuru-seyirciyi gabi yerine koyan yazarları hiçbir zaman benimseyemedim.

Öykülerinizde “aza indirgeme” prensibini (buna bir prensip denirse tabii) benimseyen, genel anlamıyla “küçürek” öykü kaleme alan yazarlardansınız. Bu yönden “roman”larınıza farklı açıdan da bakmak gerekiyor. Örneğin 'O Boşluk' biçimsel açıdan alışılmış romanların dışında ve “aza indirgeme”nin romandaki tezahürü gibiydi. ‘Her Aşk Gibi Yarım’da da cümle biçimleriniz, anlattığınız hikâyeyi lafı dolaştırmadan anlatma biçiminiz yine bu “prensibin” bir yansıması gibiydi. ‘Hodan’a baktığımızda bunun metin içinde yansımasını şöyle görüyoruz. Bölümler gittikçe kısalıyor. Bu durum “aza indirgeme” fikrinin bir yansıması mı gerçekten yoksa kendiliğinden oluşan, romanın gerektirdiği bir tutum muydu?

Şimdi sen böyle söyleyince, ikisi de diyeceğim. Hodan'ın kişiliğini oluştururken ilerleyen bölümlerdeki amacım, suskun, içine kapanık fakat içinden konuşan, sonraları kare bulmacaya merak salıp kelime dağarcığını zenginleştirse bile ağzını pek açmayan bir adamın, yaş ilerledikçe (genellikle öyle oluyor) konuşmaya değer az şey bulmasıydı. Doğup büyüdüğü köyde çevresine uzun uzun bakıyor, susuyor, bekliyordu. Başka ne yapsındı? Adeta içine çekiyordu o coğrafyayı bilmeden. Ankara'daki ve İstanbul'daki gençlik zamanları da öyle. Gördüğü, şaştığı, anladığı, anlatılacak ne çok şey vardı. Oysa yaş ilerledikçe, dediğin gibi yaşadıkça, öğrendikçe, çoluk çocuğa karıştıkça, İstanbul yaşamının zorluğu ve elbette dertler... Hayatın bir noktasına gelindiğinde zamanın hızla aktığı duygusu da var elbette. Çağın değişimi de söz konusu. (Hiçbir dönemde bu '40'lar ve '80'ler arası kadar sarsıcı büyük değişimler olmadı sanırım.) Ve evet, özellikle kitabın finali, bir aile albümü üzerinden anlatmayı hedeflediğim bu son bölüm, senin işaret ettiğin gibi eksiltmeyi pek seven yazarın ekmeğine yağ sürmüş oldu sanırım.

‘Hodan’ın son bölümü, kitabın genelinden ayrılan bir yapıya sahip. Daha doğrusu, bir fotoğraf albümünden kareler var ve o karelerin öncesi, esnası ve sonrası anlatılıyor gibi bir anlatıma evriliyor. Her ne kadar ayrılan bir yapı desem de aslında tamamen de bambaşka bir biçimden söz etmiyorum. Metin ilerledikçe oraya doğru geliyoruz aslında.

Haklısın. Kitap bu son bölüme doğru sistemli bir şekilde hızlanıyor da. Değişen zaman, o zamanların ruhu ve diliyle birlikte. Senin belirttiğin gibi işliyor. Ve bir açıdan bakınca uzunca gibi görünen yaşamın ansızın son bulması gibi de bitiyor. Beklenen beklenmedik son? Birçok ilginç yorum aldım bununla ilgili. Yani onca sayfayı okuduktan sonra bir anda son sayfaya geldim ve birazdan romanın biteceğine inanamadım! Nasıl bitebilir ki birazdan bu roman böyle? vb. gibi. Aynı hissi zamanında ilk romanım ‘Kıyıda'yı okuyan A. Ömer Türkeş de yaşamış.

Hodan, çağdaş edebiyatımızda sesini duymadığımız, neredeyse hiçbir fiziksel tarifini görmediğimiz ama buna karşın tuhaf biçimde kanlı canlı gözümüzün önünde canlandırabildiğimiz güçte bir kahraman. Belki hemen fark edilmeyecektir ama Hodan’ı okudukça insanlar bu yönüyle benzersizliğini fark edeceklerdir diye düşünüyorum. Hodan’ın gerçek hayatta bir karşılığı var mıydı senin için?

Hodan karakteri, tanıdığım ve tanışmadığım pek çok kişi. Ama söz ettiğin bu yönüyle, bütünüyle babam diyebilirim. Çok zaman sonra kavradım bu yanını babamın, o öldükten epey ve ben de baba olduktan sonra. Yolda yürür, işe gider, kuyrukta bekler, aile kurar, ömrünü ekip biçer, öylece kendi olandır. Gözüne batmaz, hatta dönüp ona şöyle bir bakmazsın. Evladı olsan da. Sonra şaşkınlıkla fark eder ve dersin ki, ne esaslı adammış, ne acayip bir yaşam sürmüş, nasıl da bir hayat kurmuş, hiç anlatmamış, ballandırmamış, benimle ilişkilendirmemiş, yolumda hiç durmamış, önümü açmış meğer. Bizim kuşağın işçi çocuklarının babaları hep öyle bence.

‘Hodan’, arka planında bir Türkiye hikâyesi anlatıldığı için doğal olarak “politik” bir yapıya sahip. Çünkü ülkenin içinden geçtiği değişim dönemlerini, kırılma anlarını da “gören” gözlere sahip. Oradan ‘Miyop’a geçince yine “politik” birtakım yerlere değinen bir durum söz konusu. Eski öykü ve romanlarınızı hatırlıyorum da her ne kadar birtakım “politik” yönleri olsa da bu kadar “belirgin” biçimde çıkmazdı karşımıza. Bu bilinçli bir öne çıkarma mıydı? Memleketin halinin, dünyada yaşananların sizi bir yazar olarak getirdiği noktanın yansıması mı? Bunu merak ediyorum açıkçası…

Bu benim mürekkebimde var, sakınsam da oluyor, görüyorum. (Sakınma nedenim, göster geç tamam da, şu bildiğin okura dikte etme tuzağı. Okurun zaten bildiğini, taraflıca satma. Kalemşörlük. Tüccarlık resmen. İtici buluyorum. Hep kaçındım.) Çünkü kabaca gözden geçirdiğimde, ilk roman ‘Kıyıda’ karayağız bir Kürt genciyle pespembe bir yalı sahibesinin hikâyesi. ‘Her Aşk Gibi Yarım'ın, konusu nedeniyle, toplumcu duruşu bariz. Öykülerimin birçoğunda azınlıklar, dışlanmışlar, ayrıksılar. ‘Miyop’ "günümüz" hikâyelerini barındırdığı için bu yönüyle dikkat çekiyor herhalde. Elbette tam da üzerine bastığın gibi, bir etken de hal-i pür-melal'imiz. Âlem devran-ı viran. Oysa âlem yine ol âlem devran yine ol devran. Dün ya da bugün ‘Miyop’ için değişen bir şey yok. Ne kadar dikkat edersek edelim, kalemde durduğu gibi durmuyor işte.

Bütün içinde de olmakla beraber, en başta “Parçası Benim” adlı bölüm. Tek başına uzun bir metin gibi de görülebileceği gibi 20 küsur kısa öyküden oluşan bir bölüm. Ve “politik” anlatının tek başına sıkı bir örneği. Yakın geçmişimizde yaşanan katliamdan hareketle kaleme alınmış bir öykü toplamı bu. Sizin yazma ve yayımlama sürecinizin nasıl zamana yayıldığını bildiğim için soruyorum. Sıcağı sıcağına yazılmış ve sürekli işlenmiş bir bölüm mü bu, yoksa zaman içinde kendini doğuran bir metin mi oldu?

Dediğin gibi, zamanla oldu. Bildiğim gibi değil. Sıcağı sıcağına yazılmadı. Yazmak aklıma da gelmedi. Bunu hep beraber yaşadık ama bitmedi de bir türlü. O acı, o öfke dinmiyordu. Unutmak olanaksız, biliyorsun. Sonra başka bir şey oldu, aralarında iki yıl vardır, bambaşka bir olay. Bu ikisi bir oldu, geldi boğazıma dayandı. Oturdum yazdım. Zaman içinde sadece eksilttim.    

Belki tek başına bir bölüm olmasının bende yarattığı fikir bu. Sanki tek başına bir “kitap” olacakken bir bölüme çevirmişsiniz gibi…

Senden kaçmaz elbet. Evet, küçürek öykülerden oluşan bir novella olacaktı bu metin ilk başlarda, öyle istiyor gibiydi, az daha ittirsem oluyordu da. Ancak arkama yaslanıp metni masaya yatırdığımda gördüm ki, uzatırsam marmelat olacak. Severim marmelat, bir itirazım yok ama her meyveden de olmaz, çoğu uzun süre kaynatmaya gelmez. Öte yandan ‘Miyop’ dosyası da belirginleşiyordu. Metnin üzerinde çalışmaya devam ettim ve “Parçası Benim” ‘Miyop'ta yerini buldu. Bence böyle daha iyi oldu. Tadında.

Miyop, Doğan Yarıcı, 160 syf., Yapı Kredi Yayınları 2022.

Öykü kitaplarınızın bir “tematik” arka planı vardır. Örneğin bunun en güzel örneğini ‘İs Odası’nda görürüz. El, el emeği… çıkar karşımıza öykülerde, birçok açıdan, biraz diplerden derinlerden. Ustanın eli, zanaatçının eli… ‘Miyop’ta ise bu temanın biraz daha çeşitlilik kazandığını, deyim yerindeyse her bölümde farklı bir tema etrafında dolaştığını söylesem, ne dersiniz?

Kesinlikle derim. Hiç de aşırı değil yorumun. Biz bunları başka kimle konuşacağız ki. Başımızdan eksik olma. ‘Miyop'taki bölüm başlıklarıyla eğlensem de kafasına göre dolanan öyküleri istiflemek ve elemek eğlenceli olmadı. Ancak işin sonunda "sıkı azınlık" oldular.

‘Evlâ’, ‘Kemik’, ‘Gece Kelebekleri’ ve ‘İs Odası’ndan sonra ‘Miyop’ta “küçürek öykü”de artık iyice uca vardığınızı söylemek mümkün. İki kelimelik hatta tek kelimelik öyküler var bu kez. Necatigil’in ‘Kareler’ yayımlandıktan sonra dile getirdiği meşhur “boşlukları okur doldursun”u anımsıyor insan. Ama söylemeden de edemiyor, okura çok şey yüklemek değil mi bu? Yani öncesine ve sonrasına dair o kadar çok şey söylenebilir ki. Okur ne kadar çoksa, öncesi ve sonrası da o kadar çeşitli olacak…  

Vallahi ben de aynı düşüncedeyim, iyice uca vardım gibi. Bakalım bundan ötesi ne olacak, gerçekten merak ediyorum. Yine de küçürek öykünün peşini bırakmayacağımı biliyorum. Beni uçuruma mı sürükler, Ege'nin serin sularına mı, göreceğiz. Fakat biliyor musun, hiçbir zaman bilemeyecek olsam da, okur ne kadar çoksa öncesi ve sonrasının da o denli çeşitli olması hem işime hem içime çok iyi geliyor doğrusu.

Başa dönüyorum. Elbette biraz zaman gösterecektir ama bundan sonraki kitabınızda ‘Hodan’ın devamını mı okuyacağız? 

Kim bilir neyle karşılaşacağız... Annem haklı çıkıyor. "Dayın gibi olacaksın" der, çimdiklerdi rahmetli, "aynı anda üç iş yapıyorsun!"