Doğa bizim anamız değildir

Nasıl ki devlet babamız değilse, doğa da anamız değil bizim. Kadınız, güçlüyüz ve bu muhteşem doğanın bir parçasıyız. 

Google Haberlere Abone ol

Özlem Altıparmak*

Her yıl 8 Mart, sosyal medyada adeta bir resmigeçit törenine sahne oluyor. Günü kutlamaya “kadınlar çiçektir” ile başlıyoruz ve şefkatli ana yüreklerimize alkış tutanlar, emekçi değilsek yeterince sömürülmediğimizin altını çizenler, günümüzü nasıl kutlayacağımızı ve aslında nasıl makbul kadınlar olmamız gerektiğini bize öğretenler günümüze eşlik ediyor. Oysa ister fabrikada ter dökelim, isterse evde kocamıza, çocuğumuza bakım emeği verelim; anne olalım veya anne olmayı tercih etmeyelim; zenginimiz, fakirimiz; gencimiz, yaşlımız bu ataerkil sistem içinde ve benzer bir tahakküm altında yaşamaya devam ediyoruz. Muteber kadınlığa dair yarış kulvarında azıcık önde gidiyor diye, “Yok, ben aslında eşitim” diyenimiz “özne” olma mücadelesini kazandığını sanırken, bir başka erkeğin bakışının “nesne”si bu hayatta.

Bu nesne olma, bir varlık olarak sömürülme ve tahakküm altında olma açısından kadın ve doğa birbirine çok benziyor. Bize “hayır” diyemeyen ve sınırsız bir kaynak olarak gördüğümüz doğa, üretkenliği, bereketliliği ve doğurganlığıyla kutsadığımız toprak, el değmemişliğini bekâretle ilişkilendirdiğimiz bir tabiat güzellemesi yaparken, aslında her şeyi cinsiyetlendirdiğimizi ve toplumsal cinsiyet kodlarını yeniden ürettiğimizi fark etmiyoruz bile. “Doğa Ana” diyerek doğayı seviyor ve onun şefkatini yüceltiyoruz.

Doğada gerçek anlamda tek başına vakit geçirmiş, bir dağ zirvesine tırmanmış, bir denizi aşmaya çalışırken dalgalarla boğuşmuş kişiler bilir ki, doğa hiç de sandığımız kadar şefkatli değildir. Acımasız da değildir doğa, sadece doğadır. Bir felaket yaşadığımızda, doğanın bizden öç aldığını söyleriz ama aslında bu nitelemeler, bizim acziyetimizi ve olup biteni anlamlandırma çabamızı gösterir. Doğa, var olmak için bize ihtiyaç duymaz. Davranışını da bize göre belirlemez. Ona kötü davrandık diye başımıza yıldırımlar yağdırıp, tufanlar yaratarak bizimle uğraşmaz. Bizim kendi tahayyülümüzün sınırlarıdır bunlar. Hâlbuki doğa, bundan çok daha fazlasıdır ve varlığı bizimle sınırlı değildir. Doğanın döngüsü içinde yaşam bulmuş ve kendimize bir yer edinmişizdir sadece. Bin yıl sonra yerinde olmayacak bir toprağın gerçek sahibi olduğumuzu düşünüp yatlar, katlar, makineler inşa etmekle ve zekamızın her şeyi alt edeceğine inanmakla doğanın efendisi olduğumuz yanılgısına düşeriz.

Doğanın dişiliğine ve analığına yapılan vurgu da aslında kelimelere ve kendi sınırlarımıza bir hapsoluştur bizim için. Doğanın “ana” olmasının, biz kadınlara güç verdiğini düşünürüz. İyilikten ve güzellikten yana olanın, kadınla kültürel olarak ilişkilendirilmesi hoşumuza gider. Ancak toplumsal cinsiyet, üzerimize yakışanı giyip, beğenmediğimizi çıkaracağımız bir şey değil biz kadınlar için.

Kadının doğa ile benzerliği elbette yeni bir olgu değil. Erkeğin akıl, tanrı ve egemenle ilişkilendirildiği bir düalist sistemde, kadının payına beden, cinsellik, duygu ve de doğa düşüyor. Kadının doğaya daha yakın olduğunu, doğayı daha iyi anladığını, daha üretken ve şefkatli olduğunu söylediğimiz her noktada, aslında toplumsal olarak örülmüş ve bize giydirilen davranış kalıplarından bahsediyor ve bunları olumluyoruz. Çünkü kadın ve doğa benzerliğinin sebebi, kadının doğuştan sahip olduğu özellikler değil, toplumun kadına yüklediği görevlerdir. Aksini düşünmek, bizi kadına dair özcü bir yaklaşıma ve biyolojik determinizm çıkmazına sürükler.

Doğurmak, hayat vermek, ihtiyaç karşılamak ve bize ne yapılırsa yapılsın şefkatli olmak zorunda değiliz biz. Doğa ve kadın üzerindeki baskının ve sömürünün benzerliğinin farkına varıp, düalist ve hiyerarşik anlayışı reddetmeliyiz. Çünkü bu anlayış, hem doğa hem de kadın üzerindeki sömürüyü meşru hale getiriyor. Tıpkı doğa gibi, kadın bedeni de kapitalizm ve ataerki tarafından yağmalanıyor. Bir tarla gibi sürülüp, tohum serpilince bereketlenecek bir bedenimiz yok bizim. Bu analık rolünü doğaya ve kendimize yüklediğimiz sürece, bu talan ve yağmaya gerçek anlamda dur demek mümkün değil.

Doğaya ana demek, kadını dünyada yaşamın devamından da sorumlu kılmak demek aslında. Kadını ve doğayı, kendini savunma gücü olmayan, üreten bir rolle sınırladığımız sürece, makbul olmayan kadınların "cadı avı”na da davet çıkarırız. Güçlü, hayır diyebilen, öfkesini ve arzusunu dile getirebilen, canı istediği şekilde var olma hakkı olan bir kadınlık için çaba harcamalıyız. Doğayı ve kadını ayırarak güçlendirmek, toplumsal cinsiyete dayalı terminolojiyi kaldırmak zorundayız. Ekoloji ve feminizmin buluşmasından ancak bu şekilde güçlenerek çıkabiliriz.

Çünkü doğa doğadır, ana da ana. Nasıl ki devlet babamız değilse, doğa da anamız değil bizim. Kadınız, güçlüyüz ve bu muhteşem doğanın bir parçasıyız. 

*Avukat