'Dışavurumcu' İran sineması: Festivale film çekmek
Festivallerde karşımıza daha çok çıkmaya başlayan İran dışında gelişen İran sineması artık Batılı festivallerin yeni bir stratejiyle İran’ı temsil eden filmlerin bu filmler olduğu algısını veren bir çizgi tutturuyor. İran’da yaşayan ve politik olmayan filmler artık itibar görmüyor.
Abbas Kiyarüstemi’nin insan odaklı, kırsal yaşamı resmeden dingin filmleriyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan İran sineması, Asgar Ferhadi’nin şehirli insanın sınıfsal realiteleri reddetmeyen filmleriyle de Oscar ödülüne kavuşmuştu. Günümüzde ise devletin kuralları sıkılaştırmasının etkisiyle yapay bir sinema yaklaşımı egemen olmaya başladı. Sistem eleştirisine odaklanan son dönem yapımları sinema kudretleriyle değil muhalif olma düzeyleriyle ödüllendirilir oluyorlar.
İran’da sistemin sanatla kurduğu ilişki oldukça kompleks ve karmaşık bir ilişki. Çok sayıda ücretsiz eğitim ve yapım desteğiyle sanat üretimi desteklenirken, kendisini sorgulayan bir unsur uç vermeye başladığında; sanat üretiminden men, film çekmeme cezası ve idamla yargılamaya kadar uzanan bir çizgiyle karşılaşmak hiç de zor olmuyor. Çok sayıda sinemacı farklı gerekçelerle sanat içerikleri ya da söylemlerinden ötürü devlet baskısıyla karşılaşabiliyorlar. Bu baskıcı yaklaşım da çok sayıda sinemacıyı devlet desteğinin dışında başka destekler aramaya yönlendirmiş durumda. Avrupa festivallerinden ve Avrupalı yapımcılardan gelen güdümlü desteklerse İran sinemasının kimyasını bozmaya başladı.
İSLAM DEVRİMİ SONRASI 'EVDE KALAN' YÖNETMEN KİYARÜSTEMİ
1979 İslam Devrimi’nden sonra eski dönemin önemli yönetmenlerinin neredeyse hepsi yurtdışına çıkmıştı. Abbas Kiyarüstemi, köklerinden uzaklaşmayı uygun bulmadı. Bir süre eski meziyetlerini kullanarak geçimini sürdürdü. Seksenlerin ikinci yarısı başlarken işler biraz yerine oturmaya başlayıp ülke, sinema yapılabilir olmaya başladıktan sonra 1987’de “Arkadaşımın Evi Nerede?” filmini çekmişti. “Arkadaşımın Evi Nerede?” filmi taşranın resmedildiği bir üçleme olan Köker Üçlemesi’nin ilk filmi olarak İslam Devrimi sonrası uluslararası arenada ses getiren ilk filmlerden biriydi.
Emir Nadiri'nin “Koşucu” (1984) filmi de uluslararası festivallerde ödüller almış, Tahran sokaklarını, yoksul bir çocuğun gözünden resmeden 1980’lerin uyanan İran sinemasının ilk örneklerinden biri olmuştu. Nadiri 1990 sonrasında yurtdışına çıkarken Kiyarüstemi İran’da kalarak üretimine ülkesinde devam etmişti.
1990 sonrasında ise Devrim sonrasının yönetmenleri önemli filmlerini ortaya koymaya başlamışlardı. Muhsin Mahmelbaf, Mecid Mecidi, Cafer Penahi 1990 sonrasının öne çıkan, uluslararası başarılar kazanan yönetmenleriydiler. Mahmelbaf, İslamcı bir militan olarak başladığı kariyerine sürreal arayışlarla, seküler Batı ülkelerinde devam ediyor. Ama ne yazık ki eskisi kadar yaratıcı olamayacak şekilde, festivallerin jüri kadrolarında karşımıza çıkan bir kariyerle yaşamını sürdürüyor. Mecid Mecidi, İslam Devrimi sonrasının devlet destekli, İslam'ın sinemayla ilişkisini kuvvetlendirmeye çalışan yapısını terk etmeden eski gücünü yitirmiş bir sinema anlayışıyla çalışmalarını sürdürüyor. Cafer Penahi ise giderek yükselttiği muhalif çizgisinde yaratıcılığı zarar görmüş halde ama daha fazla ödül alan bir konuma gelmiş durumda. Onun bu çizgisinin genç yönetmenlerin kariyerini etkilediğini söyleyebiliriz. Zira 2000 sonrasının en önemli yönetmeni olan Asgar Ferhadi de artık İran’da yaşamıyor. Sistem, sinemacılar için oldukça kısıtlayıcı bir alan bırakmış durumda. Bu durumun sonucunda daha genç yönetmenlerin daha muhalif ama daha az estetik filmleriyle karşılaşıyoruz.
POLİTİKLEŞTİKÇE KAYBOLAN ESTETİK
İran’da başı dertten kurtulmayan muhalif yönetmen Muhammed Resulof sonunda İran’ı kaçak yollarla terk edip Almanya’ya iltica etti. Son filmleri Alman ortaklığında çekilip Berlin ve Cannes’da ödüller alan yönetmenin “Kutsal İncir Ağacının Tohumları” isimli son filmi devlet izni olmadan Cannes’da yarışmıştı. Film şimdi Almanya adına Oscar yarışına katılacak. Kuşkusuz değerlendirmeler sadece filmin estetiğine göre yapılmayacak.
Cafer Penahi’ye hapis cezası verilmesinden beri son birkaç yıldır çok sayıda İranlı yönetmenin filminin tanıtımında “pasaportuna el konulan yönetmenin…” “yurtdışına çıkması yasaklanan yönetmenin…”. “hapis cezası alan yönetmenin…” “devlet izni olmadan filmini kaçak olarak çeken yönetmenin…” ifadeleriyle karşılaşıyoruz. Filmlerin konusundan ya da biçim özelliklerinden ziyade yönetmenin politik durumunun öne çıktığı bu tablo İran sineması için artık yeni bir karakteristik özelliğin ortaya çıkışını gösteriyor.
Cannes Film Festivali’nde “Belli Bir Bakış” bölümü’nde ilk gösterimi yapılan ve Türkiye’de Suç ve Ceza Film Festivali’nde En İyi Film seçilen “Fani Dizeler” filminin tanıtımın ilk cümlesi: “…film, yönetmenlerinden Ali Asgari’nin pasaportuna el konulduğu için onsuz festival yolculuğuna devam ediyor.”
Ali Ahmadzade’nin Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar ödüllü alan filmi “Kritik Bölge” filminin ilk cümlesi de “Gizlice çekilen bu isyankar İran filmi…”
Özellikle “Kritik Bölge” oldukça vasat bir seyirlikken bünyesinde taşıdığı politik unsurlarla adından fazlasıyla söz ettiren bir konuma yükselebiliyor.
İRAN DIŞINDA İRAN SİNEMASI
Yönetmenler İran içinde filmler çekmekte zorlandıkça artık yurtdışında daha fazla İranlı yönetmenin çektiği İran hakkında filmle karşılaşmaya başladık. Bu filmlerin en iyisi Ali Abbasi’nin yönettiği “Kutsal Örümcek” filmiydi. Yönetmenin İranlı bir seri katili anlattığı 2022 yapımı filmi için yönetmen Ürdün’de set kurup İran görüntüsü vermişti. “Kutsal Örümcek” filminde de oynayan İran’ın başarılı oyuncusu artık Fransa’da yaşayan (sevgilisiyle videosunun sosyal medyada yayımlanmasından sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı) Zar Amir Ebrahimi’nin yönetip oynadığı “Tatami” filmi ise Gürcistan’da olimpiyat müsabakalarında İran adına güreşen kadınların yaşadıkları devlet baskısını resmediyordu., Almanya’da yaşayan İranlı yönetmen Ali Soozandeh'in çektiği animasyon filmi 2017 yapımı “Tahran Tabu” da yurtdışı merkezli İran filmlerinden biri. İran’ı dejenere olmuş yöneticileriyle resmeden animasyon bir fahişenin yaşadıkları üzerinden kaotik bir Tahran tablosu sunuyordu.
Festivallerde karşımıza daha çok çıkmaya başlayan İran dışında gelişen İran sineması artık Batılı festivallerin yeni bir stratejiyle İran’ı temsil eden filmlerin bu filmler olduğu algısını veren bir çizgi tutturuyor. İran’da yaşayan ve politik olmayan filmler artık itibar görmüyor.
Bu politikleşen ama yapay ve stratejik sinema yaklaşımında estetiği ve samimiyeti deforme olmuş, ödüllerin yönlendirdiği bir İran sineması karşımıza çıkmaya başladı. Umarım İran yöneticileri baskı unsurlarıyla vesile oldukları bu yapay durumun farkına varırlar ve Batılı, oryantalist yaklaşımın ekmeğine yağ sürmeyi bırakırlar. Yoksa vicdan muhasebesine odaklı, toplumsal dinamiklerden beslenen İran sineması artık sadece nostaljik bir unsura dönüşecek.
Rıza Oylum Kimdir?
1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, RadikalGenç, Birgün, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı, Sendika.org, ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri ve İran Sineması kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihâzırda bir vakıf üniversitesinde sinema tarihi dersleri veriyor. Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor.
Tuncay Akça’nın bilinmeyen başrolü: Bebek 21 Ağustos 2024
İktidardan muhalefete sürdürülemeyen film festivalleri 16 Haziran 2024
Safranbolu’da belgesel festivali: Süha Arın’ın izinde 25 yıl 08 Haziran 2024
Ulusal sinemada devrimciler 12 Mayıs 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI