YAZARLAR

Dışarıya müzakere, içeriye çullanma

Yeniden keşfedilen, özellikle AB’ye yönelik müzakere, diyalog yaklaşımının içeriye demokratikleşme olarak yansımayacağını; aksine dış politikada alınan virajın içeriye sertleşme yani düpedüz hınç alma olarak yansıyacağını öngörmüştüm.

Unutmaları mümkün değilmiş. Neyi? 6-8 Ekim 2016 olaylarını. Dönemin İçişleri Bakanı Efgan Ala ve hele yüzünde her daim güller açan dönemin başbakanı yeni demokrat Ahmet Davutoğlu o dönemle ilgili zamanında veya bugüne dek konuşmuşlar mı? Hayır. Hafıza tazelemek için mahkeme onları çağırmış mı? Hayır. Selahattin Demirtaş hakkında iddianame hazırlanmış mı?

Bu konu hakkında Ayşe Yıldırım’ın Artı Gerçek’teki yazısını okumak yeterli. Demirtaş söyleyeceğini mahkeme heyetine zaten söylemiş. Dinleyen, duyan olmuş mu? Hukuki boyut için ise Kerem Altıparmak’ın paylaşımı şöyle: “AİHM Büyük Daire Demirtaş kararı yıl bitmeden çıkacak ve muhtemelen sonuçları sadece Demirtaş’la sınırlı kalmayacak. Büyük bir operasyonla o kararın uygulanmaması için gerekçe üretiliyor olabilir.”

Girişteki üslûbu sürdürmek adına, kendi pasıma kendim koşayım, kendi sorumu kendim yanıtlayayım: Hangi AİHM? Hanutçu başkanı Spano’nun tatil günü Mardin’de AKP heyetiyle okul ziyaret ettiği, attığı akademisyenleriyle mahut İÜ’den fahri doktora aldığı, eli kolu bağlı, kafakoldaki AİHM. Aynı biçimde Ankara’da operasyonu yöneten savcı kim? Beştepe’de düğün hediyesi alıp poz veren, Antalya’da helikopterle tur atan muhterem zat.

Pekiyi ya muhalefet? Kılıçdaroğlu, Mithat Sancar’a telefon etmiş. Kim açıklıyor? HDP. Efendim senin CHP ile derdin ne? Oyuna mı gelsin? Ayağına mı gitsin HDP’nin? Sokağa çıkıp, cam çerçeve mi indirsin? En azından kendi mi açıklama yapsaydı? Salı günü haftalık olağan müsamere var, o da mı beklenmesin? Bir sır veriyor belediye seçimi zaferinin mimarlarından İl Başkanı Kaftancıoğlu: “Gidiyorlarmış” ilk seçimde. Öyle ilk seçimde, yerini yadırgayan konuk gibi, sonbaharda yuvalarından havalanan göçmen kuşlar gibi kalkıp gidecekler.

Bu “gündem değiştirme” teranesi konusunda ise Kemal Can’ı okumak yeterli. Can ayrıca benim yarısahama da geçerek şut-orta karşımı vuruyor topa: “Ödenecek ağır bedeli göze almaktan, Barbaros’un torunu olmaya, Mavi Vatan’dan yola çıkıp 12 Ada’yı geri almaya uzanan yolculuk, MGK’dan “diyalog iyidir” kararı çıkartarak, diplomasiye dönme sonucuna bağlandı. Kifayetsiz muhteris Macron’dan silâh istendiği öğrenildi.”

Ardından ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin Trump’ın mutasavver devir-teslimde su koyverme mızıkçılığına, “burası ABD, Kuzey Kore, Çin ya da Türkiye değil, aklını başına devşir” yollu çıkışı geldi. Derhal diplomasinin altın sayfalarını yazan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Başkan Trump’a sığınarak yanıt yetiştirdi. Sözcü Kalın ve Direktör Altun da alışageldik meşreplerince aynı topa girdi. Saydıklarımın hepsi memur malûm. Prof. Dr. Aybet de müktesebatını ortaya koydu. Muhalif gazeteci Zeyrek de çıkışan ABD olunca, Türkiye’nin K. Kore’yle karşılaştırılması yaklaşımına sığınarak “hadsizlikten” yakındı. Bu sonuncuyu bildik bir zihniyetin tezahürü olarak özellikle alıntıladım.

Dışarıyla böylesine seçkin bir heyet ilgilenirken içeriye, biz maraba tayfaya da açıklamayı Sanayi Bakanı Varank yapıyor. Hani “adli süreç” demiyorlar mı, insanın içinden ister istemez Yalçın Küçük’ü andıran tarzda kafayı sağa sola sallayarak “hele hele hele hele…” diye mırıldanmak geliyor. Bu kadarı yeter sanırım. Pekiyi neden böyle oldu ve en azından benim alanım dış politika bağlamında, Levent Köker hocanın ses getiren makalesinde değindiği çok sesli, çoğulcu, yani gerçek demokrasiyi kendine bol değil layık gören, anayasal eşit yurttaşlar olarak insan gibi yaşamak isteyenler ne söylemeli?

Çok alıntı yaptım, kendime de pay çıkarayım. Yeniden keşfedilen, özellikle AB’ye yönelik müzakere, diyalog yaklaşımının içeriye demokratikleşme olarak yansımayacağını; aksine dış politikada alınan virajın içeriye sertleşme yani düpedüz hınç alma olarak yansıyacağını öngörmüştüm. Bu hep böyleydi zaten: Yeni eski Türkiye. Dışarıya yönelik büyük iddialar, o iddiaların havada kalmasının doğurduğu yılgınlığın, früstrasyonun, Yunanistan ve Ermenistan’la tarihsel olduğu varsayılan bir husumeti harlı tutma ve Kürdün kafasını ezmeyle boşalmasına, örtülmesine hep varırdı. Yine öyle oldu.

“Bu ana kadar olanlar az mıydı” diyeceksiniz ama sekans, konsekans, özcesi örtüşme bakımından artık bu son gözaltı dalgasının, Mavi Vatan safsatasının adı konmadan terk edilmesini izlemesi gerçekten bundan böyle herhangi bir dış politika gelişmesini anlamlı, içi dolu biçimde, sanki Türkiye normalmiş de, onun da aklı başında, bütüncül, tutarlı, öngörülebilir, çok boyutlu bir dış politikası varmış gibi yorumlamak, çözümlemeyi olanaksız ve beyhude kılmıştır. Bunu deneyen bizler, hepimiz bir orta oyununun Watteau’nun “Gilles” tablosu gibi figüranlarıyız.

Bir kısım demokratik muhalif, siyaseten düşünülemez olanın artık kaçınılmaz olacağı o bunalımın dip anının gelişine ivme sunacak her gelişmeye olumlu bakıyor. O andan sonra bir ileri sıçrama olacağını varsayıyorlar. Olabilir. Ancak her yıkımın kendiliğinden bir yeniden doğum demek olmadığı da belli. Ben AB’ye tam üyelik hedefinin canlandırılması, tabiatıyla bunu yapmak muhaliflerin elinde olmadığına göre, en azından söylemde dolaşımda tutulması gerektiği görüşündeyim. Muhaliflerin önce belki CHP’yi bu yönde ikna çabasıyla işe başlamaları da düşünülebilir.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.