Dikkat ve Varoluş Müzesi'ne hoşgeldiniz
“Ben bunu neden yapıyorum, ne yararı var” diye umutsuzluğa düştüğüm anlar oldu. İşte o zamanlarda, o küçük kızla babasının, yüzlerinde güneş, birbirlerine güldüklerini gördükten sonra yazdıklarımı tekrar okurdum. Neden bilmiyorum, laptop’u bir kenara bırakmış, yanımda hep taşıdığım defterimi açmış, “Dikkat ve Varoluş Müzesinde Neler Bulunmalı?” diye bir başlık atmış ve çalakalem yazmaya başlamıştım. Öylesine birkaç madde… Ama sonra nasıl da büyüdüler…
1.
“Birazdan gezeceğimiz bu müze 2020’lerde kuruldu, çocuklar. Daha doğrusu, müzenin fikri o tarihte ortaya atıldı. Demek ki neredeyse 200 yıl olmuş. Fikir, Y. B. isimli bir gazeteci yazara ait. Yazar, Amsterdam’da bir depoda bozulmadan günümüze ulaşan kâğıtlara Türkçe yazmış. O dönemlerde genellikle dijital ortamda, eski usul elektronik klavyeyle yazılıyordu; tüm o yazılar da ya bilgisayarların hafızasında ya da ilk örnekleri maalesef çökmüş, bütün içeriğini de beraberinde götürmüş olan ilkel bulut ortamında saklanıyordu. Bu yazar, Y.B, yazdıklarını bir şekilde kâğıda da basmış ve saklamış; kimliği ve faaliyeti de zaten onlar sayesinde saptanmış. Bu konular etrafında dönen bir kitap yazdığı tahmin ediliyor. Bu müzeyi gerçek dünya için, sizin anlayacağınız haliyle, fiziksel dünya için tasarlayıp tasarlamadığı ise bilinmiyor. Belki sadece bir fikir jimnastiğiydi… Her halükârda bugün onun arzuladığı şekilde bir müzeye dönüştü. Kâğıtları bulan kişi, onları Bakanlık’a verdi, oradaki görevliler eski dünya müzeleri projesine dahil etti ve işte… Bir dikkat müzesi… Antik tabirle, geçen seneden beri ziyaretçilerini ağırlıyor.
Bu müze, yeniden kurulan yüzlerce, binlerce müzeden biri olarak dijital biyomumuzun içinde. Şimdi lütfen, zihninizi müze gezisi için aktive edin çocuklar…. Özellikle ‘yoğun mod’a geçmenizi istiyorum. Çünkü bu müze son yüzyıl içinde, atalarımız henüz yüzde yüz Homo Sapiens formundayken ilk kaybettikleri ve bizim artık büyük oranda anlamadığımız bir tecrübeden, dikkatten bahsediyor. Çok basitçe anlatmayı deneyeceğim: Dikkat, eski insan beyninin tam olarak hangi bilgiye odaklanacağına karar vermesi ve bu amaçla diğer bilgileri filtrelemesi sürecine, tecrübesine verilen isimdi. Şimdi buna ihtiyacımız yok; beyin dalgalarımızı, ortamdaki ışığı ayarlar gibi istediğimiz oranda ayarlayabiliyoruz. Ama daha yüz yıl öncesine kadar böyle değildi; dikkat, insan varoluşunun temel sütunlarından biriydi; bugünkü tecrübemizin aksine emek istiyordu. İnsan ilişkileri, hatta toplumsal yapı büyük oranda dikkat ile belirleniyordu. Birçok kaza onun eksikliğinden ortaya çıkıyordu; Homo Sapiens’in kendi elinden yaşadığı birçok felaket doğrudan dikkatsizlikle bağlantılıydı. Bunu anlamak zor değil. Bir yandan, insanların birbirleriyle ilişkisi de özen ve dikkatle belirleniyordu. Size çok şimdi garip geleceğini biliyorum; sevgi ve aşk bile birçok durumda dikkatten doğuyordu. Tesadüfler dikkat sayesinde ortaya çıkıyordu. Şiir dikkatle yazılıyordu. Şimdi dikkatin gerekmediği bir dünyadayız. Eski dönem hakkında okudukça, bazen o dünyanın eksiğiyle gediğine rağmen, hatta standart Homo Sapiens’lerin tüm sakarlıkları ve kör cehaletine rağmen, o yılların, o yaşayışın tatlı yanları olduğunu da düşünüyorum. Gerçek bir İnsan olsaydım belki gözlerim bile dolardı. Eskiler buna nostalji diyorlarmış… Nostaljinin de bir müzesi var; bir ara onu da gezeriz. Haydi aktive olun artık. Y.B’nin koyduğu isimle, Dikkat ve Varoluş Müzesi’ne hoşgeldiniz. Müze hakkında onun ilk satırlarını ayrı bir bağlantıyla gönderiyorum. Ben şimdilik zihninizden çıkıyorum…”
2.
Neden bilmiyorum ama sayfalarca yazdım. Bir müze üzerine yazdım.
Dikkatimin yerlerde süründüğü günlerden sonra, içime bir şey girmiş gibiydi. Aynı konu üzerine hiç durmadan yazıyor yazıyordum. Bütün gün hiçbir şey yapmadan, kulaklıkla müzik bile dinlemeden; hatta yanımdan gelip geçenlerin yüzlerine, hallerine tavırlarına hep yaptığım üzere dikkatle bakmadan yürürken, sadece ve sadece adımlarımın ritmini dinlerken zihnimde yavaş yavaş bir müze tasarladım.
Bunu yaptım çünkü yaşamımın canımı sıkan tüm yönlerinin belli bir kaynaktan türediğine kendimi ikna etmiştim. Bir kitabı baştan sona bir solukta okuyup bitiremiyor, sevdiğim insanı kendimi vererek dinleyemiyor, bir film izlerken başka bir filmi izlemediğim için hayıflanıyordum. İşimi yapıp bitirmek istediğim zamanlarda, aklımı hiç tanımadığım insanların aslında hiç merak etmediğim, ilgilenip ilgilenmediğimi dahi anlayamadığım görüşleriyle meşgul buluyordum. Kendimi veremiyordum. Dikkatim yoktu. Dağınıktı. Bir yandan saatin tik-takları… Zaman üzerime bir ağırlık gibi çöküyordu.
Bir gün bunlar değişti. Nasıl olduğunu halen anlayamadığım, hiç beklemediğim bir şekilde değişti. Güneşli bir öğleden sonraydı. Bir kafede, pencere önünde bir masada laptopumu açmış, çalışmaya çalışıyordum. Hiçbir şeye odaklanamıyordum.
Dışarıdan bir baba ile üç-dört yaşlarındaki kızının geçtiğini gördüm. Dondurma yiyerek yürüyorlardı. Kız, külah olan eliyle babasına bir şeyler göstermeye çalışınca, külah ters döndü, iki top dondurma kayıp düşüverdi. Kız bir an ne olduğunu anlamadı; nihayet anlayınca da ağlayacak gibi oldu. Ağlamadan önceki o son saniyede kafasını kaldırıp babasına baktı. Babası hızlı davrandı; kendi külahını da ters çevirdi; onun dondurması da kayıp yere, kızının artık yerde yayılmaya başlamış dondurmasının hemen yanına düştü. Sonra baba eğildi ve külahını yerdeki dondurmaya sapladı. Yere diz çökmüştü bunu yaparken; kızıyla aynı hizadaydı artık. Kızına baktı, iki elini yana doğru açtı, kafasını hafifçe yana yatırdı, “elden ne gelir” der gibi dudaklarını büktü… Kız bir babasına, bir yerde dondurmaya saplanmış külaha baktı. Derken birden…
Birden kahkahalarla gülmeye başladı kız... Elindeki külahı yerdeki dondurmasına saplarken, o yaştaki çocukların hafiften gıdaklar gibi olan gülüşüyle hâlâ gülüyordu. O güldükçe dünya güzelleşti, başka bir yer oldu artık. Baba da gülmeye başladı. Onları, onlardan habersiz seyreden ben de gülüyordum…
Baba-kızın yüzlerine güneş vuruyordu. Aklımda hep bu an kaldı; güneşle yıkanan iki gülen yüz… Dünya geniş, rahat, sakin, kendi ritminde bir yerdi. OIabilirdi.
İşte Dikkat Müzesi üzerine ilk o an yazmaya başladım. Başka hiçbir şey yapmadan, günlerce sadece onu yazdım.
3.
Müzeye her geçen gün bir bölüm, bir nesne, bir tarif ekliyordum.
Dikkati sembolize eden nesneler ve araçlar olacak: Büyüteçler, trafik işaretleri, kum saatleri… Sanatsal ve kavramsal bölümler olacak; dalgınlık odaları, meditasyon odaları, optik illüzyonlar galerisi… Bilimsel bölümler olacak: Nörolojik haritalar; bilim ve dikkatin harmanlandığı tarihi hikâyeler, canlandırmalar… Dijital kültürün bizi nasıl manipüle ettiğine dair -aslında her gün bilfiil tatbik ettiğimiz- interaktif uygulamalar olacak. Reklamın, algı yönetiminin, zihin manipülasyonunun sınırlarını ya da sınırsızlığını gösteren birçok deney olacak… Daha onlarca, yüzlerce madde…
Bunların tümünü sayfalarca tarif ettim; her bir uygulamanın üzerinde dikkatle, titizlikle durdum. Kendimi hiç var olmamış bir müzenin küratörü ilan etmiştim. Ama hissediyordum; bu müzeyi günün birinde gerçekten kuracaktım.
Yine de “ben bunu neden yapıyorum, ne yararı var” diye umutsuzluğa düştüğüm anlar oldu. İşte o zamanlarda, o küçük kızla babasının, yüzlerinde güneş, birbirlerine güldüklerini gördükten sonra yazdıklarımı tekrar okurdum. Neden bilmiyorum, laptop’u bir kenara bırakmış, yanımda hep taşıdığım defterimi açmış, “Dikkat ve Varoluş Müzesinde Neler Bulunmalı?” diye bir başlık atmış ve çalakalem yazmaya başlamıştım. Öylesine birkaç madde… Ama sonra nasıl da büyüdüler… Bu başlığın, bu konunun nereden geldiğini bile anlamamıştım; babayla kız içimdeki bir çekmeceyi açmış, bir şeyleri çağırmışlardı. Bir pencereyi aralamış, perdeleri havalandırmışlardı.
İçim güneşle ve gülüşle yıkanmıştı.
4.
Dikkat ve Varoluş Müzesinde Neler Bulunmalı?
Kalem açacağı… Bir mürekkep hokkası. (Yazarın dikkati.)
El yazısı örnekleri… İnci gibi yazılar… Çocukların öğretmen kırmızı kalemiyle düzeltmiş ilk yazıları… Mektuplar…
Saatler… Sayısız akrep ve yelkovan, duvar saatleri, guguk kuşları, saat kayışları…
Bir terzi yüksüğü. (Çünkü dikkat, emektir..)
Dağınık oda: Sonsuza kadar dönen ‘reel’sler, story’ler, hikâyeler… Mesajlar. Görüşler. Yorumlar. Hep bir kaygılılık halini yaşayan; telefona eğilmiş, bilgisayar ışığı yansıyan insan yüzleri…
Araba kazalarını sembolize eden direksiyonlar, hava yastıkları, kırık farlar…
Sessizlik odası. Bir bilişim firmasının ABD’deki karargâhında dehşetli bir örneği kurulmuş olan ve kanınızın damarda akışını bile duyabildiğiniz, o derin sessizlik odası. Yankısız oda, anechoic chamber…
Otuz santimlik tahta cetvel. (Dikkatsizliği cezalandırma yöntemlerini de teşhir etmek için…)
İyi bir dinleyici. Canlı. Sizi gerçekten dinleyen bir müze görevlisi. Ona bir şey anlatmak için 10 dakikanız var. Ne anlatırsanız anlatın, sizi dinliyor. Sadece hımhım’lamıyor; kafası anlattıklarınızda. Üstelik soru da soruyor. Söylediklerinizin kaydedildiğini söylememe gerek var mı?
Kafasını kaldıran, etrafa bakan insan heykelleri…
Sessizliği bozmamaya çalışan yumuşak adımlar, çıplak ayaklar… Ama neden? Avlamak için, av olmaktan kurtulmak için... Düşmandan kurtulmak, takipçileri şaşırtmak için karda terse basılmış ayak izleri…
Çernobil ve Fukuşima fotoğrafları…
Sekstant, usturlap, pusula, eski haritalar…
Dinlemeye, düşünmeye, tefekkür etmeye ayrılmış bir Zen bahçesi…
Sinema odası. Çok çalışmış, çok yorulmuş bir projektör; herkesi her şeyi unutup, tek şeye bakmaya zorluyor. Sinemanın artık aşınan tarifindeki gibi.
Hercule Poirot’nun bıyıkları. (Söylemek gereksiz yine de söyleyeyim, polisiye her şey dikkattir.)
Neşter. Steteskop. Şırınga. Ateşölçer.
Kahve fincanları…
Soru anahtarı. Cevap anahtarı.
Havalı korna…
Bir annenin çocuğuna, sonsuz bir şefkatle, inceleyerek bakması (Bu sadece bir bakış değil, bir duygu; kristalize olmuş bir an… Ama nasıl göstermeli?)
Sadece gerçekten dikkat edenlerin bulabileceği saklı oda… Hiçbir yönlendirme yok. Dikkatli gözler, müzedeki işaretleri okuyarak onun yerini saptıyor ancak. Odanın müzedeki konumu hep değişiyor. Kapıyı açıp girebilen şunu görüyor: Bembeyaz odada bir ahşap masa ve sandalye… Üzerinde eski usul bir daktilo. Daktiloya kâğıt takılı, yanda duran bir tomar kâğıtla yazmaya hazır.
En önemlisi: Ters yüz olmuş bir dondurma külahı… Hayır, iki dondurma külahı…